23 Aralık 2020 Çarşamba

Diktatörün son günleri

 23 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayımlanmıştır


Genel kuraldır; diktatörlerin yakın çevresi dalkavuk ruhlu yanaşmalar, işe yaramazlar, döküntülerle doludur. Çünkü başkasına tahammül edemezler. Fakat, bir istisna olarak, Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos’un yakın çevresinde olup biteni anlayabilen, gerçeği görebilen bir kişi varmış: Savunma Bakanı Juan P. Enrile. Bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde döneceğim. Önce biraz kronolojik bilgi:

-16 Ekim 1985 - ABD Başkanı Reagan'ın özel elçisi Senatör Paul Laxalt, Marcos'u ziyaret eder ve ülkedeki krizlerle (ekonomik kriz ve güçlenen komünist isyan vs) baş etme konusunda bir endişe mesajı iletir. Marcos, durumun ve isyanın kontrol altında olduğuna dair güvence verir.

-3 Kasım 85 - Washington'un güvensizlik bildirdiği ve ekonomi politikalarında değişiklikler yapması ve demokrasi, hukuk ve insan hakları alanındaki ağır gerilemenin (çürümenin) giderilmesi için baskı yaptığı Marcos, bu baskı karşısında görev süresinin bitimini (1987) beklemeden erken seçim kararı alır.

-15 Şubat 86 - Filipinler Meclisi Marcos'u seçimin galibi ilan eder.

-16 Şubat 86 - Muhaliflerin Başkan adayı Corazon Aquino, seçim zaferini ilan ederek Marcos’u seçimi çalmakla suçlar. Marcos’u devirmek için bir sivil itaatsizlik kampanyası, grev ve boykot programını duyurur. 

-19 Şubat 86 - ABD Dışişleri Bakanı George P. Shultz, Filipinler seçimlerinde Marcos yönetimi tarafından ''sistematik ve yaygın hile yapıldığını ve şiddet uygulandığını'' açıklar ve bu durumu kınar. 

-20 Şubat 86 - Marcos, bu kınamayı “yabancıların ülkenin iç işlerine müdahalesi” olarak sunar ve kınar. Seçilmesini protesto etmek için sivil itaatsizliğe başvuran muhaliflerin ayaklanma ve isyan ile suçlanacaklarını duyurur ve yabancı güçlerle işbirliği yapmakla suçlar.

-21 Şubat 86 - Marcos, artan baskı karşısında, kendisini eleştiren yabancıları "günümüzün modern emperyalistleri" olarak nitelendirir ve Filipinlilerin yurtdışından gelen emirlere boyun eğmeyeceklerini söyler. İyice köşeye sıkışmaya başlayınca öfkesini kontrol edemez hale gelmiştir. Utanç verici bir dil kullanmaya başlar ve muhalefeti açıktan tehdit eder.

-22 Şubat 86 - Savunma Bakanı Juan P. Enrile ve Gn. Kurmay Başkan Yardımcısı General Fidel V. Ramos, hileli cumhurbaşkanlığı seçimi ve hükümetin yıllarca yaptığı suistimalleri protesto etmek için hükümetten istifa ettiklerini ve Marcos’la yollarını ayırdıklarını açıklarlar. Sonrası malum: Kurduğu suç örgütünün 80 elebaşısı ile birlikte Marcos’un ülkeden kaçışı. (ayrıntılar için 03.06.2020 tarihinde yayımlanan "Diktatörün Düşüşü" başlıklı derlemeye bakılabilir).

Marcos erken seçim kararı aldığında aslında her açıdan bitmişti. İçeride halkın desteğini kaybetmiş (oyu yüzde 30), dışarıda ise kuşatılmıştı. Peki, bu durumdaki bir diktatör neden erken seçim kararı alır? Çalışma Bakanı Blas Ople şunları söylemiş: “Marcos, kuşatıldığını, Washington ve uluslararası topluluğun desteğini kaybettiğini söyleyemedi. Yönetme yeteneğini yeniden tesis etmek ve yurtdışına yönetim gücünü-desteğini koruduğunu göstermek için bir güç gösterisine ihtiyacı vardı. Bize karşı asla dürüst değildi ama nedenini biliyorduk.” 

Yazının en başında andığım Savunma Bakanı Juan P. Enrile konusuna gelince, bu zat Amerikalı gazeteci Gary Haves’a verdiği bir röportada, “Marcos erken seçim kararı aldığında, ona seçimde aday olmamasını, sakince çekilip Havai’ye gitmesini ve bunun onun için tek çıkış yolu olduğunu söyledim. Ülkede kalırsan mahkemelerin elinden yakanı kurtaramazsın. Seçimi kazansan bile mevcut yönetim krizi ve ekonomik kriz iyice derinleşerek bugünkünden çok daha kötüye gidecek” demiş ve “Marcos ağır kibirli biriydi. Bu kibri ve korkuları onun gerçeklik algısını, gerçeği değerlendirme yetisini bozuyordu. Gerçeği kabullenmek ve yönetimden çekilmek yerine gitmeye-kaçmaya mecbur edilmeyi seçti” diye eklemiş. Gazeteci G.Haves ise Reagan yönetiminin Marcos’a 1986 seçimlerinde yönetimi başkan yardımcısına bırakarak çekilmesini önerdiğinden bahsediyor. 

“20 yıllık iktidarında bütün kurumları yandaşlarıyla doldurmasına rağmen, devrim başlayınca o kurumlar neden Marcos’a sahip çıkmadı?” sorusuna Enrile, “Onun kaybettiğini herkes biliyordu. Hem içeride hem de dışarıda bütün desteğini ve meşruiyetini kaybetmişti. Seçimde zafer ilan etmesi seçim yolsuzluğundan başka bir şey değildi. Meclisteki çoğunluğu, yargı kurumlarına atadığı yanaşmaları ve terfi ettirdiği yeteneksiz generallerin onun yönetimini ayakta tutmaya yeteceğini sanıyordu. Yönetimi çürümüş, kokuşmuş bir suç rejimiydi. Bu kadar çok suça bulaşmış bir kaybedenin yanında durmak işlenen suçları sahiplenmek, ortak olmak demektir. Böyle birinin bekasıyla ülkenin ve devletin geleceğine sahip çıkmak arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında çözülme başlar. Üstelik çözülme en uzaktan değil en yakından, ilk halkadan başlar” diye cevaplamış.

