22 Aralık 2015 Salı

Karabatak kuşu-balıkçı ilişkisinin ekonomi politiği

20 Aralık 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Önceki yazımda, bu hafta “Çin komünizmi” üzerine yazacağımı belirtmiştim. Birkaç bölüm sürecek bir yazı olduğu için yeni yıla erteledim ve memleketin bu kasvetli günlerinde buralardan yılbaşı havasına uygun eğlenceli bir şeyler yazmak istedim.

Çin kültürünün benim için en etkileyici özelliği olan şükran duygusu ve saygıyı doğayla kurdukları ilişkide de gözlemliyorum. (Çin dinlerinde Doğa bir tanrıdır). Doğadaki birçok hayvan ve bitki-sebze Çinlilerin olağan yiyecekleri arasında yer almasına rağmen, (bizdeki yağmacılığın aksine) türün devamlılığına gösterilen özeni doğaya şükran ve saygının ifadesi olarak görüyorum. Yanımdaki kafeste duran Karabatak kuşlarının bu görüşüme itirazı olabilir ki; bence de haklılar. Kuşlardan biri bana öyle bir bakıyor ki, gagası bağlı olmasa, sanki ağzını açıp bu itirazı dile getirecekmiş ve “Bizi kafeste gördüğüne şaşırdın mı?” diye soracakmış gibi bir hali var. Nasıl şaşırmam; Karabatak gibi insandan fazlasıyla uzak duran bir kuşun kafeste işi ne… Hem de göz teması kurarak, sanki sorguluyormuş gibi bakıyor. Bu bakıştan gözlerimi kaçırmadıysam, klinik psikoloji uzmanlığımdandır.

Çin’de ne zaman yolum bir küçük kent-kasabaya düşse pazaryerini mutlaka gezerim. Özel bir şey aradığımdan değil ülke kültürü hakkında çok şey barındırdığı için ilgimi çekiyor. Bunlar, köylülerin sadece kendi ürünlerini sattıkları pazarlar. Bambu kafes içindeki bu dört Karabatak kuşu da bu pazarın bana sürprizi. Önce, etraftaki ördek ve tavuklar gibi pişirilmek için satıldığını düşündüm. Satıcının bir alıcıya yaptığı “Ağzından balığı yüz defa da alsan, yine dalar. Hiç düşünme al” kabilinden “ürün promosyonuna” ve bir kuşun “değişim değeri” için yapılan kıran kırana pazarlığa tanık olunca, Çin hakkında bilmediğim bir şeyi daha öğrendim.

Satıcıya “Bu kuşlarla ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Gazeteci, TV’cu musun? Belgesel mi çekeceksin?” diye karşılık verdi. Meğer daha önce bir Batılı TV kanalı “Karabatak kuşuyla balık avlama geleneği” hakkında bir belgesel çekmiş. Belli ki o belgesel için aldığı paranın tadı damağında kalmış ve bir belgeselci (balık) daha yakaladığını sandı. Ne de olsa adam Karabatak kuşu yetiştiricisi… Gazeteci olmadığımı söyleyince, biraz bozuldu ve başından savmak ister gibi “Al bir tane, sana ucuza veririm” dedi. “Ne yapayım onu” deyince, “hediye edersin” dedi. Sanki Kanarya satıyor… Belli ki gazeteci-TV’cu olmadığıma inanmadı ve “kuşu belgesel çekeceğin balıkçıya hediye edersin” demek istedi.

Anlaşıldığı üzere, kuşların o kafeste olmalarının nedeni (insan-doğa ilişkisine ticaretin bulaşmasıyla oluşan) bir “marjinal sektör” için “meta” haline gelmiş olmaları. Bahtlarına düşen ise, göl ve nehirlerde balık avlamak için kullanılmak. Ava çıkmadan önce hayvanın boğazı bir iple bağlanarak iyice daraltılırmış ki yakaladığı balığı yutmasın. Su altında yakaladığı balığı yutmak umuduyla su üstüne çıktığında, yutmak için cebelleşirken, balıkçı hayvanı sala çekip ağzından balığı alırmış. Sömürünün de bu kadarı… Kuş da olsan kahrından ölürsün. Arada bir boğazındaki bağı çıkarıp bir balık yutmasına izin verirlermiş ki açlıktan bitap düşmesin ve yutabileceğine dair yanılgısı devam etsin. Bu kuşlar oy kullanabilseler, bu algılama-muhakeme yetisiyle kesin AKP seçmeni olurlardı.

Aralarından başına geleni anlayıp suya dalmayı reddeden kuşlar da çıkarmış. Balıkçı balık tutması için saldan suya atsa bile, isteneni yapmaz ve aldırış etmeden suyun üstünde yüzermiş. Bunlara sınıf bilinci kazanmış proleter Karabatak diyebiliriz. Haliyle, bunlar bizim kuşlar oluyor. Yani sistemin nasıl işlediğini gören ve sömürüye baş kaldıran Karabataklar. Bunlar makbul kuşlar değil. O yüzden sonları genellikle tencerede bitiyor. Çünkü bu hayvanların “bizim kuşlar” gibi zeki olanı değil yakaladığı balığı yutabileceği umuduyla suya sürekli dalan köle ruhlu yarım akıllısı işe yarıyor.


Sonuç olarak, Karabatak kuşu sömürüsüne dayalı “bir nevi (Çin’e özgü) kapitalizm” diyelim. Buralardan ekonomi-politiğe bir katkı olsun…

12 Aralık 2015 Cumartesi

Helal-İslami haramilik

6 Aralık 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Çin’in bu eyaletindeki dostlarla yaptığımız ve bu yazıya konu olan sohbet Rusya ile yaşanan uçak krizinden önceydi. Bu dostlar, bu eyalette yabancıların yatırım projelerini değerlendirmekle görevli. Fu, “Türkiye’den son birkaç ayda aldığımız yatırım başvurusu çok arttı. Bu artışın nedenini anlamakta zorlanıyoruz” diye lafa girdi. Uzun ve daldan dala atlayan sohbeti kısaca şöyle özetleyebilirim:

“Çin, hem yatırım avantajları hem de dünya pazarlarına erişim açısından yabancı yatırımcılar için bir cennet sayılır ama asıl nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de yatırımcıları tedirgin eden bir gidişat söz konusu. Ülkede Mussolini’nin faşist devlet tanımında anlatılanlar yaşanıyor. Dünya uzun bir süre AKP’yi bir muhafazakâr parti olarak görme yanılgısı yaşadı – artık uyanmaya başladılar. Oysa AKP muhafazakâr değil İslamcı-faşist karakterde bir parti. Mussolini’nin “Faşist Parti”sinin neredeyse aynısı. Nazi partisinin daha “beceriksiz” bir versiyonu. Aynen onların yaptığı gibi, her şeyi faşist parti (devleti) safında hizalamaya çalışıyorlar ve herkesi de orada hizalanmaya zorluyorlar. Hizaya gelmeye pek gönlü olmayan işadamlarının yatırımlarını kaybetmesi işten değil. Çin’de yatırım başvurusu yapanların gidişatı gördüğünü ve bu kötü sonu yaşamak istemediğini düşünüyorum.

Bir adam istedi diye devletin mafyanın bile kullanmaktan ar edeceği yöntemleri kullanarak bazı işletmelere el koyduğunu, hakkınızı aramak için tek araç olan hukukun karşınızda yer aldığını görseniz ve sıranın bir gün size de gelebileceğini bilseniz, siz ne yapardınız? Türkiye’de olup biten tam da bu. Uydurma bir suçlama, ağır vergi cezaları, mal müsaderesi yoluyla bir işletmeye el koymalarını engelleyecek hiçbir şey yok. İstedikleri yatırıma el koyup kendi yandaşlarına rahatlıkla peş keş çekebilirler.

Bu adamların iştahını kabartan, çökmek için fırsat kolladıkları başka işletmeler de olduğundan eminim. Çöktükleri işletmelere kayyum olarak atadıkları adamlarına kırk bin dolar maaş ödüyorlar. Aslında, bu yolla sermaye transferi yapılıyor. Yani çöreklendikleri işletmeleri finansal olarak çökertmeye çalışıyorlar. Böylece, iflas etmiş gibi gösterip bir yandaşa peşkeş çekmeye hazırlanıyorlar. Satın almak için kullanacakları parayı bile bu sermaye transferi yoluyla karşılayacaklar.

Bir zamanlar Türkiye üreticileri için büyük bir pazar olan Ortadoğu’da artık mal satabilecekleri bir ülke kalmadı ve ölü bir pazara dönüştü. Çünkü Türkiye tüm bölgeyle düşman. Sadece iki Arap diktatörlüğü ile ilişkileri normal denebilir. Fakat onlar Türkiye’den mal ithal etmeyi zül addedecek kadar kibirli görgüsüzler.

Eski pazarların kaybı ve iktidara güvensizliğin yanı sıra, Suriye savaşındaki rolü nedeniyle, ülkenin dünyaya verdiği kötü görüntünün de sonuçları olacak. Çin’e yatırım başvurusu yapanların ülkeye bu nedenle bir bedel ödetileceğini de sezdiklerini sanıyorum.

