17 Kasım 2013 Pazar

Lo Wu Köprüsü


17 kasım 2013 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Hong Kong’u Shenzen’den (Çin) Sham Chun Nehri ayırır. Nehrin HK tarafı Lo Wu, Shenzen tarafı Luohu olarak anılır. Trenle sınıra gelenler nehir üzerindeki Lo Wu köprüsünü yürüyerek geçerler. Hint coğrafyası gençlerinin “sırat köprüsü” dediği bu köprünün bir tarafında HK diğer tarafında Çin sınır kapıları yer alıyor. Köprüye bu adı vermelerinin kendilerince haklı nedenleri var.

Bu sınıra her gelişimde, Çin’den HK’a geçişlerine izin verilmeyen Hint coğrafyası gençleri ile karşılaşıyorum. Pasaport polisine dil dökmelerini ve polisin de kayıtsızca dinlemesini görmek artık alıştığım bir görüntü. Bu gençlerle en çok burada karşılaşıyorum. Bir de hafta sonları Kowloon Park'ta.

HK, Hindistan vatandaşlarına on beş günlük vize veriyor. Daha uzun süre kalmak isteyenler için tekrar on beş günlük vize almanın yolu bir çıkış-giriş yapmak. Bunun için en kolay yol Çin’e geçmek ve bir-iki gün kaldıktan sonra HK’a geri dönmek. “Her şeyin bir çaresi var”mış gibi görünen bu yöntem uzun zamandır bu gençler için sorun çıkarıyor.

Çin’den HK’a geçmeye çalışan gençlerin neredeyse tamamının burada kaçak çalıştığını pasaport polisi kolayca anlıyor. Geri dönüşlerinde sorun yaşamalarının nedeni bu. Polis, sorgu sual faslında biraz güvenilir bulduklarına ülkeyi terk etmesi için 24 saatlik vize veriyor. Diğerleri için tek seçenek sınırdan Çin’e geri dönmek.

Böylece buraya kaçak çalışmak için gelmelerinin önüne geçmeye ve onların yerine HK vatandaşlarının istihdam edilmelerini sağlamaya çalışıyorlar. Lâkin Hintliler pek öyle kolay pes eden insanlar değildir. Sistemdeki gediği mutlaka bulurlar; yoksa bile kendileri bir şekilde açarlar.

Lo Wu kapısında sorunlar başlayınca, bir süre kontrolün daha gevşek olduğu iki karayolu sınır kapısını kullandılar. Şimdilerde yeni bir çözüm bulduklarını duydum: Turist kafilesi olarak otobüslerle Çin’e geçip bir-iki gün kaldıktan sonra yine otobüsle kafile olarak geri dönüyorlarmış. HK’da bu işi yapan “turizm firmaları”, Çin’de de gidenlerin bir-iki gün kalabileceği ucuz otel/pansiyon türü yerler işleten yoksulluk simsarları türemiş.

Bazen kaçak işçi çalıştıranların (çoğunlukla Hintli) yakalandığını duyuyorum. Bu işin HK polisinin izleme başarısı ile değil bir diğer Hintlinin ihbar etmesiyle olabileceğini artık biliyorum. Burada “Hintlileri takip et. Onlar birbirini bulur, sen de parayı…” diye bir söz var. Bu söz “onlar kıyasıya rekabetle birbirini bitirmeye çalışırlarken, arada sen para kazanırsın” anlamına geliyor. Bu Hintliler arası rekabet ayrı bir yazı konusu.

Burada kaçak işçi çalıştırmanın cezası büyük. Kaçak çalışırken yakalananın cezası ise sınır dışı edilmek. Sınır dışı edilenlerin HK’a tekrar gelmeleri mümkün değil. Fakat Hint coğrafyası insanı için bunlar ufak işler: Pasaportlarını değiştirip yeni bir pasaportla geliyorlar. Yoksul Hint coğrafyası gençleri ile gelişmiş kapitalizm arasındaki bir nevi kedi-fare oyunu var desem yeridir.

Rivayete göre, burada ve dönüşlerinde yanlarında götürdükleri mallardan kazandıkları para Hindistan’da bazı küçük yatırımlar yapmalarını bile sağlıyormuş. Bir de geliş-gidişler sırasında sınırdan geri çevrilme korkusu her daim enselerinde olmasa...

Hafta sonları bu gençlerin Kowloon Park'ta piyasa yapmalarının nedeni ev işlerinde çalışan HK ID kartı sahibi kadınlardan birinin gönlünü çelebilme umudu. Arada bir mutlu sonla biten hikâyeler olması umutlarını artıyor olsa gerek. Bu kadınlardan biriyle evlenebilirlerse, yırttılar sayılır. Böylece HK yoksulları arasına katılmış olurlar…

20 Ekim 2013 Pazar

Köpekleri ısıran adamlar

20 Ekim 2013 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Yazının başlığını “gazetecilikte neyin haber olduğuna ilişkin kurala” uysun diye öyle yazdım. Yoksa mevzu ısırmanın bir adım ötesine geçiyor. Isırmakla kalsa, köpekler için herhalde kabul edilebilir bir durum olurdu. Belki “ödeşmiş olduk” bile derlerdi. Lakin Çin’deki köpekler için durum pek iç açıcı sayılmaz. Memlekette sokaklarda itilip kakılanların durumu bile bunlara göre daha ehven.

Buralara ilk geldiğim zamanlar, Çin sokaklarında hiç sokak köpeği ve kedi görmemek beni şaşırtmıştı. Memlekette her duvardan ve çöp kutusundan atlayan, her sokaktan fırlayan o “işe yaramaz” hayvanlardan buralarda etrafta bir tane bile yoktu. Aradan zaman geçtikçe, ekonomi bilgilerim depreşti ve buralarda ekonomik değer taşıyan o hayvanların sokaklarda başıboş dolaşmasının akla-izana aykırı olduğunu fark ettim. Ne de olsa ekonomi bilgisi, buralarda bile insanın ufkunu açıyor…

Çin’in Yulin şehrinde her yıl 21 Haziranda Batı medyasının anmayı adet haline getirdiği ifadeyle “Köpek Eti Festivali” yapılır. Oysa yerel halk bunun "yaz gündönümü festivali" olduğunu söylüyor. Hong Kong’a çok yakın olan bu şehir hakkında "Yulin’e daha girmeden şehrin kokusunu alırsın” diye bir dokundurma da vardır. Kesinlikle doğru ve haklı bir dokundurma. Daha şehre varmadan mangal dumanına karışmış et kokuları karşılıyor insanı. Mangalda cızırdayan etlerin kokusu nefis ama gel de ye...

Cadde kenarlarında kafeslere tıka basa tıkıştırılmış, havlayan ve uluyan binlerce köpek. Bir taraftan da bazıları pişirilmek için hazırlanıyor. Öldürülmeden önce hayvanları iyice kızdırmak için elinde sopa olan birisi vurup, dürtüp duruyor. Kızdırılan hayvanların etleri pişince daha lezzetli oluyormuş.

Bir kasap çok kızdırıldığı her halinden belli, ağzından salyalar taşan bir köpeği ensesinden yakaladı ve kafesin dışına çekti. O halde kasabın elinden bir kurtulsa, besin zincirinde kasap ile köpeğin yer değiştirmesi işten bile değil. Adam takoz gibi bir sopayla köpeğin kafasına sertçe birkaç defa vurdu. Hayvan öldü mü yoksa bayıldı mı bilmiyorum. Kasap, bıçağı çıkardı, hızla dersini yüzdü ve parçaladı. Bunların hepsi 10 dakika içinde oldu.

Efsaneye göre o gün köpek eti yemek o yıl kötü ruhları ve hastalıkları uzak tutarmış. Eski Çin’de de köpek eti vücudu ısıtan ve erkeğin cinsel gücünü artıran bir ilaç olarak bilinirmiş. Binlerce yıllık tarihi içinde sayısız kez açlıktan kırılmış bir ülke için çok sayıda yavru veren ve ne bulsa yiyerek kolay büyüyen bir hayvan zamanla tabi ki besin zincirinde yer alır. Öncelik hayatta kalabilmek olunca, o zincire eklenen hiçbir şey şaşırtıcı değil. İnsanın nahoş gerçekleri kabul edilebilir hale sokan aklı da efsaneler uydurarak işleri kolaylaştırır.