Marcos’un devrilmesine yol açan nedenleri sayarken “Ağır ekonomik kriz-yoksullaşma, yolsuzluk, baskı, insan hakları ihlalleri ve işkencelere ek olarak asla iktidarı bırakmayacakmış, iktidardan gitmeyecekmiş, onu iktidardan göndermeye kimsenin gücünün yetmeyecekmiş gibi davranması” olarak açıklıyor. “Halk bunu iradelerine, onurlarına karşı bu saldırı olarak gördü. Bu da halkın öfkesini büyüttü” diyor.

Enrile, pür-i pak biri değildi. Savunma Bakanı olarak o da rejimin pisliğine bulaşmıştı. Fakat kötücül, halk düşmanı bir rejime isyan bayrağı açan ve devrilmesini sağlayan kişi olması onu kurtardı. Marcos’un kaçtığı Havai’de yaptığı darbe yaygarasını ise dışarıda duyan olmadığı gibi, ülkede de aldırış eden çıkmadı. Ülke bir halk düşmanından ve halk düşmanı bir rejimden kurtulmuştu…

***

Bilimin temelinde bazı sayıltılar bulunur. Bu sayıltılar yoksa bilim de yoktur. Bunlardan biri “Benzer koşulların benzer sonuçlar doğuracağı” sayıltısıdır. Bu uzun yazı işte bu bir cümlelik sayıltının tefsiri sayılabilir.

Şöyle bitireyim: Zamane Marcoslarının çevresinde dünyayı anlayabilen, gerçekleri görebilen bir Enrile’nin olması kendileri için çok hayırlı olabilir.


9 Aralık 2020 Çarşamba

Çin, Türkiye için pazar olabilir miydi?

 09 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

05.12.2020 tarihli BirGün’de yayınlanan “Uğurlama töreni yapılmıştı: Çin'e giden 'ilk ihracat treni' Maltepe'den Halkalı Garı'na geri döndü” başlıklı haberi anlayana kadar epeyce zorlandım. Öyle ya, Çin’e varmak için doğuya doğru yol alması gereken tren tam tersi yönde gidip Halkalı’ya varmıştı. Olup biteni anlamak için biraz düşünüp taşınınca gerçeğe ulaştım: Yıllar önce keşfedilmiş gerçekleri on sekiz yıldır duvara çarpa çarpa yeniden keşfeden iktidar, bu defa Macellan’a kulak vermiş ve hep batıya giderek Çin’e bu yoldan ulaşmayı yeniden keşfetmek istemiş olmalı. Yani herhalde öyle olmalı. Çünkü geri kalan seçeneklerin hepsi akıl dışı. Neyse, niyetim Saray rejimine yol tarifi yapmak değil.

Şaka bir tarafa, bu acemice mizansen Batı’ya (ABD-AB) “Size mecbur değiliz. Bizi yaptırımlarla sıkıştırırsanız, rotamızı dünyanın doğu tarafına doğru kırabiliriz. O tarafta Çin var, Yol ve Kuşak girişimi var, Şanghay İşbirliği Örgütü var. Orada yer alabiliriz” gibi hiç inandırıcı olmayan bir mesaj verme çabası gibi görünüyor. Üstelik tren Şi’an kentine yani Yol ve Kuşak girişiminin başlangıç istasyonuna gidiyor. Söz konusu habere göre, trenin taşıdığı yük Çin’e ihraç edilen beyaz eşyaymış. Türkiye’nin Çin’e beyaz eşya ihraç etmesi gerçekten büyük bir başarı olurdu. Lakin Çin firmalarının burada üretilen ürünlerle aşağı yukarı aynı kalitede (üstelik daha pahalı) bir malı ithal ettiklerini hiç görmedim. Gördüğüm kadarıyla, burada insanlar sadece iki ülkenin ürünlerini Çin mallarına göre daha kaliteli buluyorlar. Bu ülkeler Almanya ve Japonya, ilk sıra tabii ki Almanya’nın. On beş yıl kadar önce, bu gözler Pekin’de bir dönerci dükkânına asılmış “Alman döneri” tabelasını bile gördü…

Türkiye, Çin’e sanayi ürünleri ihraç edebilir mi, emin değilim. Bu tabii ki imkânsız değil; ama kanımca çok küçük, üstünde durmaya değmez miktarda bir ihracat olabilir. Türkiye, son yirmi yıldır dünyayı anlayabilen, attığı adımın bir adım sonrasını olsun hesap edebilen bir akıl tarafından yönetilseydi şimdi Çin’e yıllık yaklaşık 50 milyar dolar civarında bir ihracat yapıyor olurdu. Böylece, “Çin’den ayrılan yatırımcıların bizim ektiğimiz çalılara takılan yünlerini toplayacağız” ham hayali kurmak zorunda kalmazlardı.

Çin’in en büyük ithalat kalemi enerjiden sonra, tarım teknolojilerinde gösterdiği büyük ilerlemeye ve Afrika kıtasının dörtte birini ekip biçmesine rağmen, tarım ürünleri kapsamındaki ürünlerden oluşuyor. Bu konuda sadece iki örnek vereceğim: Zeytinyağı ve Şarap. Zeytinyağının hangi ülkelerden geldiğine dair yeterli bilgim yok ama şarabın çok büyük bir kısmının geçen 30 yılda dağı taşı üzüm bağlarıyla dolduran Avustralya’dan geldiğini biliyorum. İktisatçı dostum Zhou, Avustralya’nın Çin’e ihraç ettiği şarap ve bazı minerallerden elde ettiği gelirin yıllık 40 milyar dolar civarında olduğunu söyledi. Kalite açısından karşılaştırıldığında, Türkiye’de üretilen orta halli bir şarap buradaki Avustralya şaraplarına birkaç tur bindirir.

Şaraptan bahsedince aklıma geldi: Evsel ve tıbbi (ilaç-eczacılık sektörü) kullanım amaçlı alkol de Çin’e satılabilecek iyi bir ürün olabilirdi. En kaliteli etil alkolün üzümden sonra şeker pancarından elde edildiği söyleniyor. O kadar ayrıntısını bilemem ama kırmızı darı ve şeker kamışından elde edilen alkolün berbat bir şey olduğunu buradaki deneyimlerimden biliyorum. Zeytinyağına gelince, burada belki şarap kadar büyük bir pazara sahip olamazdı ama üreticiye yine de ciddi bir gelir getirirdi. Burada orta sınıf büyüdükçe bu ürünlere olan talep de büyüyor.

Bunları söylerken geçmiş zaman kipiyle konuştuğumun farkındayım. Çünkü Saray rejiminin alkollü içki üretimini zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymadığını, yağma-talan projelerine yer açmak için zeytinliklere ve zeytin üreticisine düşmanlık ettiğini biliyorum. Şeker pancarı üreticisinin halini ve şeker fabrikalarının nasıl talan edildiğini ise sanırım bilmeyen yoktur.