Emperyalizmin faturayı birine kesip ellerini temizleme niyeti bir tarafa, insanlık bu dünyada İŞİD vb islamo-faşistlere yer olmadığını artık anladı. Bunların entarili ve vahşi primat sakallı olanları ile kravatlı olanları arasında pek fark olmadığını da görmeye başladı. Bunların uygarlığın değerleri ile barışmalarını ummak hayalden de öte. İslamcı karakteri nedeniyle, AKP’nin de aydınlanma ve modernite ile ilişkisi, muhafazakârlıktan ayırıcı özellik olarak, rezerv koyma değil açıkça reddiye üzerine kurulu (Aynen Suriye ve Irak’taki ilkeller gibi). Velhasıl, bedel ödeme ve çöplüğe atılma sırası kravatlılara da gelecek. Bunun nasıl olacağını bilemiyorum ama insanların bunu fark ettiğini sanıyorum. Ödenecek bedelden korktuklarını ve güvenli yatırım limanına sığınmaya çalıştıklarını düşünüyorum”.


Sermaye adına konuşmama bakıp “Bu ne sermaye muhabbeti böyle” demeyin. Yok öyle bir şey. Sadece Çinli dostlara durumu açıklamaya çalıştım. Ayrıca, burada öyle sermaye karşıtlığı yaparak komünist olunmaz. Çin’de komünistlik, hâlihazırda, kapitalizm olsun ama kuyruğu bizim (ÇKP) elimizde olsun demektir. O da sonraki yazıya…

24 Kasım 2015 Salı

Helal-İslami pornografi

22 Kasım 2014 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Son yıllarda Çinli TV dizisi yapımcıları Çin İmparatorlarının saraylarında kadınlar üzerinden yaşanan saray içi güç çekişmelerini ve entrikaları keşfetti. Tahmin edileceği gibi, diziler genellikle imparator ve saraydaki bir metres arasındaki aşk, diğer kadınların kıskançlığı, imparatorun gözüne girmek için birbirleriyle (özellikle gözde metresle) rekabetleri vs üzerine kurulu. Bir metrese yatırım yapan saray içi güç odaklarının izlediği “kokteyl” stratejinin bir parçası, kadını yatakta imparatorun aklını başından alacak kadar incelikli beceri ile donatmak. Böylece, sekizinci derece metreslikten birinci dereceye ve gözde metresliğe yükselmenin yolunu açmak.

Anladığım kadarıyla, eski Çinliler cinselliği bir nevi sanatsal yaratıcılık olarak kabul etmişler. Fakat bir de bazı “sanatçı” uzmanların imparatorların cinsel yaşamını renklendirmek için yazdıkları fantezi içerikli resimli kitaplar var ki, yaratıcılığın zirvesi sayılır desem yeridir. Bir ara, tarihçi akademisyen dostum Ma’ya “Bütün fanteziler imparatorlar için yazılmış. Kadınlar için yazılan bir şey yok mu?” diye sormuştum. Varmış. Hangisi daha pornografik diye sorarsanız, “sanatçı” kadınların metresler için yazdıkları, imparatorlar için yazılanlara açık ara fark atar. İnsanoğlunun cinsel fantezi dünyası (en az) bin yıl sonra bile bu kadınların yazdıklarından bir adım ileri gidememiş diyeyim, anlayın.

Ma, Osmanlı saraylarında durumun nasıl olduğunu sordu. Bildiğim kadarıyla bir şeyler söyledim. Fakat Çin imparatorları yanında, cihan imparatorluğunun padişahlarının cinsel yaşamı pek sönük kaldı. Konu ister istemez İslam dininin, İŞİD vb İslamo-faşistlerin ve bunların bizdeki kravatlı versiyonlarının kadına ve cinselliğe bakışına kaydı. Üç yıl kadar önce okuduğum o kitap aklıma işte bu sohbet sırasında geldi. Yani Mustafa K. Erdemol’un “Dinci ahlak” yazısında anlatılanların geçtiği kitap. Erdemol’un yazısını okuyunca, yukarıda bahsettiğim anımı hatırladım. Bir türlü aklından çıkaramadığı takıntılı (İslami) cinselliğin kitabını yazan o zatın kitabını okumuş ve “Ulan ne fantezi deryası be!” demiştim. Sonra unuttum gitti. Ta ki Ma ile yaptığımız o eğlenceli sohbet sırasında hatırlayana kadar.

Ma, anlattıklarımı ilginç ve eğlenceli buldu ve “Kitabı belki burada yayınlatabiliriz. Bana kitaptan birkaç sayfalık bir çeviri gönder. Yayıncıyla görüşüp sana haber veririm” dedi. Kitabın çeşitli bölümlerinden toplam on sayfalık bir çeviri yapıp gönderdim. Bir taraftan da, sevabında gözüm olmasa bile, çoğunluğu dinden imandan bihaber Çinlileri İslami cinsel yaşamın fazileti ile tanıştırmanın hayalini kurmaya başladım. Ma’nın dediği gibi, “Sırf kitapta anlatılanlar aşkına aralarından İslamiyeti seçenler çıkabilirdi”. Lakin bu kutlu hevesim kursağımda kaldı, naçizane cihad yürüyüşüm tökezledi.

Birkaç gün sonra Ma aradı ve “Kam, bu kitap düpedüz pornografi. İslamiyet’in tanrısının ve dini otoritelerin cinsellikle bu kadar derinlemesine ve takıntılı bir tutkuyla ilgilendiğini bilmiyordum” dedi. “Bu kitap yayınlanırsa, hem yayıncı hem de çevirmen olarak sen ceza alırsınız. Çünkü pornografi Çin’de ciddi bir suç” diye ekledi ve “Türkiye’de suç değil mi?” diye sordu. “Ülkeyi siyasal İslamcılar yönettiği için herhalde ‘helal pornografi’ suç değildir” dedim, gülüştük.


Arkaik İslamcı akıl ne zaman yüzlerine ayna tutan (hırsızlık dâhil) bir ahlaki düşüklük ile karşılaşsa, daima durumu bir ayet, hadis veya sünnet ile bir şekilde kılıfına uydurup “helal kılmaya” çalışıyor. Bu işin sonu kaçınılmaz olarak “helal pornografi” ve “helal domuz eti”ne varacak. Bir de “helal sübyancılık” mevzusu var ki, bu kesimde zaten çok yaygın. Örn. on beş yaşındaki bir kız çocuğunu (eğitimini yarım bıraktırıp) yirmi beş yaşında sakalı hacıyağı kokan bir hırtla evlendirmek iki aile için de aile boyu sübyancılıktır. Lakin buna cevaz veren bir ayet veya hadis mutlaka bulurlar ve böylece bir ahlaki düşüklüğü yüzleri kızarmadan “helal” kılarlar. (Siyasal) İslamcı akıl bu; bir ahlaki düşüklük ve müptezellik dünyası…

30 Ağustos 2015 Pazar

Çin rakısı

30 Ağustos 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlamıştır


Mevzu Shenzen'de geçiyor... Ralf ile oteldeki odalarımıza çıkmak için bindiğimiz asansörde konuşmalarından bir düğüne geldikleri belli olan ve alkolün orta karar güzelleştirip epey neşeli ve sevimli yaptığı üç genç kadın da var. Aralarındaki eğlencenin malzemesi ben ve Ralf. İçlerinden birisi, “Ben kocamı buldum. Karşımdaki batılı adamla (ben) evleneceğim” dedi. Bir diğeri, “Ben de öbürüyle. Gelinliğimizi giyelim ve kocalarımızla düğüne inelim” diye eğlenceyi sürdürdü. Böyle pür neşe olduklarına göre, belli ki çok eğleniyorlar. Şahane bir alkol güzelliği…

Ralf’e, “Seninle evlenmeyi düşünüyor” dedim. Kocaman bir kahkaha attı ve “Karım beni mahveder” dedi. Ralf’i gözüne kestiren genç kadına döndüm ve “Evli olduğunu söylüyor” dedim. Verdiği tepki bir genç kadının alkol güzeli kafayla ne kadar şaşırabileceğinin resmi gibiydi. Şaşkınlıktan bakışları bir an dondu, yüzüne mahcup bir gülümseme geldi ve elleriyle yüzünü kapatıp arkadaşlarına “dilimizi biliyor” dedi, “Hay böyle şansın…” dercesine. Bana göz koyana dönüp “Ben evli değilim ama bu konuyu yarın sabah konuşalım” dedim. İnecekleri kata gelince eğlence bitti. Asansörden koluma sırayla birer şaplak atarak indiler, “Eğlencemizi böldün ve bizi utandırdın” der gibi.

Alkolle böyle sarmaş dolaş olan insanları burada ancak düğün, kutlama gibi özel günlerde görebilirsiniz. Yoksa Çinliler için pek alkol sever insanlar diyemem. Sosyalleşme ortamlarında bazen bir iki bira veya biraz şarap içtikleri olur. Pahalı olduğundan değil; alkolün de sosyalleşmenin ve eğlencenin bir parçası veya aracı olabileceğine dair gelenek-kültür oluşmadığından. Yoksa buranın nefis biraları ve şarapları su kadar ucuz desem yeridir. Bu açıdan şanslı sayılırız. Ne de olsa başımızda içki içenlerden (aslında, laik, çağdaş insandan) ölesiye nefret eden ve onlara kötülük etmek için alkole yüzde seksen vergi bindiren bir arkaik siyasal İslamcı kafası yok. İlkel islamo-faşist akıl alkole yüzde seksen vergi koyunca, herhalde haram olan alkolden alınan verginin/payın da helal olduğunu sanıyor. Böylece, o haramdan alınan pay ile cami yaptırabilir ve içinde ibadet edip sevap kazanabilirsin, Kuran ve mealini bastırabilir ve hatta Kâbe’ye yardımda bulunabilirsin.