Festivalde bir günde on binden fazla köpeğin kesildiği söyleniyor. Hayvan hakları aktivistleri köpeklerin sahiplerinden çalındıklarını, hastalık taşıdıklarını ve bu hastalıkların insanlara geçtiğini söyleyip protesto gösterileri yapıyorlar. Dükkân sahipleri ile protestocular arasında itiş kakış yaşandığını bile gördüm. Yerel yetkililerse, bu köpeklerin çiftliklerde yetiştirildiğini ve sağlıklı olduğunu söylüyor.

Yerel halk hayvan hakları aktivistlerine fena bozuluyor. "Tavuk, domuz ve sığırı hiç sorun olmadan yiyebiliyoruz. Diğer hayvanları yememiz sorun olmazken köpek yemek neden bu kadar yaygaraya vesile oluyor. Yabancıların geleneksel festivalimize saygı göstermesini istiyoruz" diyorlar.

Hong Kong’da İngilizler uzun zaman önce kedi-köpek eti satmayı yasaklamışlar, halkı da yemekten vazgeçirmişler. Çin’de ise batılıların gözünden uzakta yapılması yeterli…

10 Ekim 2013 Perşembe

Sosyalizm ve Pazar Ekonomisi Arasında Esaslı Bir Çelişki Yoktur


23 Ekim 1985 tarihinde Deng Xiaoping ile yapılmış bir söyleşi


Henry Grunwald (Time Editörü): Çin Komünist Partisi insanlara her zaman özverili olmalarını ve halka hizmet etmelerini söyledi. Mevcut ekonomik reform durumunda insanlara zengin olmalarını söylüyorsunuz fakat bazı yolsuzluk ve rüşvet durumları ve gücün kötüye kullanımı ortaya çıktı. Bu sorunları çözmek için nasıl önlemler alacaksınız?

Deng Xiaoping: Bunu başlıca iki şekilde çözeceğiz - eğitim ve yasa. Böyle sorunlar bir gecede çözülmez. Birkaç insanın söylediği birkaç söz de etkili bir mücadele için yeterli olmaz. Fakat Partimizin ve ülkemizin bu olumsuz durumları aşamalı olarak azaltacağına ve sonunda ortadan kaldıracağına inanıyoruz.

Grunwald: Bu durumlar Pazar ekonomisi ve sosyalist sistem arasındaki çözülmesi güç bir gizli çelişkinin göstergesi olabilir mi?

Deng Xiaoping: Sosyalizm ve Pazar ekonomisi arasında esaslı bir çelişki yoktur. Sorun üretici güçlerin daha verimli olarak nasıl geliştirileceğidir. Biz geçmişte planlı ekonomi uyguladık. Fakat bu yıllar içindeki deneyimimiz, tamamıyla planlı ekonomi uygulamanın üretici güçlerin
gelişmesini belli bir ölçüde engellediğini gösterdi. Planlı ekonomiyi pazar ekonomisi ile birleştirebilirsek, üretici güçleri özgürleştirmek ve ekonomik büyümeyi hızlandırmak konusunda daha iyi bir durumda olacağız. Partimizin On birinci Merkez Komitesinin Üçüncü Genel Kurulunda Dört Ana İlkenin, özellikle sosyalist sistemin sürdürülmesi ilkesinin, desteklenmesini ısrarla vurgulayacağız. Sosyalist sistemi sürdürmek istiyorsak, üretici güçleri geliştirmek bizim için hayatidir. Uzun bir süre bu soruya tatmin edici cevap bulamadık. Son tahlilde, sosyalizmin üstünlüğü üretici güçlerin büyük gelişimi ile gösterilmelidir. Yıllar içinde kazandığımız deneyim bize önceki ekonomik yapının üretici güçleri geliştiremediğini gösterdi. Bazı yararlı kapitalist yöntemleri bu nedenle kullandık. Doğru yaklaşımın dış dünyaya açılmak, planlı ekonomi ile pazar ekonomisini birleştirmek ve yapısal reformlar yapmak olduğu şimdi çok açık. Bunlar sosyalizmin ilkeleri ile çelişiyor mu? Hayır, çünkü reform sürecinde iki şeyden emin olmalıyız: Birisi ekonominin kamusal kesiminin her zaman baskın olması; diğeri ise ekonomiyi geliştirmekle ortak zenginlik arzulamamız, daima kutuplaşmadan kaçınmaya çalışmamızdır. Yabancı kaynak kullanma politikaları ve özel sektörün büyümesine izin vermek ekonominin temel belirleyicisi olan kamu kesiminin hâkim konumunu zayıflatmayacaktır. Bunun aksine, son tahlilde bu politikalar üretici güçlerin daha güçlü bir şekilde gelişmesini ve kamu sektörünün güçlendirilmesini amaçlamaktadır. Kamu sektörünün Çin ekonomisinde hâkim bir rol oynayabilmesi için kutuplaşmadan kaçınılmalıdır. Elbette bazı bölgeler ve bazı insanlar diğerlerinden önce zenginleşebilir ve bu durumda diğer bölgelere ve insanlara aynı şeyi yapmaları için yardım edebilirler. Toplumda şu anda bulunabilecek olumsuz yaklaşımın giderek azalacağına ve ekonomi büyüdükçe, bilim, kültür ve eğitim seviyelerimiz yükseldikçe ve demokrasimiz ve hukuk sistemimiz güçlendikçe sonunda ortadan kalkacağına eminim. Özet olarak, bugün Çin’de en önemli görev kendi kalbimizi ve ruhumuzu modernizasyon için kullanmaktır. Sosyalizmin avantajlarına rol verirken, bazı kapitalist yöntemler de uyguluyoruz – fakat yalnızca üretici güçlerin gelişmesini hızlandırıcı yöntemler olarak. Süreçte bazı olumsuz durumların ortaya çıktığı gerçek fakat daha önemli olan, bu reformları başlatarak ve bu yolu izleyerek başarabildiğimiz sürecin memnun edici olmasıdır. Çinin başka alternatifi yok, bu yolu izlemeli. Refah için tek yol bu.

Donald McHenry (Institute of Diplomacy of Georgetown University’de profesör ve eski ADB Birleşmiş Milletler delegesi): Mevcut yönetim organları ve liderlerdeki değişimlerden memnun musunuz? Reform politikasını devam ettireceklerine inanıyor musunuz?

Deng: Son Parti Konferansımıza dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu konferansta iki önemli önlem kabul edildi. İlk olarak, geçen yedi yılın deneyimi gözden geçirildikten sonra, ekonomi için uygun bir büyüme oranı belirledik. Ayrıca, bu yüzyıl ve sonrasında uzun vadeli, istikrarlı bir gelişme için gerekli koşulları oluşturmak için tasarlanmış Yedinci Beş Yıllık Planı (1986-1990) kabul ettik. İkinci olarak, politikaların devamlılığını sağlamak için örgütsel değişiklikler de yaptık; yani, Merkez Komitesi ve merkezi hükümet organlarından başlayarak liderlik kadrosunun ortalama yaşı düşürülmeye başlandı. Politikanın devamlılığı başlıca iki şeye bağlı. İlk olarak, politikanın kendisinin doğru olup olmadığına; bu en önemli faktör. Politika doğru değilse neden devam ettirelim? Politika doğruysa ve bir sosyalist toplumda üretici güçlerin gelişimini sağlıyorsa ve adım adım insanların yaşam standartlarını yükseltiyorsa, politikanın kendisi devamlılığı sağlar. İkinci olarak, politikayı kimlerin uyguladığına bağlıdır. Merkezi ve yerel hükümetlerde yeni yollar keşfetme cesareti olan enerjik insanlar olmalıdır. On birinci Merkez Komitesinin Üçüncü Genel Kurulundan sonra, kadroların ortalama yaşını düşürmeye başladık. Tabi ki, daha devrimci, daha iyi eğitimli ve daha profesyonel olarak daha yetkin olmalarını sağlamaya çalışıyoruz. 1982 yılında On İkinci Ulusal Parti Kongresinde en son Parti Konferansının yapılmasına karar verildi. Partinin yönetim organlarının üyelerinin yaş ortalaması çok yüksek olduğu için gelecek kongreden önce (1987’de) yaş ortalamasının düşürülebileceği bir Parti konferansı yapılabilecek.