Çin’e yaptığı ihracattan büyük gelir elde eden (en büyük gelir kaynağı) Avustralya açısından son günlerde durum zorlaşmaya başladı. Çin, bu ülkeden ithal edilen şarap, mineral vs gibi ürünlerin gümrük vergisini yükseltti.

ABD’nin Transpasifik koçbaşı Avustralya

Trump, giderayak Çin’e karşı düşmanlığın dozunu artırmaya, Pasifik’te bugüne kadar atmayı ertelediği adımları atmaya başladı. Bunları hangi niyetle yapıyor olursa olsun, yapılanların on yıllık geçmişi olan ABD’nin Çin’i kuşatma politikasından farklılık gösterdiği söylenemez. ABD’nin Transpasifik projesi için sağlam müttefike ihtiyacı var. Pasifik’teki zayıf halka olan Avustralya, bu projenin en sağlam destekçisi yani Çin’e karşı ABD’nin Pasifik’teki koçbaşı olmaya ve böylece dünyanın bu tarafında ABD maşası bir güç olarak yükselmeye çok hevesli görünüyor. Çin’in bu ülkeden ithal edilen ürünlerin gümrük vergisini yükseltmesi Avustralya ekonomisinin başına gelebileceklere karşı ciddi bir uyarı anlamı taşıyor. 

Sanayi devrimi sırasında “Makineler işimizi elimizden alıyor” diyerek makineleşmeye karşı çıkan ve bu yüzden “Ülkeden uzak olsun bu bozguncular” diye gemilere doldurulup Avustralya’ya sürülen tekstil işçisi İngilizlerin torunları bakalım nasıl bir karar verecek.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Distopya anlatısı olarak Çin-4: Kredi düşüren ve yükselten davranışlar

 05 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Teşvik edilmesi-ödüllendirilmesi ve ceza görmesi gereken davranışları belirleme konusunda her eyalet hatta şehir yönetiminin elleri serbest. Güvenilir-dürüst ve güvenilmez-sahtekâr insanlara ait olduğunu düşündükleri davranışları listeye ekliyorlar ve duyuruyorlar. Ödüllendirilmesi ve cezalandırılması gereken davranışlar listeleri karşılatırıldığında ilk liste (ödül) ikincinin yanında çok kısa kalıyor. Kredi düşüren davranışların listesi geçen yılın sonlarında 300 bini bulmuştu. “Teşvik edilmesi gerekenler” listesi neredeyse bütün ülkede aynı davranışları içeriyor. Listenin başında faturalar, kredi borcu ve vergileri vs ödemek (hem de zamanında) gibi ekonomiyle ilgili konular var. Sonrasında, yaşlılarla ilgilemek, bir gönüllü kamu hizmeti yapmak, bağış yapmak, kan vermek vs diye uzayıp giden (kolayca tahmin edilebilecek) bir liste görüyoruz. Listede siyasi ölçütler (aleni olarak) yok. Örn. birisi Başkan Şi’yi övüp kolay kredi kazanmak amacıyla “Wuhan’da ortaya çıkan salgından haberi yoktu. Ona yanlış bilgi veriliyordu” dese, Şi’ye aslında “Ülke yönetme becerisinden yoksun bir çapsız, kendi kibrinde keramet bulan bir kifayetsiz muhteris, hataları ve verdiği yanlış kararların sorumluluğunu üstlenebilecek özgüvenden yoksun bir kibir abidesi zorba” dediği için başı derde bile girebilir.

“Ceza görmesi gereken davranışlar” listesi de ekonomiyle ilgili konularla başlıyor ve uzayıp gidiyor. Aralarında bazı davranışlar var ki, yazıya ilginçlik katması açısından birkaçını yazmak istiyorum: Örn. bir eyalette bir yıl içinde on kez kırmızı ışıkta geçen biri bütün kredi puanını tüketip “güvenilmezler” listesine ekleniyor. İki eyalette ise çöpleri ayrıştırmadan (dört kategoride ayrıştırmak zorunlu) atanların kredi puanı düşürülüyor (takibinden atıkların toplayan ve işleyen kuruluşlar sorumlu). Yakın zamanda bizim şehirde (Wuhan) gıda-yiyecek içecek sektörünün canlanmasına destek amacıyla 500 milyon Yuanlık (yaklaşık 72 milyon dolar) gıda kuponları dağıtıldı. Şehir yetkilileri, bu kuponlarla alışveriş yapmak yerine üçte bir değerine nakte çeviren uyanıklar türediğini fark etmiş. (Dalavere sektörü icat etmekte Çinliler de bizim memleket ahalisi kadar iyidir.) Birkaç hafta önce, şehir yetkilileri “Gıda kuponlarını nakte çevirenler ve bu işe aracılık edenlerin sosyal kredi puanlarının düşürüleceğini” duyurdu. Bir başka eyalette ise (Shanghai) köpeğini tasmasız gezdirenlerin kredi puanı düşüyor. Yüz tanıma sistemli kameralar bu davranışı tanıyor ve puanın düşürülmesi için insan müdahalesine gerek kalmıyor. (devam edecek)

“Çin malı aşı”

Madem Çin hakkında yayılan dezenformasyon ve yazılan distopya hikaylerinden bahsediyorum, aşı konusundan bahsetmezsem olmaz. Çin hakkında Covid-19 aşısını hedef alan taze bir dezenformasyon örneğiyle karşı karşıyayız. Bazı büyük Batılı ilaç firmalarının aşıları piyasaya çıkmaya hazırlanırken, Çin’in geliştirdiği aşı hakkında dezenformasyon yayılmaya başladı (beklendiği gibi). Arada bir şöyle bir bakıp geçtiğim memleket medyasında da bunun yansımaları görülüyor.

Çin, biri Sinovac firmasının, ikisi Sinopharm firmasının projesi olmak üzere üç Covid-19 aşısı projesi yürütüyor. Bir de kapalı kutu Çin ordusu bünyesindeki bilim insanlarının yürüttüğü bir proje var ama onun ne durumda olduğu hakkında bir fikrim yok. Üçüncü faz uygulamasının bir ayağı da Türkiye’de yürütülen proje Sinovac firmasının aşısı. Bu aşı hakkında atıp tutanların bildiğini sanmadığım bir ayrıntı daha var: Bu aşı burada Eylül ayından beri “acil durumlar” için zaten uygulanıyor. En başta sağlık çalışanları olmak üzere, toplu taşıma araçlarının sürücüleri ve metro güvenlik personeli, öğretmenler ve bazı memurlar gibi bir milyon civarında insana uygulandı. Sanırım bu geniş çaplı aşılama üçüncü faz çalışmasının bir parçası olarak kullanılacak. Bu haliyle, Sinovac’ın geliştirdiği aşı, üçüncü fazı en geniş popülasyona uygulanan aşı olacak gibi görünüyor.