Neyse, ben konuya döneyim. Zira rakı gibi insanlığa güzellik sunan bir mevzuda “nefret sarhoşu” bir kötülük abidesinin yeri yok. Çinliler için alkol sever insanlar sayılmazlar dedim; ama bunun bir istisnası var: İç bölgelerden geçen nehirlerin boylarındaki balıkçı köyleri. O bölgelere yaptığımız bir gezide arkadaşım balıkçılarla içki içmemem konusunda beni uyarmıştı. Haklıymış. Şeker kamışından/pirinçten elde ettikleri alkolü sek içiyorlar. Meze ise kurutulmuş balık. Alkol oranı bence yüzde altmışın üstünde olan bu içkiden bir yudum aldım ve nefesim kesildi. Kendime gelebilmek için kurutulmuş balıktan bile yedim, o kadar yani.

Buradaki ilk yıllarımda en çok özlemini çektiğim şeylerden biri de rakıydı. Rakıyı az içerim ama çok severim. Günün akşama döndüğü o melankolik saatlerde iki duble atmazsam o günü eksik yaşanmış sayarım. Sonunda, tedarik etme zorluklarından bezdim ve kendim yapmaya karar verdim. Epey zor oldu ama uğraştığıma değdi. Seksen altı yaşında bir Çinli ustanın yaptığı bakır imbikle içimine doyum olmaz rakılar yapmayı başardım. Hem de ne rakılar; içen Türk dostlara “Rakı buysa, memlekette içtiğimiz o şeyler ne peki” dedirten, zerre kadar çiğ alkol kokusu ve tadı olmayan rakılar… “Çin rakısı” adını verdiğim (ve ne yazık ki memlekette bulamayacağınız) rakılar…

İlk başlarda, bilmedikleri bu içkiye kuşkuyla bakan Çinli dostlar zamanla “Çin’e özgü çilingir sofrası” kurabilecek kadar iyi birer rakı dostu oldular. Bunlar ortalama içki kültürü olan ve “Rakı bir başka” diyen insanlar. Su katınca beyazlaşan bir içki ve içerdiği aroma onları büyüledi desem abartı olmaz. Özellikle arkadaşım ince belli çay bardağı ile adeta bir bitki çayı içer gibi içiyor. Öyle bir süzerek, o kadar keyifle yudumluyor ki, onu gören bir Çinlinin rakıya daha içmeden meftun olması işten değil.

Neyse, burada gün akşama dönüyor, haydi sağlığa…

18 Ağustos 2015 Salı

Altın lotus ayaklı kadınlar

16 Ağustos 2015 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Feodal toplumlarda üst sınıflar arasında başlayan bir saçma modanın hızla alt sınıflara da yayıldığı bir sürü örnek bulunabilir. Çin’de bunun öyle bir örneği var ki, akla ziyan: Minik bir ayağa (üç inç altın lotus) sahip olmaları için kadınların ayaklarını yıllarca bağlamak, deforme etmek. Kısaca, “ayak bağlama geleneği”. Bugünlerde, bir tarihçinin Çin’de bu geleneğin geçmişini anlattığı kitabı okuyorum.

Minik bir ayağa sahip olmak için büyük acılara katlanan bu kadınlar artık bu geleneğin son örnekleri ve seksenli yaşların sonlarını sürüyorlar. Önce kitaptan iki kadının insana “Kör talihin böylesi!” dedirtecek cinsten öyküsünü kısaca aktarayım:

Yoksul bir aileden gelen bir kadın hikâyesini, “O zamanlar, bağlanmış ayak bir statü göstergesiydi ve üst sınıflara ait olmanın simgesi sayılıyordu. Bir kadının zengin biriyle evlenebilmesinin tek yoluydu. O zamanlar evlilikler genellikle görücü usulüyle olurdu ve kadınlar kocalarını ancak evlendikten sonra görürlerdi. Bir zengin kadın oğluna bağlanmış ayaklı bir kadın bulması için bir çöpçatan görevlendirmişti. Kocamla onun aracılığıyla evlendim. Evlilik sonrası, kocamı daha ilk gördüğümde, onun bir afyon bağımlısı olduğunu anladım” diye özetliyor. Zengin bir erkekle evlenebilmek uğruna çekilen onca acı ve sonunda afyon bağımlısı bir koca…

Bir diğer kadın, “Ailem zengindi. O zamanlar üst sınıftan ailelerde kadınların ayaklarını bağlamak bir kuraldı. Çok zengin biriyle evlendim. Sonra komünistler iktidar oldu ve bütün mal varlığımız kamulaştırıldı. Ben de birdenbire o ayakları bağlanmamış, kocaman ayaklı, alt sınıflardan kadınlarla aynı sınıfa dâhil oldum. Pirinç tarlalarında ağır işlerde çalışmak zorunda kaldım. Sakatlanmış ayaklarla tarlada çalışmak çok zordu. Çalışmak ilk zamanlar çok zoruma gitmişti ama artık bunun aptalca bir gurur olduğunu biliyorum... Seksen yılda her şeyin, dünyanın nasıl bu kadar değiştiğine şaşırıyorum” diyor.

Ayakları ilk bağlandığında henüz çocukmuşlar. Bir kadın bu durumu “Genç kemikler çok yumuşak olduğu için kolayca kırılıyordu” diye açıklıyor. Bazı baharatlar ve hayvan kanı karışımıyla çocukların kemikleri yumuşatılmış ve önce parmaklar kırılarak bandajla zorla ayak tabanının altına bağlamış. Zamanla diğer bazı kemikler de kırılmış ve ayak tekrar sarılmış, minik bir ayak uğruna sakatlanmış.

Bu gelenek, 17. yy’dan itibaren birkaç kez yasaklanmış ama etkili olmamış; gizlice devam etmiş. Kitapta hikâyeleri anlatılan kadınların çocukluğunda da yasakmış. ÇKP 1950’de (iktidarı almasından bir yıl sonra) ayak bağlamayı yasaklamış. Pratikte etkili olan tek yasak da bu olmuş ve “ayak bağlama geleneği” bitmiş. Tüm mülkiyet kamulaştırılınca, haliyle ortada geçilecek üst sınıflar da kalmamış. Böylece, sınıf atlamak için bir pasaport olma işlevi kalmayınca, gelenek de kendiliğinden anlamsızlaşmış.

En inandırıcı rivayet bu geleneğin başlangıcının Song hanedanlığı (MS 960-1279) olduğuna işaret ediyor. Bir İmparatorun gözde metresi (“metres” günümüzde hoş bir ifade değil ama o günlerin kayıtları böyle yazıyor. Üstelik “metres” Çin saraylarında bir hizmet derecesidir) olan dansçı kadın lotus çiçeği şeklinde bir sahne düzenlemesi yapmış. Lotus üzerinde sarıp-bağlayıp küçülttüğü ayaklarıyla dans etmiş. Dans o kadar beğenilmiş ki, bu geleneği yaratmış. İmparatorun dikkatini çekmek için diğer metresler de o dansçı metres gibi ayaklarını bağlamaya başlamışlar. Sonraları, bu gelenek hanedanlık çevresinden varlıklı çevrelere ve giderek tüm ülkeye yayılmış.

Bazı akademisyenler bu geleneğin, kadının hareketini kısıtlayarak ve iffet dayatarak kadına boyun eğdirmenin incelikli bir yolu olduğunu söylüyor. Ne de olsa hareket yeteneği fiziksel olarak bozulmuş kadınlar evden uzağa gidemez. Benim aklıma yatan yorum bu.

Ayak bağlama deyip geçmeyin. Zamanında bazıları için özel ilgi alanıymış. Qing Hanedanlığının “En erojen bölgeler” adlı bir resimli pornografik kitabı var. Kitabın amacı, "üç inç altın lotus” ayaklı kadınla “oynaşmanın” kırk sekiz yolunu göstermek.

2 Ağustos 2015 Pazar

Korku ve itaat toplumu

19 Temmuz 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Buralara ilk geldiğim yıllarda Çin’de “korku ve itaat” toplumunun izlerini arardım. Çin’e batının yaydığı dezenformasyonu kullanarak bakan o zamanki aklımla buluyordum da. Ne de olsa insan aklı her şeyi bildiği kavramlar ile anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışıyor. Köylülerle asker arasında yaşanan bir küçük çaplı meydan muharebesine tanık olana kadar bu yanılgım devam etti.