Karsten Prager (Time’ın uluslararsı basımının editörü): Kişisel bir soru sormak istiyorum. Uzun devrimci kariyerinizde Çin halkının kaderini ve yönelimini defalarca değiştirdiniz. Öldükten sonra bu insanların sizi nasıl hatırlamalarını istersiniz?

Deng: Umarım bana çok fazla önem vermezler. Yaptıklarımın tamamı Çin halkının ve Çin Komünistlerinin özlemlerini temsil ediyor, hepsi bu. Parti politikaları hep birlikte geliştirildi. "Kültür devrimi"nden önce ben de partinin asıl yöneticilerinden biriydim. Yani, o zamanlar yapılan hataların bazılarından ben de sorumlu tutulmalıyım. Ne de olsa, yeryüzündeki hiç kimse hatasız değildir.

6 Ekim 2013 Pazar

Gece yarısı öten horozlar


06 Ekim 2013 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır
 
Pekin’deki Yanhuang Sanat Müzesinde toprak ağası Liu Wencai’yi yeni doğum yapmış bir kadını köle yapmak için sürükleyerek götürürken gösteren bir heykel vardır. 1950’li yıllardaki toprak reformu sırasında yapılıp müzeye konmuş. Anlattığı zalimlik hikâyesini inandırıcı bulmamış ve “sanatçının ilhamına” yormuştum.

Bu zat başta olmak üzere üç-dört toprak ağası devrimin gazabını özellikle üstüne çekmiş. O zamanlar haklarında yapılan suçlamalar afyon kaçakçılığından, organize suçlara karışmaya, köylüleri kira sözleşmeleriyle kandırıp sürekli borçlu kalmaya zorlamaya kadar gidiyor. Bu ağalardan biri Mao Usta’nın memleketi Hunan’dan. İşçileri çok erken uyandırdığı için hikâyesinin anlatıldığı kitapta “erken öten horoz” olarak tasvir edilmiş.

İki yıl kadar önce, HK’lu bir yazar bu nevi kitaplara ve yazarlarına “Horozlar Asla Gece Yarısı Ötmez” adlı bir kitapla karşılık verdi ama yayınlanmasının hemen ardından satıştan çekildi. Yazının başlığı da zaten bu horoz muhabbetine nazire (yani Doğan Tılıç Hoca’nın kümesi ile ilgisi yok). Kitap, zamanın toprak ağaları ve ileri gelenleri hakkındaki hikâyelerin politik amaçlarla nasıl üretildiği üzerine bir şeyler anlattığı iddiasındaydı; fakat kullanılan dil bir çeşit karşı saldırı içeriyordu.

Aradan altmış yıl geçtikten sonra, toprak ağalarından ikisinin torunları atalarının adını temize çıkarmayı akıllarına koydular. Özetle şöyle bir şeyler söylüyorlar: “1950’lerde ‘kahrolsun yerel zorbalar ve şeytan seçkinler’ şiarıyla yola çıkan toprak reformu sırasında mülk sahiplerinden topraklarını zorla almak ve köylülere dağıtmak amaçlandı. Sofistike yukarıdan aşağıya propaganda teknikleriyle Çin şeytan toprak ağası sınıfı tiplemeleri yarattı. Birkaç toprak ağası feodal toplum zamanının şeytan simgesi olarak tanındılar ve sınıf savaşımının hedefi olarak kabul edildiler… Zaten varlıklı ailelerden geliyorlardı ve hükümette üst düzey görevlerde bulunan aile üyelerinin himayesi ile servetlerini büyüttüler. Uzun süre tasarruf ve çalışma ile zengin oldular, köylüleri sömürerek değil. Ayrıca, hayırsever insanlardı: Okullar, yollar, köprüler, suyolları yaptırdılar.”

Özellikle nasıl zengin olduklarına ilişkin özet çok tanıdık. Hayırseverlikleri hakkında anlatılanlara ise yine buralardan bir darb-ı mesel ile karşılık vermek en doğrusu. Çinceden biraz serbest stilde bir çeviri ile şöyle denebilir: Hayırseverlik büyük günahların kefaretidir…

Artık kimse onların geçmişini hatırlamadığı ve ilgilenmediği halde, atalarının adını temize çıkarma düşüncesinde Çin’deki çok güçlü aile bağlarının ve atalara yüklenen anlamın önemli rolü var. Geleneksel Çin dinlerinde atalara tanrısal güçler atfedilir, ruhları aile bireylerinin çevresinde yaşamaya devam eder, koruyup kollarlar ve kötü anılmaktan büyük acı çekerler. Bu nedenle hiç kimse atalarının kötü şöhretle anılmasını istemez ve adlarını temize çıkarıp huzur bulmalarını sağlamayı görev bilir.

Atalarıyla ilgilenenler yalnızca onların adını temize çıkartmaya çalışanlarla sınırlı değil; geçmişle hesaplaşma niyeti taşıdığını düşündüklerim ve kamulaştırılan mülkleri geri isteyenler de var. Mülk iadesi başvuruları “kamulaştırma” gerekçesiyle geri çevrilmiş ama pek vazgeçecek gibi görünmüyorlar.

Toplum Deng Usta’nın “İkinci Devrimi”nin, “Çin’e Özgü Sosyalizm”in, tuttuğu yönü ve nereye gittiğini sanırım anladı. Çıkan bu kadar ses sanki “şu işi tam yapın artık” der gibi.

22 Eylül 2013 Pazar

Kızım için adalet

22 Eylül 2013 tarihli BirGün Gazetesinde "Mao Usta’dan yadigâr Laojiao artık yok" başlığı ile
yayınlanmıştır

Beş yıl kadar önceydi, Çin’de bir anne “kızım için adalet” yazılı bir dövizle yerel hükümet binası önünde gösteri yapmaya başladı. On bir yaşındaki kızını kaçırıp tecavüz eden ve fuhuşa zorlayan yedi kişiden beşine verilen cezaların az olduğunu söylüyordu (iki kişi idam, dört kişi müebbet, bir kişi on beş yıl).

Annenin figanı toplum vicdanında ve medyada karşılık buldu. Komuoyunda dile getirilen her şeyi devletlerin o sağır duvarları da duyar ama işlerine geldiği gibi… Birkaç gün sonra "toplum düzenini bozmak ve topluma olumsuz etkide bulunmak" suçlamasıyla polis kadını göz altına aldı ve Laojiao için on sekiz aylığına çalışma kampına gönderdi. Haber duyulunca “isteği doğru olmayabilir ama acısını anlayın ve saygı gösterin” diyen kamuoyu baskısı arttı. Anneyi sekiz gün sonra serbest bırakmak zorunda kaldılar. Kadın yaşadığı gözetimin haksız olduğu gerekçesiyle dava açtı ve tazminat kazandı. 

Bu sonuç Laojiao için adeta karşı kampanyaya dönüşen tartışmanın da fitilini ateşledi. Ülkenin her tarafından mağdurların hikayeleri basına konu olmaya başladı. Avukatlar da sistemin fesh edilmesi için anayasa mahkemesinde dava açtı. Geçenlerde mahkeme Çin hükümetinden Laojiao sisteminin fesh edilmesini istedi.

Polis bazen sistemi korumaya çalışırken aslında altını oyuyor ve hiç istemeden hayra vesile oluyor. Kadını çalışma kampına göndermekle yüz karası bir uygulamayı herkes için görünür kıldılar.