Her iki firmanın geliştirmeye çalıştığı aşılarla ilgili bilgiler firmaların web sitelerinde mevcut. Bilimsel araştırma sürecinin nasıl bir şey olduğundan biraz haberdar olan, bilimsel yöntem üzerine birkaç sayfa okumuş olanlar bir bilimsel araştırma sürecinin ürününü-sonucunu Çin’in ürettiği ucuz çakmak veya don lastiği ile kıyaslamak gibi bir ucuzluk yapmazlardı. Batı’da üretilen aşılarla aynı etkililiğe sahip olan bir aşı için “uyduruk Çin malı” yakıştırması yapmak niyetiyle kullandıkları “Çin aşısı/Çin malı” gibi ucuz bir ifade kullananı ucuzlatmaktan başka bir şeye yaramaz.

Aşı-ilaç geliştirme konusunda Çin’in çok köklü bir geleneği vardır. Örn. Artemisinin Çinli bilim insanı Tu Youyou tarafından 1972’de icat edildi ve bu başarısı Youyou’ya 2015 Nobel Tıp Ödülü’nü kazandırdı. Çiçek aşısı da Ming Hanedanlığı döneminde (M.S. 1368 to 1644) Çinliler tarafından MS. 1567-1572 yılları arasında icat edildi. (Bu konuda daha fazla bilgi için kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden “Çinliler uygarlığa ne kattı” başlıklı çeviriyi okumanızı öneriyorum)

Aşı hakkındaki bilinmezlikler Çin’den ve Sinovac firmasından değil artık (çöküş aşamasını geçip) dağılma sürecine girmiş, ülkeyi karanlığa boğmak isteyen ve o karanlıkta ömrünü uzatabileceğini sanan Saray rejiminin karanlık aklından kaynaklanıyor.


29 Kasım 2020 Pazar

Distopya anlatısı olarak Çin-3: Bireysel kredibilite

 28 Kasım 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

Geçen yılın sonlarında, Pekin metrosu istasyonlarından birine (ve birkaç başka eyaletteki istasyona daha) bir yüz tanıma sistemi yerleştirildi. Kullanıcıların güvenlik kontrolü için sıra beklemeksizin metroya hızlıca ulaşmasını sağlıyordu. Sistemi kullanmak isteyen yolculardan uygulamaya kimlik kartı bilgileri, yüz tanıma bilgileri, ödemeleri (fatura, kredi vs), coğrafi konum ve bireysel kredi puanı gibi birçok kişisel bilgiye erişim izni vermeleri isteniyordu. O günlerde, Çin sosyal medyasında (Weibo) "Küçük bir rahatlık elde etmek için neden bu kadar çok kişisel bilgiye erişim izni vermek zorundayım?“ tartışması yaşanmıştı. (Sistem şimdi metro istasyonlarında –hatta diğer toplu taşıma araçlarında- yaygın olarak kullanılıyor. Düşük “Sosyal Kredi Puanı” olanların kullanmasına izin verilmiyor.)

Bu sistem sadece bireyleri yüzünüzden tanıyarak hızlı geçiş olanağı sunan bir araç olarak kullanılmak üzere tasarlansaydı bu erişim izinlerine de gerek kalmazdı. Oysa sistem erişim izni istediği bütün o veri tabanlarıyla entegre çalışan, veri toplayıp veri işleyen bir “big data” sistemi. Toplanan veriler işlendikçe (daha fazla sayıda ve komplike davranışları tanıyabilir hale geldikçe –henüz yere çöp atmak, tasmasız köpek gezdirmek, bir trafik kuralı ihlali vs gibi basit davranışları tanıyabiliyor) yüz tanıma sistemlerinin “Sosyal Kredi Sistemi”nin bireyleri kredilendirme sürecine daha fazla katılacağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyor. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, tasarlanan sistemin eksik parçası bu ve bildiğim kadarıyla şimdilik bazı pilot uygulamalar yürütülüyor.

Başlangıçtan bugüne

İki yıl kadar önce pilot uygulamanın başladığı yerleşim birimlerinde her birey bir temel kredi puanıyla (örn. bin puan) sisteme dâhil olmuştu. Bankalar, vergi idareleri ve polis gibi kamu kurumlarının, burada her taşın altından çıkan Alibaba grubunun vs veri tabanları bugünkü gibi birleştirilmediği için bunlar henüz sınırlı-yerel uygulamalardı. Bu yüzden, veritabanlarından gelen “kara liste” veya “kötü notlar” henüz ortada yoktu -en azından büyük ölçüde.

Konunun uzmanlarının değerlendirmelerine göre, iki pilot bölgede iki farklı yaklaşım uygulanmış. Rongcheng kentindeki (Shandong eyaleti) deneyim, kamuoyunda Suining'dekinden (Sichuan eyaleti) daha başarılı bulunuyor. Bunun nedeninin Rongcheng’de düşük puanların olumsuz sonuçlarına değil yüksek puanların olumlu etkilerine odaklanılması olduğu düşünülüyor.

Sosyal Kredi Sistemi, öğrenme psikolojisinin “edimsel öğrenme” ilkelerine (çok kısaca, ödül-ceza sistemiyle insanın kendi davranışlarının sonucundan etkilenerek öğrenme süreci) göre tasarlanmış. Bu süreç önceki yazıda andığım kuruluş belgesinde şöyle ifade ediliyor: “Dürüstlüğü-güvenilirliği teşvik etmek ve dürüst olmayan davranışları-güvenilmezliği cezalandırmak”. Aynı belgede, bu öğrenme süreci sonunda murat edilen sonuç ise “Bu yolla, Çin halkının birbirine, devlet kurumlarına, işletmelere ve yargıya güvenini tekrar tesis ederek bir bütünlük kültürünün oluşmasını sağlamak” diye geçiyor