Sonraları, Çin’in iki bin beş yüz yıl içinde Konfüçyüs öğretisine göre biçimlenmiş bir toplum olduğu ve bu işleyişini büyük ölçüde bugün de sürdürdüğü gerçeğiyle karşılaştım. Bu öğreti sosyal yapıda bir hiyerarşi öngörür ve hiyerarşi derin bir şükran duygusu/saygı üzerine kuruludur. Batı, bu kavramı incitici olması için özellikle “itaat” diye tercüme ediyor. Bu öğreti yöneticilik ve işbölümü üzerine günümüzde de büyük ölçüde kabul gören epeyce ayrıntılı şeyler söylüyor. Halkın gözünde yöneticiler Çin ve Çinliler için iyi şeyler yapmaya çalışan önemli insanlardır. Halk yöneticilerin işlerine karışmayı onlara saygısızlık olarak görür. Yöneticiler hakkında bu nedenle konuşmazlar, korktukları için değil. Lafın kısası, Çin’i korkunun yönettiğini söylemek, baktığını görmemek olur. Yani demem o ki; Çin, bir AKP/RTE devleti değil.

Aklımdan “O zaman Tiananmen meydanı katliamı neydi?” sorusu geçiyor. O katliamı Deng Xiaoping zorbası kendi başkanlık yetkileriyle yaptı. Yirmi beş yıl kadar önce ÇKP o yetkilerini budadı ve yedi kişiden oluşan bir başkanlık konseyi kurdu. O pragmatik ÇKP aklının bu utançtan kurtulmak için birkaç yıl içinde bir adım atacağını sanıyorum. Bu kara lekeyle yaşayamayacaklarını onlar da biliyor.

Irkçılık ve milliyetçilik
Irkçılık ve milliyetçiliğin Çin kültürüne yabancı olduğunu düşünüyorum. Gerek Çin devlet aklı (ÇKP), gerekse Çinlilerin “ırkçı veya milliyetçi” olduğunu söylemek bence bu kavramların anlamanı zorlamak olur. Bunlar batılı beyaz adamın hastalığı (bu hastalığı HK Çinlilerine bulaştırmış). Burada “Çinlilerin başka uluslara veya ırklara göre daha üstün veya ayrıcaklı” olduğunu öne süren bir milliyetçilik anlayışı görmedim. Bir ulusun/ırkın diğer uluslara/ırklara göre daha “üstün veya ayrıcaklı” olduğu iddiasından ilham almayan bir düşünce ne kadar milliyetçilik olarak değerlendirilebilir, emin değilim.

Çinlilerin beyaz adamdan uzak durmak istemeleri ve kuşkucu yaklaşmalarının görebildiğim kadarıyla üç nedeni var: (1) Çin kültürü için çok ayıp olan ama beyaz adamda bolca bulunan “kibir”. “Arrogant (küstah)” batılıların onlara tepeden bakmasına, eleştirmesine ve akıl hocalığı yapmasına bozuluyorlar. Batı üniversitelerinde okumuş bir Çinli arkadaşım “Tanrı beyaz adamı sanki doğruluk abidesi, her şeyin en doğrusunu bilen ama haddini/kendini bilmeyen ayrıcaklılar olarak yaratmış” diye tarif etmişti. (2) Büyük kültürel farklılıklar nedeniyle yaşanan iletişim güçlükleri ve yanlış anlamalar. (3) Yüzyıllardır batıdan gördükleri Çin düşmanlığı (afyon savaşları, Hong Kong’un İngiltere’ye verilmesi, ırkçılık vs).

İnsanlığa barut, pusula ve kâğıdı hediye etmiş; Çin Seddini inşa etmiş; daha M.S. bin yılının başlarında devasa ticaret gemileri yapmış ve Karayiplere kadar gitmiş; altı bin yıl öncesine tarihlenen bir yazılı kültür geliştirmiş bir tarihe sahip olmaktan gurur duyarlar. Geçmişte uygarlığa böylesine önemli katkılar yapmış bir ulusun tekrar eskisi kadar görkemli ve güçlü olabileceğine ve bu yolda hızla ilerlediklerine inanırlar. Bunun başka ulusların zararı pahasına olmaması gerektiğini de söylerler ama ne kadar inandırıcı bulurlar bilmem. Çin’in emperyalist niyetler taşıdığına ilişkin değerlendirmelerin ise batının yalanı olduğunu söylüyorlar.


Çin yöneticileri/ÇKP kadroları ciddi bir Marksist eğitimden geçmiş ve haliyle kendilerini komünist olarak gören insanlardan oluşuyor. ÇKP halen (retorik düzeyinde bile olsa) bir ölçüde komünist müktesebata sahip. “Ne olur onların komünistliğinden” gibi bir kolaycılık ezberimizdeki basit açıklamalarla düşünmemize yol açıyor. Anlamak için ezbere değil olgulara bakmak lazım, malum…

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Uygur Bölgesinde yaşananlar

12-13 Temmuz 2015 tarihlerinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Gördüğüm kadarıyla, Çin hakkında bildiklerinin çoğu batı basınının dezenformasyonundan ibaret olan bazı Türk gazetecileri (bazıları kendini solcu olarak tanımlıyor) Uygur bölgesinde yaşananları çözdüler. Ben konuyu yazmakta galiba biraz geç kaldım.

Buralara ilk geldiğim yıllarda Çin’i anlamak benim açımdan çok kolaydı. Tanık olduğum her şeyi batı aklının yayınlarından edindiğim yanıltıcı-çarpıtılmış ezberi kullanarak açıklayabiliyordum. Aklım sonradan karıştı; Çin’i ve Çinlileri yakından tanıdıkça ezber de karaya oturmaya başladı. O gün bugündür, Çin’i merak edenlere ve anlamaya çalışanlara “İşe zor olandan; yani batı ezberini ve beyaz adam aklını bir tarafa bırakarak başla. Yoksa Çin’de aradığın her neyse, onu mutlaka bulursun” diyorum.

Velhasıl, konuyu Çin devlet politikaları ve ÇKP aklına yer vererek yazmamın nedeni Çin’i övmek veya yermek, desteklemek ya da karşı çıkmak değil yaşananların doğru anlaşılmasına katkıda bulunabilmek.

Basının bahsettiği (olduğunu iddia ettiği) sorunları birkaç başlık altında topladım.

Oruç, İbadet, giyim-kuşam

Bu konuda ortalıkta dolaşan sorunlara maddeler halinde kısaca cevap vereceğim. Asıl anlatmak istediğim sorunun arka planı:

− Çin’in her yerinde, her türlü dini (Taoist, Budist, Hıristiyan vs) sembol, ritüel ve inanç ifadesi kamu görevlileri ve yöneticilerin tümüne yasaktır, sadece Müslümanlara değil.

− Çocuklara 18 yaşından önce dini eğitim verilmesi yasaktır. On sekiz yaşını dolduran ergen isterse dini eğitimi kendisi alır. Resmi olarak böyle bir yasak olmasına rağmen, hiç kimseye yanında çocuğunu bir Budist tapınağına veya Kiliseye götürdüğü ya da camiye götürüp birlikte namaz kıldığı için bir ceza verildiğini duymadım.

− Devletin izin ve onay verdiği yer, kurum ve kişiler dışında kimse dini eğitim veremez. Amaç, dini güvenilir dini otoriteler ve dini eğitim merkezleri aracılığıyla kontrol altında tutmak, politik alan dışında kalmasını sağlamak.

− Öğrencilere oruç tutma yasağı sadece 18 yaşından küçükleri kapsıyor ve çocukların dini eğitim almasını yasaklayan uygulamadan kaynaklanıyor. Bu yaştan büyük olanların tuttuğu oruçla kimse ilgilenmez.

− Kadınlar için giyim kuşam yasağı: Yasak sadece burka gibi yüzü de örten geniş kesimli giysileri içeriyor. Yetkililer bu giysilerin tanınmayı imkânsızlaştırdığını ve saklanma ve silah-patlayıcı taşıma amacıyla kullanıldığını söylüyor. Bence, köktendinci yobazlığa karşı “tam saha presin” de bu yasakta etkisi büyük.

Öncelikle, resmi olarak ateist bir devletten söz ettiğimizi bilmeliyiz. Dine karşı sert tutum yirmi beş yıl kadar önce yumuşatılmış. Şimdi din kendini ibadet ile sınırladığı ve politik alana girmeye çalışmadığı sürece, ÇKP için sorun teşkil etmiyor. Bu sınırı ihlal ettiği an, düşman sınıfına girmesi ve “Falun Gong”un başına gelenleri yaşaması kaçınılmaz (başka bir yazıda anlatacağım).

Uygur bölgesinde yaşanan sorunlar da dinin el-kaide vs gibi radikal İslamcı yapılar aracılığıyla politikleşmesinden kaynaklanıyor. Resmi kaynaklar beş yüz kadar Uygur’un bu radikal yapılar safında Afganistan, Irak ve Suriye’de savaştığını söylüyor. Bölgedeki karışıklıkları çıkartanları da bu radikal yapılarla bağlantısı olanlar veya onların uzantıları olarak görüyorlar. Sayıları fazla olmamakla birlikte, son birkaç yıl içinde yüzlerce insanın ölümüne neden olan olaylar çıkardılar ve çok vahşiler. Malum, bu köktenci yapılar “Müslüman değilse, düşmandır ve katli vaciptir” kadar basit bir düşman tanımına sahipler. Hatta bir örgütün bir diğerini yeteri kadar Müslüman bulmadığı için düşman saydığı ve savaş açtığı yapılardan bahsediyoruz. Dolayısıyla, Çin’i ve Çinlileri de (resmi ve sivil) Uygur bölgesinde bağımsız bir İslam devleti kurmak uğruna savaşılması gereken düşman kabul ediyorlar.