Laojiao (laodong jiaoyang) “emek kullanımı yoluyla yeniden eğitim” demek. Yani “topluma kazandırma”nın Çincesi. Tamamıyla polisin kararıyla uygulamaya konuyor. Bu cezayı alan birinin duruşma, avukat veya yargı kararı isteme hakkı yok. Polisin ceza biçtiği birisi o sürede “yeniden eğitim” için çalışma kampında gönderiliyor. Orada kamu işletmelerinde çalıştıkları söyleniyor. Aynı sektörde çalışanlar kadar ücret ödeniyormuş. Islah olup olmadığının takdiri kamp yönetimi ve görevli diğer kurumların insafına kalmış.

Bu sistem 1957’de kurulmuş. Önceleri yeniden eğitim adı altında çoğunlukla muhaliflere, sistemle sorun yaşayanlara uygulanırken zamanla içeriği ve kapsamı epeyce genişlemiş ve fiili cezaya dönüşmüş.

Kamplarda nasıl bir “yeniden eğitim”verildiğine ilişkin fazla bilgim yok. Bildiğim kadarıyla, suçunu itiraf etmesi, kabullenmesi, değişmesi gerektiğine inanması ve değişmesi gibi bir “eğitim” süreci var. Çin kültüründe insanın bir hatasını veya suçunu inkar etmesi utanç verici, küçük düşürücü bir davranıştır. Kabul etmek ise büyük bir erdemdir. Bu sistemi ilk düşünenler bu noktadan yola çıkmış olmalılar. Bunları yazarken gözümün önünden “son imparator” filminde imparatordan itiraflarda bulunması istenen sahneler geçiyor.

Yeniden eğitime alınanlar içinde hikayesini iyi bildiğim iki “gerçek” Komünist de var. Birisi, Tiananmen Meydanı’ndan öğrencilerin sağ salim ayrılmasını sağlamak için görüşmeler yapan ünlü bir profesör. Üç yıl yeniden eğitim cezası almış. İtiraz etmiş ve 5 ay sonra salıverilmiş. Diğeri ise bir işçi sınıfı-emek aktivisti. Deng Usta’nın “ikici devrim”inin işçi sınıfına neler ettiğini anlatan toplantılar yaptığı ve işçileri ayarttığı için yeniden eğitime alınıp birkaç ay kampta kalanlardan. O da itiraz edip serbest kalmış. Tabi ki bunlar görmezden gelinemeyecek kadar tanınan, bu nedenle itirazlarına cevap verilen birkaç şanslı adam. 

Laojiao artık tarih oldu. İnsan onuru bir kez daha zorbalığa galebe çaldı. Hani “hiçbir şey zamanı gelmiş bir fikirden daha güçlü değildir” derler ya, bu da işte o minvalde bir şey…

8 Eylül 2013 Pazar

Kartvizit kadınlar

08 Eylül 2013 tarihli Birgün Gazetesinde yayınlanmıştır

TV’yi açar açmaz bir kadının “para ve ihtiraslarınız ruhunuzu satın almış. Şeytan ruhlu adamlar” tiradıyla ekranda bir mikrofon hedefe doğru uçtu. Kadın tanıdık bir sima ama gelde hatırla… Neyse ki internet var.

Beş yıl kadar önce bir gazetede buranın zenginlerinden biriyle yapılan bir haber-söyleşi çıkmıştı. Bu zat biricik evladı olan güzel kızının lezbiyen olmasına kahrediyordu. Onu lezbiyenlikten vazgeçirip kendisine âşık edebilecek yiğide büyük bir de ödül vaat etmişti. Sanki Keloğlan masalı tadında ama aynıyla vaki…

Mikrofonu fırlatan işte o genç kadın. Geçmişteki dik duruşunu hatırladıkça, bu çıkışına duyduğum sempati daha da arttı. Hiddetine sebep olan mevzu bence bir mikrofona hedef olmaktan fazlasını hak ediyor. Olayın yaşandığı programın tanıtımından kısa bir özet şöyle:

“Çin Bekâr İş Adamları Kulübü, zengin bekâr erkeklerle tanışmak isteyen kadınları seçmek için bir duyuru yaptı. Tanışma partisi’ne katılmaya hak kazanmak için adayların görünüş, zekâ, yaşanılabilirlik, psikoloji ve sağlıktan oluşan beş turu geçmeleri gerekiyor (…) ‘Zengin erkekle tanışma randevusu yarışması’nın nihai seçmelerine yalnızca 50 kadın katılabilecek.”

Anladığım kadarıyla, burnu para kokusu almakta uzmanlaşmış yapımcı Çin’in zengin bekârlarını bu “iş”e ikna etmiş, bir kulüp kurdurmuş ve o kulüp aracılığıyla bu duyuruyu yaptırmış. Yarışma sonuçlandıktan sonra bu “peri masalı” Çin’de ve HK’da Tv’de yayınlanacakmış.


Program konuğu genç kadın, erkek egemen Çin kültürü hakkında ve patriarkal sosyo-ekonomik yapının cinsiyetçi rolleri kadınlar aleyhine sürekli yeniden ürettiği üzerine anlamlı değerlendirmeler yapmış. “Yarışma” ile kadının nesneleştirildiğini, küçük düşürüldüğünü ve hatta metalaştırıldığını anlatmış uzun uzun. “Ayrıca, zengin erkeklerle tanıştırılan ‘seçilmeyen’ kadınların sonraki yaşamaları nasıl olacak. O çevrenin kadınlarla daha sonra ilişkilerinin olmayacağına kim inanır” demiş-ki yüz kızartacak bir uyarı/ima… Bu söz boşuna değil: Basında Çin’in kadim “metres” geleneğinin yeni zenginler arasında tekrar “moda” olmaya başladığına dair yazılar çıkıyor.

Yapımcı izlenme rekoru beklediği “projesi” hakkında edilen sözlere belli ki çok bozulmuş. İşbilir pazarlamacı ağzıyla “geleneksel Çin kültüründe var olan ‘görücü usulü evliliği’ bugüne uyarladık. Aslında geleneklerin üstündeki tozu silkelemekle kültürel bir hizmet de yapmış oluyoruz (…) 5-10 milyon Yuan yatırımı olan bir işadamı için bir eş iş kartvizitinin bir parçası gibidir. Senin gibiler bunu anlayamaz” deyince, film kopmuş. Genç kadın o tiradı atıp mikrofonu hedefe yollamış.

Çin’de bizdeki görücü usulüne biraz benzeyen geleneksel evlilikler halen yaygındır ama bu “iş”in onunla benzeşen bir tarafı yok. “Yarışma” tanıtımından laf kalabalığı ve demagojiyi ayıklayınca, ortaya “zengin erkeklerin aralarından eş seçebileceği en uygun adayları bulup hazır etmek” gibi bir gerçek çıkıyor. Buna benzer eş seçimleri yüzlerce yıl önce Çin imparatorları ve oğulları için yapılırmış. “Yarışma”nın Çin gelenekleri ile tek benzerliği bu.

Kadın katılımcı politik ve felsefi olarak söylenmesi gerekenleri zaten layıkıyla söylemiş. Ben de Türkiye’de de benzerleri bulunan bu erkekler için iki laf etmezsem olmaz: Yeni boy atan kapitalizmin bir şekilde türeyen zenginleri kültürel bazı farklılıklar gösterseler bile, çoğunun mayası aynı hamurdan oluyor. Ataerkil kültüre yaslanıp “para benim değil mi, istersem nam olsun diye 17 yaşında kız alırım” diyen “hacıağa” türevleri ile bu adamlar aynı hamurdan.

25 Ağustos 2013 Pazar

Yeni bir din lazım


25 Ağustos 2013 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır.

Kowloon Parkın Nathan Caddesine bakan tarafında tüm din hizmetlerini de veren bir cami bulunur (Kowloon Mosque & Islamic Centre). Her gün önünden geçtiğim bu yapının duvarında “yardımlarından dolayı Kraliçe’ye teşekkür eden” o yazı dikkatimi çeker.