Bugünkü haliyle sistem biraz ağır aksak ve kendini düzelterek yürüyor. Bildiğim kadarıyla, artık herkes o pilot uygulamalardaki gibi eşit puanla başlayamıyor. Birleştirilen veri tabanlarında yer alan bilgilere göre bir puan veya “kredibilite” ortaya çıkıyor. Veritabanlarının içerdiği bazı eski ve hatalı kişisel (finansal) bilgi nedeniyle zarar gördüğünü söyleyen çok sayıda insan var. Bu hatalı veya eski bilgi nedeniyle daha başlarken “Lao Lai kara listesi”ne (güvenilmezler kara listesi)“ veya kısa adıyla “Lao Lai”ye girenlerin durumun düzeltilmesi için Yüksek Mahkemeye başvurmaları gerekiyor. Puanlarının düşmesine yol açan davranışlar için sistemin elektronik bileşenlerinden kaynaklanan bir sorunu sorumlu tutanların sayısı da az değil. Örn. “O saatte otoparktaki otomatik ödeme sistemi çalışmıyordu ve arkamda benim ayrılmamı bekleyen çok sayıda araç vardı. Bu yüzden, ödeme yapmadan çıkmak zorunda kaldım” veya “Arkamdan gelen ambulansa-itfaiyeye yol vermek için o sokağa girdim ya da aracımı park edilmemesi gereken yere kısa bir süre çektim” diye mahkemeye başvuran ve düşen puanını düzeltilmesini isteyenler olduğunu görüyoruz. İnsanların sistemin işleyişini henüz tam olarak anlayamamış olmaları da bir diğer faktör.

Gelecek yazıda, kredi düşüren ve yükselten davranışlar, düşük ve yüksek kredi puanının sonuçları, puanı düşenler yükseltmek için ne yapabilir ve kara listeyi ele alacağım. Sosyal Kredi Sistemi hakkındaki kendi görüşlerimi ise bu dizinin son bölümünde yazacağım.


27 Ekim 2020 Salı

Distopya anlatısı olarak Çin-2: Sosyal Kredi Sistemi

25 Ekim 2020 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanmıştır

Birkaç yıl önce, Pekin sokaklarında eski dost Jiaying ile yaptığımız bisiklet turunda bir taksici orta refüjdeki açıklıktan tehlikeli bir biçimde dönmüş ve beni sıkıştırmıştı. Kazayı bacağımda hafif sayılabilecek bir yarayla atlatmıştım. Taksici çıkışmama aldırış etmediği gibi, “Burası Çin, benim ülkem” diye arsızlık etmişti. Polise durumu anlatıp taksinin plakasını veren Jiaying, “Bir şey çıkmaz ama biraz parasını alıp canını yakarlar” demişti.

Peki, aynı şey bugün “Sosyal Kredi Sistemi”nin uygulanmakta olduğu pilot yerleşim birimlerinden birinde olsa ne olurdu? Muhtemelen şunlar olurdu: (1) Öncelikle, taksici refüje acil durumlar için açılmış olan o açıklıktan dönemezdi. (2) Yanıma gelip benden özür diler ve yardım ederdi, belki de (“iyi bir yurttaş” olarak) hastaneye götürürdü. (3) Düştüğü durumu hemen yakındaki dev ekranda ibret-i âlem için gelip geçen herkesle birlikte kendisi de izlerdi. (4) Yasanın öngördüğü trafik cezasının yanı sıra, “Sosyal Kredi Puanı” da düşer ve belki de (geçici) bir hak kaybına bile uğrardı. (5) Polis, şikâyetimizi taksiciyi söğüşleme fırsatı olarak görmek yerine “iyi bir devlet memuru” olarak görevini olması gerektiği gibi yapar ve böylece hem kendisinin hem de kurumunun kredi puanını yükseltirdi. (6) Düşen gözlüğümü yerden alan, devrilen bisikletimi kaldırıp kenara çeken ve el çabukluğuyla yarama su döküp kâğıt mendille saran “en alttakiler”den o seyyar satıcı muhtemelen örnek yurttaş seçilir ve resimleri panolarda yer alırdı. (7) Taksicinin hırtlığı yüzünden çileden çıkan ve Çinliler için adaba mugayir sayılabilecek laflar eden Jiaying’in durumu ne olurdu bilemiyorum. Davranışları bir genç kadın için kötü örnek sayılıp puanı düşer miydi yoksa bana yardım ettiği için iyi yurttaş sayılıp yükselir miydi, emin değilim. Bütün bunlar şehrin neredeyse her yerine yerleştirilen yüz (ve galiba plaka) tanıma sistemli kameralar ve onlarla entegre çalışan “Sosyal Kredi Sistemi” veritabanı sayesinde olurdu.

Nedir bu Sosyal Kredi Sistemi?

Batı kapitalizminin ideolojik-kültürel hegemonyasını üretmekle görevli paralı askerler ve onların yancıları tarafından hakkında binlerce distopya hikâyesi yazılan sistem, ilk başlarda bireylerin, işletmelerin ve devlet kurumlarının kredilendirilmesinden oluşan üç bileşenli kredilendirme sisteminin adıydı. Son zamanlarda tanımlamada bir değişikliliğe gidildiğini ve “Ulusal Kredi Sistemi” veya “Ulusal Kredi Yönetimi Sistemi” ifadelerinin tercih edildiğini görüyoruz. “Sosyal Kredi Sistemi” artık bireyleri kredilendiren bileşeni ifade etmek için kullanılıyor ve bildiğim kadarıyla henüz sadece bazı (pilot) bölgelerde uygulanıyor. Tüm sistemin uygulamaya girmesi için hükümet yasal eksikleri gidermeye, kapsamlı bir mevzuat oluşturmaya ve veri tabanı altyapısını birleştirmeye-kurmaya çalışıyor. Hazırlıkların 2020 yılı sonuna kadar tamamlanması planlanmıştı. Sürecin ne durumda olduğunu bilmiyorum.

Bu sistemin neden gerekli olduğu, nasıl kurulacağı vs üzerine hazırlanan 2014 tarihli resmi belgede şu açıklamalar yer alıyor: “Ülkemiz ekonomik sistem reformlarını derinleştirme ve sosyalist piyasa ekonomisini mükemmelleştirme konusunda bir kritik dönemdedir. Piyasa ekonomisi bir kredi ekonomisidir. Piyasa ekonomisi düzeninin eksiklerini gidermek ve düzenlemek, piyasa kredi ortamını iyileştirmek, işlem maliyetlerini düşürmek ve ekonomik riskleri önlemek için sağlam bir sosyal kredi sisteminin kurulması gerekli bir önlemdir. Bu, ekonomiye hükümetin müdahalesini azaltmak ve sosyalist piyasayı iyileştirmektir. (…) Kredi yasaları, düzenlemeler ve standart sistemlerin iyileştirilmesi ve tüm toplumu kapsayan bir kredi inceleme sisteminin oluşturulması temelinde, bir bütünlük kültürünün kurulması amacıyla devlet bütünlüğü, iş bütünlüğü, toplumsal bütünlük ve yasal güvenilirliğin inşa edilmesini sağlamak, güvenilirlik-dürüstlük için teşvikler sunmak ve dürüst olmayan davranışları cezalandırmaktır”. Sistemin işleyiş biçimine bakınca, doğru tanımlamanın “kredi sistemi” değil “puan sistemi” olduğunu düşünmüştüm, ta ki yukarıdaki resmi belgeyi okuyuncaya kadar. Belgede sıkça geçen “piyasa” ve “kredi” sözcükleri ilk bakışta mevzunun ekonomiyle ilgili olduğu (kredi kullanımını sağlıklı bir biçimde yaygınlaştırmak ve böylece tüketim ve refah artışı sağlamak gibi) düşündürse bile, bununla sınırlı olmadığını da biliyorum. Bu “kredi sistemi” düşüncesi, Çin’in “uygarlık projesi”nin kâğıda yansımış taslağı gibi duruyor (sonraki yazıda ele alacağım).