Bugüne kadar çıkan bütün olaylar bu köktenci yapıların memurlara ve sivil Hanlara (Çinli) saldırması ve çok sayıda insanı öldürmesiyle başladı. Bu kitlesel saldırılardan sonra ÇKP’nin bu gruplara karşı tavrı sertleşti ve küçük bir olaya bile çok sert karşılık vermeye başladı. Destek verdiğini ve ilişkisi olduğunu düşündüklerine karşı baskıyı artırdı (o yüzden son iki yılda bölgeden yurtdışına kaçışlar arttı). Böylece, bu yapılanmaları halktan ayrıştırmayı, uzaklaştırmayı başardıklarını, en azından epeyce yol aldıklarını düşünüyorlar. Bu tespit sanırım büyük ölçüde doğru. Bunda, Çin’in uyguladığı bu kapsamlı ayrıştırma politikası kadar Uygurların bu radikal grupların kendilerini nereye sürükleyeceğini ve sonlarının Afganistan’dan beter olacağını görmüş olmalarının da payı var.

Zorla kürtaj, tek çocuk sınırlaması

Çin’de zorla kürtaj yapıldığına dair haberler batının kara propagandasından ibaret. Tek çocuktan fazlası için zorunlu giderleri (eğitim vs) devlet karşılamaz ve bazı para cezaları vardır. Bu sınırlamanın gerekçeleri burada halka çok iyi anlatılabilmiş. İki katına çıkmış nüfusu barındırmaya yetecek kaynaklara sahip olmadıklarını ve böyle bir artışının bedelinin “bir kez daha açlıktan kırılma” olabileceğini iyi biliyorlar. Zaten iki-üç çocuk için hevesli pek kimse de yok.

Uygur bölgesinde ise bambaşka bir gerçek, bir pozitif ayrımcılık söz konusu. Çin anakarası içinde tek çocuk sınırlamasından muaf tutulan tek ulus Uygurlar. Kentlerde iki çocuğa, kırsal bölgelerde ise dört çocuğa izin var. Uygur bölgesi (1) zaten nüfus yoğunluğu düşük bir bölge. (2) Halkın iki/dört çocuğu yeterli bulacağını ve daha fazla çocuk istemeyeceğini veya aileleri bu sayıda çocukla yetinmeye ikna etmenin kolay olduğunu düşünüyorlar. Böylece, sorunu bu halkın çocuk konusundaki hassasiyeti, kültürel değerleri ve dini inançları ile çatışmadan çözmenin yolunu bulduklarına inanıyorlar. Göründüğü kadarıyla, bu çözüm yolu sorunsuz çalışıyor denebilir.

Eğitim konusu

Uygurlar ana dillerinde eğitim görürler. Bu arada Çinceyi de öğrenirler. Ana dillerinde eğitim görmeleri fakat sınavın Çince olması nedeniyle, üniversite giriş sınavında bir pozitif ayrımcılık uygulanır ve olası dezavantajı gidermek için ek puanlar alırlar. Bu ek puanlardan yararlanmak uğruna, her yıl yanlış bildirimde bulunan ve evraklarında sahtecilik yapan Çin’in başka bölgelerinden öğrenciler yakalanıyor. Buna rağmen Uygurlar arasında üniversite eğitimi alanların oranının düşük olduğu söyleniyor.

Göç ve pasaport

Çin’de iç göç bildiğim kadarıyla halen izne tabi. Aslında uygulamada artık sadece “Şu şehirde şu işte çalışmaya gidiyorum. İşte evraklarım” kabilinden bir bildirimden ibaret (tabi ki can sıkıcı). Fakat özerk bölgelerden (Uygur bölgesi, Tibet, HK gibi) Çin’e ve bunun tersine göçler için prosedür biraz daha farklı ve uzun. Devlet, bölgede sorun çıkaran yapılarla ilişkisi olduğunu bildiklerine veya kuşkulandıklarına uzun zamandır iç göç izni ve pasaport vermiyor.

İç göç izninin bu kadar sıkılaşmasında Uygurlar ile Çinli işçiler arasında yaşanan birkaç olayın da payı var. Bu olaylardan biri bizim eyalette yaşandı. Bir Uygur göçmen aynı fabrikada çalıştığı diğer Uygurlara “Çinli işçilerin bir Uygur kadına tecavüz ettiklerini” söylemiş. Bir köşede kıstırdıkları birkaç Çinli işçiye hep birlikte saldırmışlar. Sonuç: İki ölü. Sonraları, kışkırtmanın nedeninin mesai ücretlerindeki farklılık olduğu anlaşıldı.

Göç izni alamamak sadece sıkı araştırma engeline takılan “bazıları” için geçerli bir sorun. Yoksa Çin’in özellikle Shenzen, Guangzhou, Tianjin, Shanghai ve diğer gelişmiş ve çok kültürlü şehirleri Uygur firmaları ve “Uygur lokantaları” ile dolu. Lokantaların müşterileri de çoğunlukla Çinliler.

Peki, sorun ne

Bence sorun nüfus yapısını melezleştirme politikasıyla ilişkili. Uygur bölgesine yıllar içinde çok sayıda Çinli göç ettirilmiş. Zaten yüzyıllardır o bölgenin insanı olan Hanlara bir de göçmenler eklenince Çinli nüfus epey artmış. Baştan beri devletten destek gören, bir ölçüde kayırılan bu nüfus özellikle kapitalist yoldan kalkınma politikalarının uygulanmaya başlanmasıyla birlikte zenginleşmişler. Dolayısıyla, bölgede ağırlıkları da artmış. Zenginleşme daha ilk bakışta anlaşılabilecek bir fark ortaya çıkarmış: Artık şehirlerin yoksul tarafında (çoğunlukla) Uygurlar, zengin tarafında ise Hanlar yaşıyor. Köktendinci yapılarla ilişkisi olanlar ve saldırılarda yer alanların neredeyse tamamı yoksullar, özellikle en yoksullar arasından çıkıyor. Uygurlar arasında da zenginler var ama sayıları Çinlilerle karşılaştırıldığında çok az sayılır.

Zenginliğin ağırlıkla Hanlar elinde toplanmasında Uygurların ÇKP’ye/devlete uzak durmaları, bir ölçüde ret edici olmalarının payı olduğunu düşünüyorum. Bölgede partiye yakın olan, ilişkileri iyi olan Uygurların da destek gördüğü ve zenginleştiği bir gerçek.

O bölgede doğup büyümüş bir arkadaşım iki halk arasındaki ilişkilerin de sınırlı-sorunlu olduğunu anlatmıştı. “Çinliler ile Uygurlar birlikte iş yaparlar, birbirlerinden alış-veriş yaparlar ama bunun dışında bir şey konuşmazlar. Yani samimiyet geliştirmezler” demişti.

Gerek Çin devlet aklı (ÇKP), gerek Çinliler hakkında ırkçı veya milliyetçi tanımını kullanmak bu terimlerin anlamını fazla zorlamak olur gibime geliyor. Irkçılığın, Çinlilere ve Çin kültürüne yabancı olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen, bu nüfus yapısını değiştirme politikasında ısrarcı olmaları pek anlaşılır gibi değil. “Kaleyi içeriden de fethetme” politikası karşılarına yeni sorunlar çıkarıyor. Aynı politikayı şimdi HK’da da uyguluyorlar ve burada da bazı sorunlar baş gösterdi. Dolayısıyla, bu politikanın özellikle Uygurlar gibi Çinliler hakkındaki yargıları çoğunlukla olumsuz, küçümseyici, bir ölçüde ırkçı sayılabilecek bir ulus için daha büyük sorunlara yol açması şaşılacak bir sonuç değil.

Yeri gelmişken yazayım: Uygurlara karşı milliyetçi, ayrımcı gözle bakan ve konuşan bir Çinliyle karşılaşmadım. Ama Çinlilere ırkçı, küçümseyici, aşağılayıcı gözle bakan ve “Onlar Çinli. Köpek yiyorlar (oysa orada yaşayanlar yemiyor). Boş ver şunları, değer verme. Onlar Türk değil Müslüman değil” diyen çok karındaş (Uygur) ile karşılaştım.

Soruna ulusların kaderlerini tayin hakkı açısından bakılabilir ama ortada böyle ciddiye alınabilir bir talep yok. Ayrılmak ve bağımsız bir devlet olmak isteyenler nüfusun çoğunluğunu da temsil etmiyor, hatta sayıca çok az sayılırlar. Zaten bir özerk bölge ve kendi yerel parlamentoları var.

Ayrılık talebi olan ve bütün bu olayları çıkaran iç içe geçmiş, birlikte hareket eden iki grup var. Birisi bildiğimiz radikal İslamcılar; diğeri ayrılık-bağımsızlık talebini ilk dile getiren milliyetçiler. Ne olduklarını anlamak için ilk grubun Irak’ta yaptıklarına bakmak, ikinci grubun (milliyetçiler) Turan kardeşlerinin Maraş, Çorum ve Sivas’ta neler yaptığına bakmak yeter. Oralarda yaptıklarını ellerine fırsat geçtiğinde Uygur bölgesinde de yapıyorlar.