Bildiğim kadarıyla, bir gayrı müslimin Müslümanlar için ibadethane yaptırması veya katkıda bulunması kabul edilmez. Müslümanların orada ibadet etmeleri de caiz değildir. “O halde bu camide ibadet olur mu” sorusuna cevap bulmak benim işim değil. Yine de kendimce bir karşılık buldum: Türkiye’de Prens Charles’ın “gizli Müslüman” olduğuna dair rivayetler duyardım. Aynı hikâyeyi burada da duydum. Prens “gizli Müslüman” ise Kraliçe neden öyle olmasın… Benim dalga geçtiğim bu rivayetin gerçek olduğuna inananların sayısı burada eski İngiliz sömürgelerinden gelen Müslümanlar arasında epeyce fazla. Neyse, mevzu Kraliçe’nin imanı değil.

Burada, çoğunluk Asyalı olsa bile, dünyanın her tarafından Müslümanlar var. Farklı Müslümanlık anlayışlarına sahip, namaz ritüellerinde farklılıklar olan insanların birlikte nasıl ibadet ettiklerini uzun zamandır merak ederdim. Ayrıca, caminin içini görmek ve cemaati de yakından tanımak da istiyordum. Merakı gidermenin yolu bir kez olsun camiye gitmek. Kısmet bu bayram namazınaymış. Pakistanlı dostum ve aynı zamanda komşum olan Ali’ye katılıp caminin yolunu tuttum. Böyle bir projem olduğunu uzun zamandır bildiği için şaşırmadı ve “Bayram namazı kısa, fazla bir şey anlayamazsın. Bir Cuma namazına gelmelisin” dedi gülerek.

Camiye girdiğimizde imam İngilizce hutbe okuyordu. Mısır’a kadar uzanmasını bekledim; ama camiye Suudi desteğinin etkisiyle olsa gerek hiç bahsi geçmedi. Bu merkezi idare eden görevlilerinden bazıları Suudi Arap. İmamları da merkezin görevlileri belirliyormuş. Dualar Arapça olsa bile hutbe İngilizce olduğundan, imamlık için ilk ölçüt İngilizce bilmek. İbadet için de tabi ki Suudi ritüelleri benimsenmiş ve böylece “ortak yol” bulunmuş.

Namaz sonrası sıra oluşturan cemaatin bayramlaşması görmeye değerdi. Daha önce bu kadar samimi, içten bayramlaşan ve böylesine gerçek bir bayram sevinci, mutluluğu yaşayan insanlar gördüğümü hatırlamıyorum. Sonradan görme Hint coğrafyası zenginleri bu bahsin dışında. Onlar kimseyle bayramlaşmadan ve insanların yüzüne bakmadan “eid mubarek” deyip uzaklaştılar.

Yanlarında üç kuruşa kaçak çalışan din kardeşleriyle birlikte sıraya girmenin, onlarla ve diğer yoksullarla eşit koşullarda bayramlaşmanın imanlarıyla bir tuttukları zenginliklerine halel getireceğini düşündüler herhalde. Öyle ya, bayramlaşmak isteyen onların ayağına gider. Onlarda yoksullarla bayramlaşma lütfunda bulunur. Bu sonradan görmelik hali, ileride bir yazı yazmayı planladığım kast sisteminin modern sosyal dokuda halen karşılık bulan kalıntıları. Şaşırtıcı olan, bu Hindu geleneğini Müslümanların içselleştirmiş olması.

Ali “bunlar Hindistan’dan hep çok ucuza çalışacak gençler getiriyorlar. Zenginliklerinin aslında o çocukların rızkından çaldıklarıyla değil tanrının takdiri, onlara lütfu ile olduğuna inanıyorlar. Çalışanlarına para vermek istemezler ama camiye bağış yaparlar. Belki cami üstünde hak sahibi olduklarını, çalışanlarına ve bize dilediğimiz kadar ibadet etme imkânı sağladıklarını düşünüyorlardır. İşçileriyle ve diğer yoksul göçmenlerle aynı tanrıya ve dine inanmak galiba bu adamların zoruna gidiyor. Tanrının ayrıcalıklı kulları olmak istiyorlar. Onlara yeni ve janjanlı bir din lazım” dedi.

Bunları dindar bir adam söyledi, şaşırıp kaldım…

5 Haziran 2013 Çarşamba

Tarihe kayıt düşen sektör


2 Haziran 2013 tarihinde BirGün Gazeteinde yayınlanmıştır

Bu eve taşındığım ilk gün, gecenin geç saatinde iki bira aldım ve dükkânın önündeki merdivene oturdum. Duvara dayanmak üzereydim ki, işveli bir “Hi” sesine kafamı kaldırdım ve karşımda iç gıcıklayıcı olmaya çalışan bir Çinli kadın gördüm. Halinde, tavrında öyle bir “işbilir profesyonel” edası var ki, üzerinde o kadar sakil durmasa, sanırsın filanca firmanın sinir bozucu pazarlama uzmanı “business lady” konuşuyor.

Bira içer misin” deyip kutunun birini uzattım. Alkol almadığını söyledi. Sohbet, biranın faziletleri, Çin biraları, arpa rekoltesi gibi alâkasız mevzulara uzandı. Baktı ki konuyu sürekli başka yerlere götürüp onun menzilinden çıkıyorum, kısa kesti ve o profesyonel eda ile “ben Lily, işte kartım, kız arkadaş istersen ara” deyip uzaklaştı.

Bu “topu kaleden uzak tutma” tavrımı muhtemelen onu küçümseyen bir “beyaz adam” kibrine yormuştur. Kadın bedeninin “satın alınabilir bir cinsel haz nesnesi” haline getirilmesini onur kırıcı bulduğumu, kadına ve kendime olan saygımın bu alış-verişe engel olduğunu nereden bilsin…

Sonraları, çoğu “masaj salonları”nda çalışan başka kadınlarla da karşılaştım. Bu salonlar aradıkları “masör”ü HK’da kolay bulamadıkları için çalışanların çoğu Çin’den ve diğer Asya ülkelerinden gelenler. Bu salonlarda çalışmak kadınlara burada barınabilme imkânı sağlıyor. Kalan zamanlarında birçoğu kendisi için “”e çıkıyor. Yolu evimin önünden geçenler benden iş çıkmayacağını anladıkları ve kendileriyle "insan" gibi iletişim kurduğumu bildikleri için rastlaştığımızda artık iki satır sohbet ediyorlar. Yaşadıkları onca “yağma”ya katlanabilmek için ruhlarına zırh giydirmiş bu kadınlarla ayaküstü laflamaktan öte sohbet edebilmek uzun zaman ve çaba gerektiriyor. İnce ruhlu kız Qui’den sonra artık böyle bir niyetim yok.

Çin’deki fuar dönemlerinde HK’a gelen yabancıların sayısıyla birlikte bu kadınların da sayısı artıyor. Yabancılara, çoğunlukla batılılara, kırık dökük bir İngilizceyle “masaj ister misin” diye çekingence soran kadınlar görüyorum. Buralarda teklifin yöntemi bu. Bizdeki ve batıdaki gibi rahatsız edici düzeyde rahatlık buralarda yok.

Anlamak niyeti olan birisi için kırılganlıkları, yalnızlıkları, toplumun dezavantajlı kesimlerinden geldikleri ilk bakışta fark ediliyor. Bilindiği üzere, "orospuluk" payesi sadece toplumun en dezavantajlı kesimlerinden gelen bu kadınlara veriliyor. Bir de bu işin saltanatını sürenler var ki, onlarla böyle ayakaltlarında karşılaşmak mümkün olmaz. Onlar pahalı mekânlarda, paralı adamlarla “seviyeli ilişki” yaşarlar. Yurtdışı seyahatleri, pahalı hediyeler, yatağa yosma girip şarkıcı, oyuncu, yazar çıkmak karşılığında iş tutan bu "erbap” taifesi bu payeden azade.

Burada söz konusu olan sosyal statü ve fiyat. Kapitalizmin terimleriyle ifade edersek şöyle oluyor: “Marka değeri” (sosyal statü) ve “değişim değeri” (fiyat). Şayet sosyal konumun ve fiyatın yüksekse, “orospuluk” damgası da üzerine yapışmıyor.