Resmi kuruluş belgesinde mottosu “Güvenilir davranışlar için teşvikler oluşturmak ve dürüst olmayan davranışları cezalandırmak” diye özetlenen sistemin içeriği çok kapsamlı. Gelecek yazıdan başlayarak üç kredi sistemini de ayrıntılı ele almaya çalışacağım. Şimdilik şu “Bireylerin olumlu davranışlarının ödüllendirilmesi” konusunda olası bir yanlış anlamayı önceden düzeltmek istiyorum: Ödüllendirici davranış derken aklınıza “Şi Çinping’den önce Çin’de yol yoktu, ev yoktu, otomobil yoktu, hastane yoktu, fabrika yoktu; Çin’in itibarı yoktu; Dünya lideri Başkan Şi…” gibi halüsinojen mantar yemişlerin aklından geçenlere benzer övgü zırvaları gelmesin. Ancak bulanık bir aklın eseri olabilecek bu nevi ahmaklık gösterileri burada ilgilisine bir puan bile kazandırmaz. Çünkü bilirler ki, bu nevi övgüleri kabul etmek ve memnuniyet duymak aslında övülen kişinin “ahmaklığın ve ahmakların lideri” olduğunu tescil etmekten ibarettir, hepsi o kadar. (devam edecek)


17 Ekim 2020 Cumartesi

Distopya anlatısı olarak Çin-1

 17 Ekim 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Soğuk savaş yıllarında, hatta daha sonrasında da, Çin’de “tek çocuk politikası”na uymayan kadınlara zorla kürtaj yapıldığına dair haberler yayınlanırdı. Üreten, yayan ve ortak olanların insanlığından kuşku duymayı gerektiren bu yalanlar “komünizm öcüsü” yaratmayı ve bunun üzerinden kapitalizme rıza üretmeyi amaçlıyordu. Bu yalan ve dezenformasyon üretimi mekanizması bugün de aşağı yukarı aynı şekilde işliyor. Fakat artık başlıca amaç komünizm düşmanlığı yaratmak değil. Şimdi asıl hedef büyüklüğü, dinamizmi, insan kaynakları ve teknoloji üretimiyle ABD ekonomisini-hegemonyasını tehdit eden Çin/Çin ekonomisi, özellikle teknoloji üretimi üstünlüğünü ABD’nin elinden almaya çok yaklaşan Çin teknolojisi.

“Komünizm öcüsü” artık “ABD’nin Çin’e karşı yeni soğuk savaşı” için üretilen yalan ve dezenformasyonun arka fonunu süslüyor. En bariz biçimde ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Çin yönetimi/ÇKP’yi “Halkın iradesine el koymuş komünist haydutlar, frankeştayn” olarak andığı sözlerinde görülüyor. Pompeo’nun bu taktiği fazla kaba-saba ve eski moda, en azından altmış-yetmiş yıllık. O yüzden de hiçbir işe yaramıyor. ABD’nin korkusu herkesin bildiği şu gerçekten kaynaklanıyor: Teknolojik üstünlüğü kaybeden hegemonyayı da kaybeder. “Hegemonyası zaten epeyce sarsılmış olan ABD, bir de teknolojik üstünlüğü kaybederse neler olur?” sorusu dünya için olduğu kadar ABD’nin kendi içinde olabilecekler açısından da korkutucu bir soru.

Trump ve tayfasının soğuk savaş dili ve taktikleri Batı kapitalizminin ideolojik-kültürel hegemonyasını üretmekle görevli araçlar/kuruluşların eseri. Görünüşte bir düşünce kuruluşu, insan hakları gözlemcisi; çeşitli ad altındaki vakıf ve dernek; basılı-görsel yayın vs gibi duran bu kaynakların istihbarat örgütleriyle “bir şekilde” bağlantıları bulunduğunu artık bilmeyen yok. Başlıca iki yol izledikleri söylenebilir: İlki çok eski bir numara: Doğrudan Devlet Başkanını hedef alan ve itibarsızlaştırmayı amaçlayan saldırılar. İkincisi, siyasal sisteme dönük dezenformasyon yaymak, distopya üretmek.

Kültür Devriminin o akla ziyan atmosferi sırasında, ÇKP yöneticileri arasında Çin’i ailesiyle birlikte terk ederek Hong Kong (HK) ve İngiltere’ye sığınanlar olmuş. HK’da yaşadığım zamanlarda bunların yakınlarının anı, aile özgeçmişi vs iddiasıyla yazdığı birkaç kitabı edinip okudum. Okurken bir anı kitabında böylesine mide bulandırıcı, seviyesiz (üstelik yalanla ince ince süslenmiş) ayrıntılara ne gerek var diye hayıflandığım oldu. Yalana bulanmış ayrıntılar genellikle doğrudan Mao’yu ve yakın çevresini hedef alıyor ve itibarsızlaştırmaya çalışıyordu. Anlatının istihbarat örgütlerinin marifetiyle bu hale getirildiğini ve distopya anlatısı olan bir kitabın tam da böyle olması gerektiğini ben de sonradan öğrendim… Şimdi doğrudan Şi Cinping’i hedef alarak onun hakkında da benzer şeyler yazmayı deneyenler olduğunu görüyoruz.