Velhasıl, memleketin her şeyi bilen gazetecileri haybeden demokrat kesilmeden ve Çin’e üst perdeden atıp tutmadan önce neye alet olduklarını ve kime destek verdiklerini de bilseler iyi olur.

Çin’in sorunu nasıl gördüğü üzerinde fazla bir şeyler söylemeye gerek yok. Gazetelerde sürekli açıklamaları yayınlanıyor. Kısaca, batılı emperyalistlerin Çin’i istikrarsızlaştırma politikasının bir parçası olarak görüyorlar. Hızla gelişen ve büyük bir güç haline gelen Çin’in emperyalizmin çıkarlarını tehdit ettiğini, bu nedenle Emperyalizmin Çin’i zayıf bulduğu noktalarından istikrarsızlaştırmaya çalıştığını düşünüyorlar.


Olmayan bir sorunu yaratmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini kavrayabilecek kadar sağlam bir akla sahip oldukları için sorunu yaratan veya kaşıyan kendi hatalarını da görebiliyorlar ve hızla düzeltiyorlar. Treni sallayarak sanki hareket ediyormuş algısı oluşturmaya kalkışmak Çin devlet aklına uygun bir şark kurnazlığı-akılsızlık değil. Bir sorun varsa, üzerinde uzun uzun çalışırlar ve mutlaka çözerler. İnsanları savaş uçaklarıyla bombalatmak ve çoluk çocuk hepsini paramparça ettirmek çözüm seçenekleri arasında asla yer almaz…

12 Temmuz 2015 Pazar

Guruluk müessesesi

5 Temmuz 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

“Hayatın sırrına ermiş bilgeler”, “Mistik âlemin efendileri” olarak parlatılan Hindu gurulardan söz ediyorum. Buradaki (HK) Hintli dostum Roger’a göre ise “sivrisinek uzmanları”ndan…

Roger’ı on yıl önce tanıdığımda ortalama dindar bir Hindu idi. Sekiz yıl önce ciddi bir enfarktüs geçirdi. Birkaç ay sonra sıkı bir ateist olarak döndü. Hastanede yatarken yaptığı sorgulamalar onu dinden çıkarmış. Din kurumuna, özellikle iyi bildiği Hinduluğa, karşı tutumu düşmanca desem yeridir. Hindu gurular hakkındaki değerlendirmesi şöyle: “Aylak kurnazın biri bir gün evinden kaçıp dağa gidiyor. Bir mağarada sivrisineklerin içinde bir iki yıl geçiriyor. Geri döndüğünde, hayatın sırrına erdiğini söylüyor. İnsan mağarada ne öğrenir? Ancak sivrisineklerle birlikte yaşamayı öğrenir, sivrisinek uzmanı olur”.

Benim gurular hakkındaki düşüncem ise biraz farklı: Kanaatimce, Hindu geleneği onlara çok şey borçlu. Yoksa insanoğlunun yarattığı en büyük ve sofistike palavra külliyatı olan Hindu mistisizmi nasıl yaşayabilir ve gelişebilirdi? Ayrıca hepsi evdeki sorumluluklardan kaçan aylaklar arasından çıkmıyor. İçlerinde eğitimli aylaklar da var.

Roger, ısrarıma rağmen ünlü guruyu dinlemeye gelmedi. Paraya kıyıp gittim ve beklediğim gibi “işlene işlene epey incelik kazanmış bir şarlatanlık” ile karşılaştım.

Klinik psikoloji araştırmalarıyla uzun zaman geçirmiş olmama rağmen, insan'da hiç duymadığım bazı ruhsal enerjiler; evren'de ise bazı yaşam enerjileri olduğunu (bak, onları da duymamıştım) ve mutlu, huzurlu ve ahenkli bir yaşam için onlarla etkileşim içinde olmamız gerektiğini bilmiyordum, öğrenmiş oldum.

Metafizik âleminin sırrına ermiş bir mürşit edasıyla konuşan guru, hayatın bu mistik enerjilerin toplamı olduğu kabilinden bir şeyler söyleyerek mevzuyu bağladı. Doğrusu, bütün metafizik anlatılar gibi gayet sofistike bir bağlamaydı. Mistik inançlarla ruh sağlığı arasındaki zararlı ilişkiye çokça tanık olduğumdan olsa gerek, ilkel-büyüsel inanç sistemiyle yoğrulmuş o akıl bulandırıcı-ağdalı içerik bende alerji yapar. Bu yüzden, o enerjileri bulma ve etkileşme işinde ben yaya kaldım.

Bence, ünlü guruların çevresinde onların zırvalarını kafası karışık beyaz adamın arayışlarına tevil eden bir pazarlama ekibi var. İçine psikoloji, felsefe ve hatta astronomi ve kuantum fiziğinden esintiler üflenerek zırva epeyce işleniyor, çektikçe uzayan bir çamur kıvamına getiriliyor ve aklı bulanık modern çağ insanının varoluşsal sorularına karşılık olarak sunuluyor. Arka plandaki o büyük sofistike palavra külliyatı bu mistifikasyon için gerekli malzemeyi fazlasıyla sağlıyor.

Piyasanın beklentilerine uygun olarak revizyona uğrayan ve “modern-mistik” inanç sistemi haline gelen Hindu geleneği, mevcut semavi dinlerin vazettiklerini ”banal” bulan orta sınıfların ve sorularına o dinlerde anlamlı cevaplar bulamayan kafası karışık küçük burjuvaların ayrıcaklı dini. Bir eski dostun deyişiyle, “Kapıcısının, temizlikçisinin tanrısına biat etmeyi zül kabul eden bazıları için dolar bayılarak sahip olabilecekleri bir janjanlı din”.

Batı dünyası da birçok alanda gurular üretiyor. Beni ilgilendirenler sadece “şu iletişim gurubu”,”bu danışma ekolü”, “yaşam koçluğu” vs adı altında boy gösterenler. Birkaç haftalık uyduruk psikoloji eğitimi (çoğunda o da yok) ile eğitmenlik mertebesine erişen, bazıları ciddi psikopatoloji taşıyan guru müritleri ortalıkta cirit atıyor.

Kapitalist toplumun insanların kendilerini anlamlı, değerli bulma duygularında boşluklar oluşturduğu (ve o boşluğu tüketerek doldurmalarını istediği) bir dünyada yaşıyoruz. Guruluk mesleği erbabı da insanların harcadıkları parayla, satın aldıklarıyla, tükettikleriyle dolduramadıkları böyle boşlukları doldurma umudu vaat eden açıkgözler gibime geliyor. Bunların fayda etmediği, bazen sapıttırdığı yerde ise onarım işleri ruhiyatçılara düşüyor.

Yine o eski dostun bir dileği ile bitireyim: Hare Krişna! Çakralarınız her daim açık, Kundalini enerjiniz 3 bin volt olsun…

22 Haziran 2015 Pazartesi

Çin dinleri, ölenler nereye gider

21 Haziran 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Semavi dinlere inananların nereye gittiğini biliyoruz sayılır. Bilmediğimiz tek ayrıntı, hesap görüldükten sonra yolun ne tarafa sapacağı: Doyumsuz güzellikteki bir vadide yer alan bir meyve bahçesine Kevser şarabı içmeye mi yoksa AKP’nin yönettiği ve zorbanın 7/24 küfür-kıyamet konuşup havayı zehirlediği bir Türkiye’ye mi?

Çin tarihi, kültürü derken yolum Çin dinleriyle de kesişti. “Bir semavi dine inanmayan Çinlilerin nereye gittiği (ahret inancı)” sorusu da bu vesileyle aklıma düştü. Çin dinleri derken sadece Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve bazı yerel inançlardan söz ediyorum. Niyetim bu dinleri anlatmak gibi çok zor bir işe soyunmak değil sadece bu dinlerdeki “tanrı” ve “öbür dünya” inancından bahsetmek.

Zamanının asilzadelerinden olan Kong-Tse’nin (Konfüçyüs) felsefi-dinsel öğretisi devlet aklı, devlet felsefesi, yönetim ile ilgiliyken ve içeriği gereği üst sınıflara ve yöneticilere seslenirken, bir kütüphane memuru olan Lao-Tzu’nun sunduğu Taoizm inancı avama seslenir. (Tse/tzu Çince “usta/bilge” anlamına gelir.
Örn. Mao soyundan Usta/Bilge Tung). İki düşünürün sundukları iki farklı felsefi-dinsel öğreti gerçekte yeni din değil eski Çin dininin derlemiş, yeni yorumla bir tür revizyona uğramış halidir. Her iki din de öncelikle bir ahlak, erdemli yaşam felsefesidir. Bu nedenle, yaşamda ve genel olarak sosyal yapıda dinin nüfuz etmediği, kapsamadığı bir alan yoktur.