Bu kadınlar artık eğitim kurumlarının da ilgi alanına girdi. Bazı batı üniversiteleri irfanlarını artırsınlar diye öğrencilerini geneleve götürmüşler. Akıl eden âlime bravo! "Kapitalizm işte bu’dur ve böyle işler" demenin daha basit ve etkili bir yolu sanırım yoktur. Göründüğü kadarıyla eğitim sistemi yavaş yavaş doğru yolu buluyor.

Bu eğitim sistemi şakasını Qui’ye anlatsam ne derdi acaba. Muhtemelen anlamaz ve lâfı “küçük kızının iyi bir eğitim almasına” ve “onun yaşadığı kaderi yenmesine” getirirdi.

Bu geç saatte onu hatırlamak ağır geldi, çıkıp iki bira içeyim...

19 Mayıs 2013 Pazar

Servet düşmanı liberalizm

19 Mayıs 2013 tarihinde BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Burada ne zaman ev taşıdıysam, hep ev sahiplerim evi sattıkları için oldu. Son oturduğum evin sahibi de arayıp evi satmak istediğini ve kontratı yenileyemeyeceğini söyleyince, bana musallat olan kör talihe biraz sayıp döktüm.

Birkaç gün sonra bir emlakçı yanında yaşlı sayılabilecek, minyon tipli, son derece dinç ve esprili bir Avustralyalı kadınla çıktı geldi evi göstermek için. Kadın bana “bu evi satın alırsam oturmaya devam eder misin?” diye sordu. Evden çıkarılmayı beklerken gelen bu teklife biraz şaşırdım. Yine de kadının esprili havasına ortak oldum ve ödediğim kiranın yarısını söyleyip “şu kadara olursa, tabi ki oturmak isterim” dedim. Cin gibi bakan gözlerini bana dikti ve o muzip haliyle “soyguncu serseri” dedi.

Birkaç gün sonra eve uğradı. Biraz hoşsohbet sonunda, altı kat üstteki kiralık daireye taşınmamam için kirada indirim yaptı; ama sanki etinden et koparılmış gibi hissettiğinden eminim. Yaptığı indirimde ikram ettiğim iki kadeh şarabın da etkisi olabilir. Bu indirimi kaç senedir bir türlü unutmadı ve “o indirimi sana evimde bir batılı otursun diye yaptım, diğerleriyle anlaşamıyorum” diyor.

Birkaç yıl önce ev sahibim olduğunda 81 yaşındaydı, halen o yaşta. Bir vesileyle yaş mevzusu açıldığında “beş yılda bir yaş yaşlanmak bence de çok güzel” diye takılıyorum. “Ne yapacaksın yaşımı, benimle mi evleneceksin” deyip konuyu geçiştiriyor.

Hong Kong’da olduğu zamanlar birkaç günde bir bana mutlaka uğrar. Her seferinde birlikte dünyayı liberallere dar ederiz. O bana göre daha radikal: Benimki liberal karşıtlığı, onunki ise düpedüz liberal düşmanlığı, hem de en sağlamından. Tanıdığım varlıklı tek liberal düşmanı.

Düşmanlığının sebebi şu: Avustralya hava yollarında 45 yıl çalıştıktan sonra 20 yıl kadar önce emekli olmaya karar vermiş. O yıllarda iktidarda olan Liberal Parti’nin emeklilik yasasında yaptığı bir değişikliğe dayanarak “senin malın mülkün, yeteri kadar gelirin var. Ayrıca emekli maşına ihtiyacın yok” demişler ve emekli maaşı bağlamayı reddetmişler ve böylece sağlam bir düşman sahibi olmuşlar.

Bu durum o kadar zoruna gitmiş ki, bir vesileyle sık sık sohbetimize konu oluyor. Biraz da benim kışkırtmamla “ben 45 sene çalıştım ve sigorta primi ödedim ama liberal pislikler bana ‘sana emekli maaşı yok’ dedi. Üstelik ben de onlara oy vermiştim” deyip okkalı bir küfür savuruyor. Son gelişinde “bunların emeğe hiç saygısı yok, bunlar servet düşmanı” deyip biraz içlendi. Liberallerin emek düşmanı olduğunu zaten biliyorum. Renkleri sağa doğru karardıkça başka şeylerin düşmanı da olabilirler; ama “servet düşmanı” olduklarını ilk defa duyuyorum.

Bunlar Komünist falan olmasın” diye takıldım. “Komünistler böyle yapmaz” diye cevapladı. “Peki ne yaparlar” diye sordum. Yüzüme “ulan ben filozof muyum, ne diye böyle derin sorular soruyorsun” der gibi bir edayla baktı ve “hiç değilse, 45 sene çalıştın ve prim ödedin, al sana sembolik 100 Dolar emekli maaşı derlerdi. Biraz saygı gösterirlerdi” dedi ve “şuna şarap doldur” deyip kadehi önüme sürdü.

Eninde sonunda emekli maaşına kavuşup ona haksızlık yapan liberallere esaslı bir ders vermeyi hayatının amacı haline getirmiş. Bugüne kadar bütün yasal yolları denemiş ama sonuç alamamış. Şimdi kalan tek yolu deniyor: Avustralya’daki malını mülkünü çaktırmadan elden çıkarmakla ve servetini HK’a aktarmakla meşgul.

Bu işi tamamladığında, malı mülkü ve hiçbir geliri olmadığını belgeleyip emekli maaşına kavuşmayı ve böylece “servet düşmanı liberaller”e iyi bir ders vermeyi umuyor.

21 Nisan 2013 Pazar

Bir ateşim yanarım…


21 Nisan 2013 tarihinde BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Geçenlerde benden bağış isteyen bir Budist Rahip’in önünde durdum, elimi cebime götürdüm ve ne çıktıysa rahibin elindeki tasa attım. Beni şükranla selamlamasına karşılık verip başımı kaldırdığımda, neredeyse aklımdan silinmiş olan krematoryum’un insan boyundaki o alevi çarptı gözüme. O an, Rahip’in “ruhumun selamete ermesi”ni dileyen duasını almakla çok hayırlı bir iş yaptığıma kanaat getirdim.

Uzun zamandır görmediğim bu bina eski semtimin yolu üstündeydi. Önünden her geçişimde, insan boyunca alev saçan bir yakma fırınının önünde dua eden rahipler görürdüm. Budist, Toaist, Konfüçyanist rahip olmak gibi bir istidadım olmasa da, bu felsefi geleneklere mensup rahiplerin dua ritüellerindeki farkları ayırmaya ve merhumun hangi inanca mensup olduğunu anlamaya başlamıştım. Sonra o semtten taşındım ve o görüntüleri de unuttum.

Bir arkadaş “alevi gören herkes dua ediyor, adı sürekli anıldığı için Tanrı bu çevreyi herhalde çok seviyordur” demişti. Tanrının ne düşündüğünü bilemem; ama fanilerin muhabbet duymadığı bir çevre olduğu kesin. Zira şehrin merkezi bir yerinde olmasına rağmen, bu çevredeki binaların kiraları ucuz. Bu civarda oturanların işlerinin düzeldiğine ve yaşam standartlarının yükseldiğine dair mebzul miktarda efsane olmasına rağmen, krematoryumu doğrudan gören binalarda boş daireler var. Günün birinde kendi başına geleceklere tanık olmanın sevimsizliği, ölümün soğukluğunu her daim görüp hissetmek gibi “öbür dünya korkuları” bu dünya’da kiraların düşük kalmasına yaramış gibi görünüyor.

HK’da dört tane krematoryum olmasına rağmen, cenazenin yakılması için sıra alınması gerekiyor ve sıranın gelmesi bazen üç ay alabiliyormuş. Biz vefat eden bir dostumuzun töreni için altı hafta beklemiştik.