İkinci yol, siyasal sistemi hedef almak, daha sofistike ve ilgilisine itibar bile kazandırabilir. Kapsamı daraltabilmek için konuyu son birkaç yıldır dillerinden düşürmedikleri “otoriterlik-totaliterlik” ile sınırlandıracağım. Trump (ve Trumpgillerin) sonrasında yaygınlaşan otoriterlik eleştirileri, bu durumu sanki bir “arizi” durum, bir sapma hatta bir “sıradan otoriterlik” gibi sunmaya çalışıyor. Bu noktada, fazlasıyla kaba-saba teorik zırvalarla Putin ve Şi Cinping’i de Trumpgillere ekleyerek sorunun Batı kapitalizminin krizinin sorunu (ve eseri) olduğu gerçeğinin gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Oysa karşımızdaki gerçek ne bu kadar ucuz ne de “rekabetçi otoriterlik” vs gibi akademik-teorik yumuşatıcılarla bir “sıradan otoriterlik” kılığına sokulabilecek bir şey. Karşımızda düpedüz neo-liberal kapitalizmin krizinin eseri olan “yeni faşizm” var.

“Sıradan otoriterlik” ile “gücünü genellikle ordu ve bürokrasiden alan ve devlete sahiplik iddiasında olan bazı ‘ara sınıf’ yönetimlerinde rastlanan otoriterlik”i anlatmaya çalışıyorum. Böyle bir ara sınıf iktidarının sınıflar arası tahterevallide ayakta durabilmek için otoriter yönetim biçimlerine meyletmeleri bilinen bir konu. Bence Rusya ve bir ölçüde Çin de bu kategoride yer alıyor. Trumpgillerle bir benzerlikleri yok.

Neyse, tekrar konuya döneyim. Çin hakkında distopya hikâyeleri uydurmak İngiltere-ABD’de artık lise bebelerine kadar düşmüş durumda. Buralara turist olarak gelen bu bebelerden bazıları sitelerin girişlerindeki yüz tanıma sistemlerini cep telefonlarıyla kaydedip “Bakın! Çin, vatandaşlarının bütün bilgilerini topluyor ve böylece onları adım adım izliyor ve her şeylerini kontrol ediyor” diye saçmalayan videolar yayınlıyorlar. Bu bebelerin saçmalamaları çoluk-çocuk eğlencesi diye geçiştirilebilir. Fakat son bir-iki yıldır onların ilham aldıkları o “paralı askerler” çeşitli distopya hikâyeleriyle Çin teknolojisini (ve Çin yönetimini) hedef alıyorlar. Bunların en bilineni, bugüne kadar hakkında epeyce distopya hikâyesi yazılan “Sosyal Kredi Sistemi”. Sonraki yazının konusu bu olacak.


27 Eylül 2020 Pazar

Wuhan kenti gibi olmak...

19. 09. 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Son günlerde memleket basınına ne zaman göz atsam “Falanca şehir Türkiye'nin Wuhan'ı oldu/olmak üzere” gibi benzetmelerle karşılaşıyorum. Sanırım bu benzetmeyle “Salgının çok yaygın olduğu, kontrolden çıktığı, vaka sayısının korkutucu ölçüde arttığı, toplum sağlığı için çok ciddi bir tehdit halini aldığı şehir” gibi bir şeyler anlatılmak isteniyor. Salgının ilk günlerindeki Wuhan için “kontrolden çıkma” hariç bunların hepsi söylenebilir(di). Fakat şu önemli farkı gözden kaçırmamalıyız: Covid-19 Wuhan'da görülmeye başladığında kimse neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu (bu süreci önceki yazılarımda uzun uzun anlattım). 

Sorunun ne olduğu anlaşıldığında, yerel hükümetin yetersiz kalması-beceriksizliği üzerine, merkezi hükümet devreye girdi ve önceki yazılarımda anlattığım Çin'in dünyaya en iyisinden bir “kriz/salgın yönetimi dersi” verdiği o mücadele süreci yaşandı. Wuhan artık virüs ve salgın açısından dünyanın en güvenli şehirlerinden biri, belki de en güvenlisi (Bu, önlemlerin sona erdiği anlamına gelmiyor. Önlemler biraz gevşetilmiş olarak devam ediyor). Oysa bugün virüs hakkında neredeyse her şey biliniyor. Buna rağmen salgın önlenemiyorsa, bu noktada doğru örnek Wuhan değil salgınla baş etmeyi beceremeyen, salgının ülke genelinde kontrolden çıktığı ABD, Hindistan, Brezilya'nın vs bazı eyalet/şehirleri olabilir.

Bu baş edememenin nedeni insana, insan-toplum sağlığına mı yoksa sermayenin çıkarlarına mı öncelik verildiğinde aranmalıdır. 5 nisan 2020 tarihli “Nekahat dönemindeki şehir Wuhan” başlıklı yazımda iktisatçı dostum Zhou'nun “Bilimle inatlaşan, gerçeği yadsıyan ülkelerin ağır bedel ödeyeceği” tespitinden söz etmiştim. Bu tespite bir de “insan canının sermayenin çıkarları veya ilkel ve kötücül bir rejimin bekası için feda edilebilen bir değersiz nesne/araç sayılıp sayılmadığı” eklenmelidir.

Benim açımdan Wuhan kenti gibi olmak;

- Her şeyden önce bebeleri, çocukları anne-babaların yüreğini ağzına getirmeden, güven içinde okula gönderebilen şehir olmak demektir. Geçen hafta burada anaokulu ve ilkokullar açıldı. Çocukların güvenliği için alınan önlemleri yazsam (ki Çinliler bir önlemi laf olsun veya mış gibi yapmak için almazlar; alınan önleme mutlaka uyulur ve uygulanır) iradesine el konmuş yeteneksiz Saray yanaşmaları biraz utanır ve suçluluk hisseder mi acaba? 

- Doğrudan toplumun sağlığını, can güvenliğini, yaşamını ilgilendiren bir konuda halka yalan söylememek; halkın gözünde yalan söyleyecek kadar düşmemek demektir. Wuhan'da gerek karantina sürecinde gerekse sonrasında bütün veriler-durum günlük olarak hiçbir şey saklamadan, yalana boğmadan halkla paylaşıldı. “Salgını sakladılar, dünyaya yanlış bilgi verdiler” lafları Batı'nın dezenformasyonundan ibaret. Bilgi saklamadılar; neyle karşı karşıya olduklarını kendileri de bilmiyorlardı. Anlayabilmeleri zaman aldı. 

- İnsan canına değer vermek; insanın sağlığını-canını sermayenin çıkarı için feda etmemek demektir. 

- İşvereni çalışanların sağlığından sorumlu tutmak demektir. Açıklanan salgınla mücadele/önleme önlemlerini almak ve harfiyen uygulamak bütün işyerlerinde işverenin kesin sorumluluğudur. Bildiğim kadarıyla, bugüne kadar yüzlerce fabrikadan sadece birinde (dört ay kadar önce) bir Covid-19 vakası çıktı ve önlem olarak sağlık yetkilileri fabrikayı bir hafta kapattı. 