Çin dinlerinde “Seni, sahip olduğun ve gördüğün her şeyi ben yarattım. Aranızdan seçtiğim elçiler aracılığıyla sana emirler tebliğ ettim, o emirlere uy. Uymazsan, dünyadayken bir şey yapmam ama bu tarafa geldiğinde seni ceza olarak zorbanın musallat olduğu Türkiye’ye gönderirim, zulüm neymiş görürsün” diye cehennem ile korkutan, sürekli “bana borçlusun” diye kafamıza kakan, yanlışımızı kollayan ve nefesi ensemizde bir tek (semavi) tanrı inancı yoktur. Çin dinlerinde her biri tanrı olan üç temel güç vardır: Gök, yer (doğa) ve insan. Fakat tanrılar bu güçlerle sınırlı değildir. Bu güç âlemlerinde çok sayıda başka tanrılar da vardır. Bazı bilgeler, toplumun iyiliği ve mutluluğu için önemli işler yapanlar da ölümlerinden sonra tanrılaştırılırlar. Tanrılar arasında bir hiyerarşiden söz edilebilir ve en tepede her şeyin yaratıcısı, ta ilk başlangıçta var olan gök yer alır.

Buraların tanrıları iyi-adil olmayı, sevmeyi ve saygı göstermeyi, nefsini terbiye etmeyi, bilgelik yolunda ilerlemeyi, doğa ile uyumlu olmayı ve ona saygı duymayı öğütler. Bunların aksine davrananlar tanrılar nezdinde makbul insanlar değildir. Örn. tanrılar öyle herkesin kurbanını, sunağını kabul etmez. Kabul edilmesi için sunanın iyi kalpli olması şartı vardır. “İyi” olma konusunda Tao’nun şu sözleri çok anlamlıdır: Yoksulluk zenginlikten, alçakgönüllülük kibirden iyidir.

Ölüm sonrasına dair inanışlar Çin kaynaklı dinlerinin neredeyse hepsinde ortaktır. Bu dinlerde ölüm sonrası cezalandırılma inancı (yani cehennem) yoktur. Taoizm inancına göre “varlık” cisimden ayrılır ayrılmaz aslına, yani ölümsüz olan cisimsizliğe, kavuşur ve yüce güç (yani Tao) ile birleşir. Yüce güç evrenin ilk başlangıcında var olan güç/ilkedir. Hem kendini hem de gök, doğa ve insanı yaratan şeydir. Ruhun Tao ile birleşmesi inancı belki bir nevi ahret inancı olarak kabul edilebilir. Yoksa bu dinlerde semavi dinlerdeki gibi bir “öbür dünya” inancı yok. Ölenlerin ruhları, ruhlar âlemine (cisimsizliğe) geçer, ölümsüzlüğe ulaşır ve aile üyelerinin çevresinde yaşamaya devam ederler.


Çin dinlerinde büyük ölçüde varlığını sürdüren şu inanış bu dinlerin aslında bir ahlak, erdemli yaşam felsefesi olduğunun açık işaretidir: İnsan kötülük yaptıkça ömründen süre (aylar, yıllar) eksilir, iyilik yaptıkça ömrüne süre eklenir. Bu alış-verişte sıfıra veya eksiye inilince ömür biter. Eksiye geçmiş olarak ölenlerin borcu geride kalan aile üyelerinin ömründen eksiltilir. Geride kalanlara böyle bir borç bırakmak aile büyüklerinin en büyük korkularıdır.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Seks kölesi kadınlar

03 Mayıs 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Çin’deki dostlarım İslamo-faşistlerin Irak ve Suriye’de azınlıklara mensup kadınlara yaptıklarını duydukça dehşete kapılıyorlar. Bu faşistlerin ne mal olduğunu sanırım en iyi Çinliler anlıyor. Aklı kutsiyet, fanatizm ve itaat ile iğdiş edilen insanın nasıl ilkel bir vahşiye dönüştüğünü iyi biliyorlar. Çünkü benzer acıları yetmiş yıl önce yaşamışlar ve yaraları halen taze.

 

II. Dünya Savaşı sırasında Çin’i işgal eden Japonya ordusu yakaladığı genç kadınları seks kölesi olmaya zorlamış. Kadınların gördükleri işkenceyi ancak “öldüresiye” kelimesi anlatabilir. Uzman raporları kadınların yüzde yetmiş beşinin ciddi fiziki yaralanma ve sakatlanma, bazılarının ise çok ağır psikiyatrik sorunlar da yaşadıklarını göstermiş.

 

Bir tarih profesörü o dönemde seks kölesi olarak esaret yaşayan kadınlar hakkında yaptığı araştırmayı kitap olarak yayınladı. Okurken insanın nefesi daralıyor. Çinli kadınların yaşadıklarını, duygularını ifade etme konusundaki yetenekleri ve içtenlikleri insanı kâbus gibi bir gerçekliğin içine çekiyor. Her günü büyük bir acı ve kâbusla dolu ve tecavüzcünün yaşaması gereken utancı yaşayarak geçen yetmiş yıl… İsyanları da figanları ve ağlamaları da sessizce, içten içe olmuş. Zaten buralarda feryat figan yırtınarak ağlayan birini göremezsiniz. İçten içe ağlamak galiba Çinlilere özgü bir asalet.

 

Üç kadının öyküsünü özetleyeceğim:

“Bir kadın bir seks kölesi kampında üç ay tutuldu ve o kampta hamile kaldı. Kurtulduğunda bir erkek çocuk doğurdu. Çocuğu kendisine yaşatılan acıların mağduru olarak gördü ve hiçbir zaman suçlamadı. ‘Kâbus gibi anılar 70 yıldır beni bir an olsun rahat bırakmadı, ömrümün sonuna yaklaştığım şu günlerde bile gözlerimi kapatmaya korkuyorum’ diyor.

 

Bir kadın seks kölesi olarak tutulduğu süre içinde gördüğü işkence nedeniyle, doğurganlık yeteneğini kaybetti. Onu sık sık ziyaret eden bir gönüllü kuruluş üyesi ‘bilinci yerinde olduğu zamanlarda, devamlı olarak o yüz karası günleri ve utancı unutamadığını, yaşadığı ömrün kendisi için bir azap olduğunu söylüyordu’ dedi.

Japonlara karşı savaşırken yakalanan bir kadın gerilla, tecavüz etmek isteyen bir Japon askeri tarafından öldüresiye dövüldü ve sol bacağı kırıldı. Onu aylarca bir tekerlekli sandalyeye bağladılar ve o bacağı sakat kaldı. Bir yakını ‘Şimdi her gece yatağının yanında duran bir sandalyenin ayağına gizlenmiş bir bıçakla uyuyor; yoksa kendini güvende hissetmiyor’ dedi.”

Kamplardan kurtulan çok sayıda kadının intihar ettiği artık biliniyor. Kadınlar intihar ettikçe herhalde kendilerinin arındığını zanneden geleneksel/erkek egemen Çin kültürü, hayatta kalan kadınları cezalandırmaktan geri durmamış. Kadınların zorla alıkonulduğunu adeta bilmezden gelmişler. Hem kadınlar hem de çocukları hakarete uğramışlar. Çocukları ne zaman bir hata yapsalar “seks kölesi kadının çocuğu” küfrünü işitmişler.


On beş yıl kadar önce, on kadar kadın bir Japon avukatın çabasıyla Japonya’ya karşı “özür dilemesi ve her kadına tazminat ödemesi” talebiyle dava açmış. 2007’de Japonya yüksek mahkemesi, 1972’de Japonya ve Çin arasında imzalanan ve Çin’in tazminat talebinden vazgeçtiği anlaşmaya istinaden kadınlar aleyhine karar vermiş.

Çin’in tazminat talebinden vazgeçmesinin bir nedeni, kadınların onurunu para konusu yapmamak ve böylece Japonya’ya para ödeyip aklanma fırsatı tanımamak olabilir. Belki de kadınlarına tecavüz edilmesi erkeklik gururlarına dokunmuş ve bunu kendileri için utanç verici bulmuşlardır. Bu utançtan kadınların onurunu feda ederek kurtulmayı ummuşlar ve bu nedenle konunun küllenmesini istemişlerdir, kim bilir…

İnsan hakları avukatları ve kuruluşları “devletin birey adına feragat eden taraf olma hakkı” ile 1972 anlaşmasındaki savaş tazminatı maddelerinin çelişkili olduğunu görmüşler. Şimdi davayı sürdürebilmek için bu konu üzerinde çalışıyorlar.


Bir Çin atasözü “Eski bir günah yeni bir utanç demektir” der, günah defteri hesap görülene kadar kapanmaz anlamında…

20 Nisan 2015 Pazartesi

İş anlaşması evlilikler, hazır giyim hayatlar

19 Nisan 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Buradaki gazetelerde arada bir, galiba magazin haberi niyetine, “evlilik oranı şu kadar azaldı, boşanma oranı bu kadar arttı” içerikli haberler çıkar. Evliliğin modası geçmiş bir kurum olduğunu galiba onlar da anlamaya başladı. Son iki yılda üçü Çin’de birisi HK’da olmak üzere dört arkadaşım boşandı. HK’daki evlilikler bana zaten yadırgatıcı gelir: Evlilik mi yoksa şirket birleşmesi mi yapıyorlar ya da birbirlerini işe mi alıyorlar anlamak zor. Bu kadar hesap-kitap ile aşk/sevgi gibi karşılık beklemeden kendinden vermeyi gerektiren duygular nasıl bir arada olur aklım almıyor. Evlilik için belki de bu duygulara gerek yoktur, kim bilir…

İkinci kez boşanan komşum Sui ile beş yıldır tanışıyoruz. Bir bankanın insan kaynakları bölümünde orta düzey yönetici olarak çalışıyor. Üstünde biraz pahalısından bir konfeksiyon elbise gibi duran o profesyonel hava bana sevimsiz gelir. Karşımda sanki kanlı canlı Sui değil de bir ego varmış hissine kapılırım. Buna bir de yaptığı işe duyduğum gıcık eklenince, durum biraz limonileşiyor. “İnsan Kaynakları (İK)” denilen alan hakkında iyi şeyler düşündüğümü söyleyemem. Çalışanların kanını emmenin incelikleri konusunda kapitalizme taktikler verdiğini düşünürüm ve bu alanda kariyer kovalayanlara da pek muhabbetle bakmam.