Yakma işlemi sonunda merhumun külleri ailesine teslim ediliyor. Yakınları o külleri isterlerse saklayabilirler veya buradaki “anma parkları”ndan birine serpebilirler. Pek o havayı vermeseler de, bu parklar aslında Uzakdoğu’ya özgü mezarlıklar. Biraz ötemdeki şu genç kadın öyle derin bir özlemle dua ediyor ki, sanki burada birisini arıyor gibi. Ayağa kalkıp kaybının anısına saygımı ifade etmek ihtiyacı hissettim. Bana şükranlarını ileten gözlerinde hicran var, kimi kaybetmiş olabilir acaba…

HK’un en sakin ve bakımlı yerleri sanırım bu parklar. Sakinliği, çevrede ölçüsüz davranışlar sergileyenler olmadığı anlamında söyledim. Yoksa “ruhlar âlemi” olarak pek tenha yerler olduklarını sanmıyorum. Aksine, etraf epeyce kalabalık olmalı. Çünkü “Uzakdoğu dinleri”nde ölenlerin ruhları yaşamaya devam eder. Ataların ruhları her an çevremizde bulunur, bizi koruyup kollarlar ve kaderimizi etkileyebilirler. Atalara tanrısal özellikler atfetme aslında eski Çin dinlerinin özellikleri; fakat Budist, Konfüçyanist, Taoist felsefi geleneklere de geçmiş ve bugüne kadar gelmiş.

Bu üç inançta da ölülerin yakılması kural sayılır. Memleketteki zengin mezarlarının “devre mülk” görüntüsünü ve fukara mezarlarının halini hatırladıkça, yakma geleneğinin eşitsizliğin mezarda bile devam etmesini önlediğini düşünürdüm. Lâkin pek öyle değilmiş. Zenginliği ölüm sonrası da yaşamak için burada tuhaf bir yol varmış. Ben de yeni öğrendim ve çok şaşırdım.

Dünya nimetlerinden başkalarının hissesine de kâm alan bazı zevat öldükten sonra önce gömülürlermiş. O gösterişli mezarlarında birkaç yıl “ölümün saltanatı”nı da sürdükten sonra, çıkarılıp krematoryumda yakılırlarmış. Buna “ikinci defin” denirmiş. Selâmün kavlen!

Sayın vekilim S. Süreyya Önder, hani ölüm herkesi eşitlerdi...

7 Nisan 2013 Pazar

Kowloon Park’ın kuşları


7 Nisan 2013 tarihinde BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

 
Karşı sahilde uzanan dağlık orman ile arama otuz katlı bir “modern yaşam duvarı” dikilince, pencereden doğa harikası Kowloon Park’ı görebildiğim bu eve taşındım.

Bahar geldiğini haber veren manolya ağaçlarının kırmızı/pembe çiçeklerini seyretmek için her gün bu parka uğruyorum. Parktaki gölette dolaşan envai çeşit kuşu izlemek benim için bir diğer eğlence. Buradakileri görmeden önce bu kadar ördek çeşidi olduğunu bilmezdim. O kadar güzeller ki, şu yavrulardan birini cebime sokup gitmemek için kendimi zor tutuyorum.

Bu parkın müdavimleri tabi ki yalnızca ben ve bu kuşlar değil. Bir de buranın sadece Pazar günleri ortalıkta görünen “göçmen kuşları” var. Onların hikâyeleri diğer kuşlara göre daha ilginç. Parkı birlikte gezdiğimiz bir İtalyan kız arkadaş üçlü beşli gruplar halinde sohbet eden yüzlerce kadınının seslerini duyunca “bıcır bıcır, sanki kuş cenneti gibi” demişti. “Evet, göçmen kuşların cenneti” diye karşılık vermiştim. Pek yanlış bir benzetme sayılmaz; çünkü Pazar günleri burada toplanan kadınların tamamı göçmenler. Çoğunluğu Endonezya ve Filipinlerden gelen ve ev işlerinde yatılı olarak çalışan kadınlar.

Ev işleri için Endonezya ve Filipinli kadınların tercih edilmesinin sebebi şu: Hem ucuza çalışıyorlar, hem de 24 saat “el altında” bulunuyorlar-reva görülen muameleye katlanmaları da işin bonusu. Evin bir köşesine, çoğunlukla mutfağa, yapılan bir küçük bölmede yatıp kalkan, her seslenildiğinde hizmete hazır, güzel yemekler yapan; fakat yemeğini ev halkının masasında değil, onlar yemeğini bitirdikten sonra, mutfakta tek başına yiyen “modern İsaura”lar. Bu kadınlar çoğunlukla Hint coğrafyasından veya kendi ülkelerinden HK’lu yeni zenginlerin evlerinde çalışıyorlar; yani saygı ve nezaketin inceltici terbiyesi ile pek tanışmamışların yanında.

Bu kadınların neredeyse tamamı kaçak çalışıyor. Çalıştıran kişi kadın için izin/ikamet başvurusu yaparsa “göçmenlik dairesi” çeşitli ölçütler için inceleme yapıyor. Evde kadın için bir oda ayrılmış olması bu ölçütlerden biri. O odanın aslında kendisi için olmadığını söylemek kadının gösterebileceği bir cesaret değil. Üç kuruş nafaka için evini barkını, ailesini geride bırakmayı ve memleket aşırı yerlere gitmeyi göze aldırabilecek kadar büyük bir yokluk ve yoksulluk böyle cengâverlikleri kaldırmaz.

Bu kadınlar arasında Batılıların yanında çalışanlar da var ve onlar kendilerini şanslı sayıyorlarmış. Alınan ücrette fark olmasa bile, bir oda verilmesi, hizmet saatlerine biraz özen gösterilmesi, nezaketle davranılması onlar için tabi ki önemli konular. Batılıların yanında çalışmak istemelerinin asıl nedeni, ev sahibinin çalışmasından memnun olduğu kadın için HK ID kartı başvurusu yapması. Ee, “Beyaz Adam” bu! Sömürünün inceliklerini bilir. O ID kart sayesinde burada rahatça yaşayabilirler.

Bu kadınlarla birlikte, Hint coğrafyasından gelen ve onlar gibi kaçak çalışan bıçkın delikanlılar da ortalığa dökülüyor ve Pazar günleri park bir nevi “piyasa yeri”ne benziyor. Kızlara kur yapmalarını izlemek ördekleri izlemekten daha eğlenceli. Nasıl bir istihbarat ağıysa, HK ID kartı olan kadınları biliyorlar ve rağbet onlara. O kızlardan biriyle evlenebilirlerse, HK’ta yaşamayı garantilemiş olurlar. Ondan sonra ne sınırda durdurulmak, ne sorgu sual ne de sınır dışı edilmek korkusu kalır. Yırtmaya çalışan kavruk gencin ütopyası işte...

Onlar kızlara kur yaparken, bazı kızlar benim gibi 50’sine dayanmış bir “beyaz adam”a göz süzüyor, lâ havle! Ee, herkesin kendine göre bir yırtma projesi var…

24 Mart 2013 Pazar

Aa Hong Kong’da yoksul varmış!

24 Mart 2014 tarihinde BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Memleketin ana-akım basının aklına buranın yoksullarıyla ilgilenmek nereden düştü bilmem. Geçenlerde bir gazetenin internet baskısında buradaki yoksulların yaşamını anlatan resimler
gördüm. Sanki “bir tarafta onca zenginlik varken, diğer tarafta böyle yoksulluk nasıl oluyor” diye soran şaşkın bir halleri var gibiydi. Şaşkınlıklarını, bunca yoksulluğun zaten o diğer taraftaki zenginlik yüzünden olduğunu anlayamadıklarına yormak fazla iyi niyet mi olur acaba…

Yoksulluk dünyanın her yerinde bazen insanın içini acıtan görüntülere sebep oluyor. Gazetemiz yazarı “iktisat uleması”nın işine karışmak gibi olmasın, benim anlayabildiğim şu: Bir memlekette zenginlik boy attıkça (kapitalizm geliştikçe), yoksulluk da ona paralel olarak sanki daha yakıcı, beter bir hal alıyor. O güne kadar insanların tutunduğu dalları da birer birer kırıyor, korunmasız, desteksiz bırakıyor. Görünmez yoksulların sayıları artarken, yaşam koşulları da fenalaşıyor, aynen buradakiler gibi. Neden böyle olduğu hakkında bizi irşat etmek ulemaya düşer. Benim iktisat bilgim kapitalizmin karanlık dehlizlerinde dolaşmaya yetmiyor.


Buraya ilk geldiğim zamanlar, HK’lu bütün üreticiler Çin’e taşınmakla meşguldü. İngiliz Kolonisi olduğu dönemde üretim üssü olan eski havaalanı bölgesindeki 10-15 katlı devasa binalar boşaldı ve bölge terk edilmiş Meksika kasabasına döndü. Bir zamanlar gürül gürül para akan o sokaklarda şimdi yokluk ve yoksulluğun ezik ve mahcup silueti dolaşıyor. Bazı binalar “yoksulluk simsarları” eliyle yoksulların ucuza kalabildiği barınaklar haline geldi.

Üretim buradan Çin’e ardında binlerce işsiz bırakarak taşındı. Zaten üç kuruşa çalıştırılan bu insanların çoğu yeni bir iş bulamadı ve kaybedenler kervanına katıldı. Aralarında kapitalizmin cafcaflı ışıklarının sihrine kapılıp daha iyi bir hayat umuduyla HK’a gelen ve beter bir yoksulluğun girdabına düşenler de var.

Yoksulluğun tüm vebali sanki onlara aitmiş gibi, yoksulluğundan eziklik duyan bu insanlar şehirde pek görünmezler. İncinmemek, onurlarını korumak için ortalıkta görünmeden o izbe mekânlarının çevresinde yaşarlar. Yoksul midesi bu pahalı şehirde bile kanaatkâr: Üç kuruş sosyal yardım veya ıvır zıvır işlerden kazanılanla günlük iki öğün noodle çorbası, belki biraz pirinç ve sebze ile doymayı öğrenmiş. Eski evim bu bölgeye yakındı. Burada tanık olduğum ve “yoksulluk ekonomisi” dediğim bu insanlık hali hakkında ileride bir şeyler yazmayı planlıyorum.

Bunlar şehir içindeki ve görebildiğimiz insanlar. Şehrin uzağında, Çin sınırına yakın ormanlık alana kurdukları izbe barakalarda yaşayanlar da varmış.

Buraya ilk geldiğim zamanlar vergi oranı yüzde 18’di. Fazla vergi toplandığı ve harcanacak yer olmadığı gerekçesiyle, azaltıla azaltıla yüzde 16,5’e kadar indi. Yoksulların yaşam koşullarının biraz düzelmesi için toplanan vergilerden daha fazla pay ayırmayı ve bu amaçla vergi oranlarını artık düşürmemeyi akıl edebilmek uzun zamanlarını aldı. O da ÇKP’nin resmi gazetesi sayılabilecek (ana-akım memleket basınına göre daha bağımsız) “People’s Daily”de yayınlanan ve HK’daki yoksulların durumuna dikkat çeken bir araştırma sonunda akıllarına gelebildi. Şimdi sosyal yardımı artırmayı ve yeni evler yapmayı planlıyorlar.

ÇKP marifetiyle bir rapor hazırlanmışsa, ciddiye almayacak hiçbir kişi/kurum yoktur-ben dâhil. Öyle ki, gazetenin HK körfezindeki balık nüfusuna ilişkin bir yazısından sonra oltacılığı bıraktım.

Aslında “Kowloon Park’ın kuşları”nı anlatacaktım; fakat laf uzadı. Sonraki yazıya kalsın…

10 Mart 2013 Pazar

Birinci Afyon Savaşı ve Hong Kong

10 Mart 2013 tarihinde BirGün Gazetesinde "Çakma Çin" başlığıyla yayınlanmıştır

Rivayet edilir ki, Hong Kong’un (HK) tekrar Çin’in bir parçası olduğunu görmek Deng Usta’nın en büyük hayaliymiş; fakat ömrü vefa etmedi. Bu uğurdaki çabasına ithafen basılan pulların yanı sıra HK’a bir anıtı da dikilmiş-henüz görmedim. Finans Kapitalin dünya’daki birkaç üssünden birine Mao’nun heykelini dikmek gibi bir “izansızlık” o keskin ÇKP zekâsına yakışmazdı zaten.
 
İngiliz kolonisi HK

Ülkenin “keşhane”ye döndüğünü gören Çin İmparatoru 1729 yılında afyonu yasaklar; fakat İngilizler yüzyıl daha Çin’e afyon sokmaya devam ederler. Çin 1838 yılında büyük miktarda İngiliz afyonuna el koyup imha eder. Bu nedenle, iki ülke arasında “Birinci Afyon Savaşı” çıkar ve Çin yenilir. 1842’de yapılan anlaşmayla, HK’u Britanya’ya verir. O zamanlar insanların zihnini uyuşturmak için Emperyalizmin elindeki en kârlı araç galiba afyonmuş. 
Ödenen ağır bedeller sebebiyle olsa gerek, Çin’de en ağır suç halen uyuşturucudur. Suçlu bulunan bu âlemi terk eder.

Yüz elli yıllık koloni geçmişinde, “İngiliz sömürgecilik aklı” istilacı güce hayranlık duyan, onun kültürüne öykünen “pseudo (sahte) İngiliz” nüfus türetmiş burada. İngilizlerin işgal ettikleri yerlerde bu hayranlığı, “ceddimiz”in ise tam tersini nasıl becerdiğini hep merak ederim.

Çin’e devredilmeden hemen önce, “kaçın Çinliler geliyor” korkusuyla epeyce HK’lu İngiltere’ye göç etmiş. “İngiliz muhipliği”nin Kraliçe’nin evinde işe yaramadığını gördüklerinden ve Çinli olduklarını idrak ettiklerinden olsa gerek, zamanla çoğu geri dönmüş. Adını Henry olarak değiştirmesine ve onca şaklabanlığına rağmen son Çin İmparatoru Pu-Yi bile İngiliz olamadıktan sonra…

Deng Usta’nın “İkinci Devrim”i meyvelerini verene ve Çin tüm dünya ile ticari ilişkiler kurana kadar, Çin’in dünya’ya açılan kapısı HK olmuş ve bundan ciddi refah sağlamış. Çin’deki “reform” sürecinin geleceğini önceden gören Finans Kapital buraya üs kurmuş. HK yönetimi de işleri kolaylaştırmış. Devir sonrası sistemde bir değişiklik olmamış. Korkulanın aksine, iyileştirildiği söyleniyor. Sistemin esnekliği ve kolaylıklar nedeniyle Çin’de yerleşik yabancı firmaların merkezleri buradadır. Velhasıl, yabancıların endişelenmesini gerektirecek bir şey yok. Zaten yöneticisinin HK’lu büyük bir kapitalist olduğu bir “serbest bölge”den dünya sermayesi neden korksun ki… Binyıllar içinde süzülerek incelmiş “devlet etme aklı” böyle bir şey olsa gerek.

Asya Krizi’nde ekonomileri bir gecede çökünce, İngiliz kültüründen sirayet eden ve refahın da büyük katkı yaptığı “HK’lu kibri” fena çizik yemiş. İşgalcinin gözüyle bakıp küçümsedikleri Çin’e mecbur olduklarını anlamışlar ve kendi gözleriyle tanıdıkça dil de “onlar da bizim insanlarımız” şeklinde değişmeye başlamış. İfadeden anlaşılacağı üzere, İngiliz kültüründen bulaşan tepeden bakış virüsü halen bünyede dolaşıyor. Özellikle iyi İngiliz okullarında okuyan ve onların kültürüyle yetişenlerin davranışlarındaki “İngiliz asaleti”ne Kraliçe bile gıpta edebilir. Oysa, Çin kültüründe insanlara tepeden bakmak saygısızlık kabul edilir ve çok ayıp bir davranıştır.

Çin inceden inceye buradaki İngiliz izlerini silmekle meşgul. Buralarda her şey incelikli, insanların gözüne sokmadan yapılır. O izleri silerken utanç olarak kabul ettikleri geçmişin de izlerini silmek istediklerini sanıyorum. İşe eğitim sisteminden başladılar. Şimdi öğrenciler Çin tarihi okuyor, Mao’ya ve “II. Devrim”in mimarı Deng Usta’ya şükran duymaları gerektiğini öğreniyor.

Çin yavaş yavaş İngiliz izlerini silerken, Kraliçe’nin son “HK Valisi” ise şimdi burada fırıncılık yapıyor.