HK’a döndüğümde kafede karşılaştık. Eşini sordum, “Biz boşandık” dedi. Bir süre sustu ve “Bana ait bir hayatım olmadığını, aslında hayatımın çekilmez bir şey olduğunu söyledi. Onu da aynı hayatı yaşamaya zorladığımı, artık buna katlanamadığını ifade etti ve boşanmak istedi” dedi. Tanıdığım Sui böyle içten, açık konuşacak ve kırgınlıklarını paylaşacak birisi değil. Malum, bir profesyonel olarak her zaman güçlü görünmek zorunda. Belli ki onu anlayacak, dinleyecek “tehlikesiz” birine ihtiyacı var. “İsteklerim kariyerim açısından normal şeylerdi: İyi bir semtte bir ev, haftada bir iki akşam iyi bir yere yemeğe gitmek, kulüp üyelikleri ve sosyalleşme gibi şeyler. Bu kariyeri elde etmem kolay olmadı ve ilerlemek istiyorsan böyle yaşamak zorundasın. Hung Hom’da (ayrıldığı eşinin taşındığı nispeten yoksul bir semt) yaşayan bir filozofa kimse böyle bir iş vermez” dedi. “Bunları istediğin için değil isteme gerekçen yüzünden terk edildiğini umarım bir gün anlarsın” demeye dilim varmadı.

Eşi felsefeci değil bir mühendisti. Belli ki sorgulanmak canını acıtmış ve bu acı eski eşe filozof payesi olarak dönmüş. Kapitalizm filozofları sever; ama sadece kendini yeniden üretenleri, sorgulayanları değil. İş hayatının/finans kapitalin dayattığı değer sistemini ve yaşam biçimini bu kadar içselleştirmiş Sui de tabii ki böyle bir filozofu sevmez. Beyaz yakalı emekçiler nasıl böyle kolayca kapitalizmin rıza üreticilerine dönüşüyorlar anlamıyorum.

Evlilik ilişkisinden bahsediyor ama sanki bir projede birlikte çalıştıkları kişinin onu yarı yolda bırakmasının yarattığı hayal kırıklığından söz ediyor gibi. “Sanki bir projeden, iş kontratından bahsediyor gibisin” dedim. “HK’da evlilikler bir çeşit iş sözleşmesidir” dedi. “Ben de öyle anladım. Eşin iş anlaşmasının tarafı olarak, yasal hakkını kullanmış ve sözleşmeden caymış. İş anlaşmalarında bunlar olağan şeyler. Peki, sence yanlış nerede?” dedim. “Bir arkadaşımla buluşacağım” deyip izin istedi. Bir filozofun ardından, evlilik ilişkisi hakkındaki düşüncelerini sorgulatıcı sorular soran birini sanırım sinir bozucu buldu.

Laf arasında ağzından kaçırdığı gibi, bir İK profesyonelinin gözünde evlilik de bir “başarı” ölçütüdür. Dolayısıyla, iki evliliği de yürümemiş bir kadın/erkek “özel yaşamında başarısız, çuvallamış” biri sayılır. Böyle birisi ona iş başvurusu yapsa, muhtemelen işe almazdı.


Bu insanlar kapitalizmin üstlerine geçirdiği o hazır-giyim hayatları yaşıyorlar. İş yaşamının oynamaya mecbur ettiği rolü kendisi ve yaşadığı konfeksiyon hayatı kendi eseri sanarak, ta ki bir nedenle dibe vurana kadar…

24 Mart 2015 Salı

Tanrı kiminle konuşur…

15 Mart 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Yazının başlığı konusunda rivayet muhtelif. Semavi dinler peygamberlerle konuştuğunu söylüyor. Ben tanrıyla konuştuğunu iddia eden başkalarını da tanıdım (Psikiyatri servislerinde) ama onlar konumuzun dışında. Bir de tanrıyla bir şekilde iletişim halinde olduğuna inanılan ara formlar var. Böyle biri “seçilmiş kul” olduğuna ve dünyaya “özel görevle” gönderildiğine inanır. Varsın inansın ama Tanrı bir “özel kul” seçecekse, bence müptezeller, faşistler arasından seçmez.

Bu sınıftan bir de bir tür ilahi kâtiplik işi yaptığını iddia edenler var. Böyleleri “zamanının bulunmaz Hint kumaşı” sayılan “din âlimleri” arasından çıkar ve bazı lafların bilemediği bir uhrevi kanaldan “kendisine bir şekilde yazdırıldığını” iddia eder. Yıllar sonra bir sürü adam da onun zırvalarını tevil etmek için uğraşır durur.

Neyse, sadede geleyim. Pekin’de her gidişimde uğradığım bir kitapçı dostum var. Geçenlerde gördüğümde biraz kafası karışmıştı. Aklı karışmış bir adamın savrukluğuyla bana “Kam, tanrı kiminle konuşur?” dedi. Soru çalışmadığım yerden geldi, hazırlıksız yakalandım. “Benimle değil” der gibi boş boş baktığımı görünce, “tanrı mesajlarını insanlara neden doğrudan kendisi iletmiyor veya onlarla doğrudan konuşmuyor da bir başka insanın aracılığına gerek duyuyor? Her şeye kadir bir güç istese bunu yapabilir” diye sorusunu anlaşılır hale getirdi. Buralarda garipsediğim birçok soruya muhatap oldum ama beni dini otorite yerine koyan bir soruyla ilk defa karşılaştım. “Ne anlatmaya çalışıyorsun” diye sorar gibi baktığımı anlamış olmalı ki konuyu anlattı: Son günlerde bir arkadaşı vesilesiyle birkaç defa bir Hıristiyan misyonerin toplantılarına katılmış. Tanrı’nın oğlu, tanrının elçisi, vahiy gibi Çin dinlerinde olmayan paranormal mevzular aklını karıştırmış. Zihnindeki “beyaz adam eşittir Hıristiyan” şablonu uyarınca beni Hıristiyan zannediyormuş ve dolayısıyla benden bilgi almak istemiş. Nereden bilsin o soruyla bana bir nevi “Papa’nın vekili” muamelesi yaptığını

“Din böyle bir şeydir, adamın aklını berbat eder” diyemedim. Zaten bu söze gerek olduğunu da sanmıyorum; zira Mao’nun Dalai Lama’ya “Çok zeki bir adamsın ama din senin aklını zehirliyor” dediğini burada neredeyse herkes bilir.

Sonunda, “Bir dine inansaydım, o Taoizm olurdu” diye mesajımı doğrudan ve açıkça ileten bir cümle kurdum. “Ben Taoistim” dedi gözleri gülerek. Böylece, “emperyalist beyaz adamın dininin” Çin’de ne aradığı ve aradığı o şeyin Çinlilerin hayrına olmadığı konusunda fazla konuşmaya gerek kalmadan anlaştık. Bir eski zaman “anarşisti” olan Tao efendimiz bize doğru yolu gösterdi… Buraların devlet felsefesi ve dini Konfüçyüs öğretisidir desem yanlış olmaz. Çok özet olarak, Konfüçyüs “otoriteye saygı göster” der. Tao ise “otoriteyi sorgula” der. Bu nedenle, buralarda son yıllarda devlet açısından makbul bir tanrı sayılmaz.

Benzer bir kafa karışıklığını ben de Çin dinleri ile ilgilenmeye başladığımda yaşamıştım. Semavi dinlere göre formatlanmış aklım, insan akılını semavi âleme serpiştirmek yerine kendi varlığına-insana yönelten Çin dinlerini anlamakta zorlanmıştı. Şimdi bu dostum aynı şeyi tersinden yaşıyor. Neyse ki Tao efendimizin anarşist aklı onu kurtardı…

Çin’de son yıllarda türeyen bu misyonerlerin bazıları Hong Kong’da doğup büyümüş beyaz adamlar. Fakat çoğu HK’a üniversite eğitimi için gelip bir şekilde yolu bu adamlarla kesişen ve onların rahle-i tedrisinden geçip bir Hıristiyan-misyoner olarak yetiştirilen Çinli gençler. ÇKP bu adamlara hiç iyi gözle bakmıyor. Faaliyetlerine şimdilik ses etmese bile, ben sonlarını iyi görmüyorum.

Çinli Müslümanlar bu misyonerlerin korkulu rüyası olmuş. Kendi bölgelerinde faaliyet yürütenleri “bir şekilde” kaçırmışlar. Velhasıl, misyonerler, kendi canlarını kurtarmak uğrana, o bölgelerdeki günahkâr kulların ruhunu kurtarma vazifesini tanrıya iade etmişler.