- Halkın korkularını giderebilmek, yaşadığı kaygıyı hafifletebilmek için on iki milyonluk bir kente on gün içinde bir kişi bile dışarıda kalmamak üzere (ücretsiz) nükleik asit testi uygulamak ve sonuçları hızla açıklamak demektir.

- Bilimi rehber kabul etmek ve sorunla bilimin öncülüğü-yol göstericiliğinde mücadele etmektir, hurafe-safsatayla yoğrulmuş bir ilkel ve bağnaz aklın zırvalarıyla değil.

Kuşkusuz bu liste daha da uzatılabilir. Bu kadarının yeterli olduğunu sanıyorum. Wuhan örnek olarak kullanılacaksa, doğru olan bu bağlamda kullanılmasıdır. Çin yönetimi açısından Wuhan olmak kısaca, “Büyük bir sağlık tehdidini görüldüğü yere hapsetmek, bütün ülkeye yayılmasını çok büyük ölçüde önlemek ve böylece ülke halkını bu sağlık tehdidinden korumaktır.” 

Yazının başında andığım “kötü örnek” ülkelerden biri olan Hindistan konusuna burada tekrar dönmek istiyorum. Zira buralarda Türkiye'nin adı bu ülkeyle birlikte anılıyor. Nedeni şu: İkinci salgın dalgasını başlatabilecek potansiyel tehdit kaynağı olarak dünyanın bu tarafı için Hindistan'dan, Batı tarafı (Avrupa ve yakın çevresi) için ise Türkiye'den korkuluyor. Yani yönetim anlayışı olarak neredeyse birbirinin kopyası, insan malzemesi olarak ise çok benzer iki ülkeden...

ABD’nin kaybettiği ‘Soğuk Savaş’ mevzii: Hong Kong

 11. 09. 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Sonunda beklenen (en azından benim beklediğim) oldu. Geçen yılın sonları gibi Hong Kong (HK) hükümetinin çıkarmaya niyetlendiği fakat protesto gösterileri üzerine geri çektiği “Suçluların İadesi Yasası”nın biraz daha kapsamlısını Çin Ulusal Halk Kongresi (Meclis) “HK Ulusal Güvenlik Yasası” adı altında çıkardı ve 30 Haziran’da yürürlüğe girdi. Bu yıl yapılması gereken HK Meclis seçimleri de “Covid-19 salgınında HK’un hassas durumu” gerekçesiyle bir yıl süreyle ertelendi. Covid-19 tabii ki işin bahanesi. Amaç, bu bir yıl içinde ABD-İngiltere emperyalizminin HK’a elini uzatmasını imkansız hale getirmek ve işbirlikçilerinin kolunu kanadını kırmak. Böylece, seçimlerde etkili olmalarının önünü kesmek. Bu arada, çıkarılan yasa kapsamında alınan önlemlerin HK halkının yaşamını etkilemediğini de HK halkına göstermek. Çin hükümeti, protestoları şiddete boğan, sağa-sola, sıradan insanlara saldıran provokatörlerle ABD-İngiltere emperyalizmi arasındaki ilişkiyi teşhir etmeyi zaten büyük ölçüde başarmıştı. Son ziyaretimde HK’lılardan en çok duyduğum cümle “Ben Amerikancı değilim. ABD’nin HK’ya müdahalesine karşıyım” cümlesi olmuştu. Bu HK’lılar açısından iyiye işaret sayılabilir. Çünkü “demokrasi yanlıları” diye etiketlenen o muhalefetin çoğunluğu HK’yı Çin’in değil “Batı dünyası”nın bir parçası sayan ABD-İngiltere yanlılarıydı. 

Bu konuda önceki (gösteriler sırasındaki) yazılarımı okuyanlar “şiddete boğulmuş gösterilerin ABD emperyalizminin Çin’e karşı yürüttüğü soğuk savaşın bir parçası olduğu, protestoları yönlendirenler/liderlik edenler ile ABD-İngiltere emperyalizmi arasında “çok yakın ilişki” bulunduğu gibi gerekçelerle gösterilere destek vermediğimi hatırlayacaktır. 

Çin’in çıkardığı ve yürürlüğe giren HK Ulusal Güvenlik Yasası’nın ardından önceki eylemlerde liderlik yapanlar tarafından protesto gösterisi çağrıları yapıldı ve bazı küçük çaplı eylemler oldu. Çağrı yapan bu kişilerin çoğu ya yasanın çıkmasının hemen ardından veya daha önce ABD ve İngiltere’ye kaçmıştı. HK’da olanlar ise tutuklandı, bazıları yüksek kefaletlerle serbest bırakıldı. Tutuklananlar (ve kefaletle serbest bırakılanlar) İçinde bir kişi var ki, Cumhuriyetçi Parti’ye yüklü seçim bağışları yapacak kadar Amerikancı (ve ABD vatandaşı), azılı Çin karşıtı ve yeminli bir anti-komünist HK’lı zengin. Çin karşıtı kışkırtıcı yayınlar yapan faşist Apple Daily (kapatıldı) internet portalının da sahibi.

thegrayzone.com editörü ABD’li gazeteci Max Blumenthal, “Çin’e Karşı Uluslararası Yeni Soğuk Savaş” başlıklı sempozyumda yaptığı konuşmasında şunları söyledi: “Çin’in herhangi bir provokasyonu olmadığı veya ABD’yi kışkırtacak herhangi bir olayda parmağı bulunmadığı halde, ABD hükümetinin Houston’daki Çin Konsolosluğu’nu zorla kapatması ironiktir. Çin karşıtı koalisyonun fiili başkanı Senatör Marco Rubio, konsolosluğun ‘casusluk üssü olduğu’nu söyleyerek kapatılmasını savundu. Bunun ironik olduğunu düşünmemin nedeni sadece senatörün bu açıklaması için kanıt bulunmaması değil, aynı zamanda, HK Ulusal Güvenlik Yasası’nın kabulünden bu yana ABD ve HK protestoları arasındaki gizli anlaşmanın açığa çıkan bir gerçek olması… Haberlere göre, ABD Uluslararası Medya Ajansı, HK’daki protestolara 2 milyon ABD doları bağışladı. Bunun yanı sıra lojistik ve güvenli iletişim ekipmanı sağladı. Bildiğimiz gibi bunlar tamamen barışçıl protestolar değil. ABD medya kuruluşu, Çin’i istikrarsızlaştırmak için 2 milyon dolar harcadı! Xinhua Haber Ajansı veya Çin Uluslararası Televizyon İstasyonu (CGTN) gibi Çin resmi medyası Portland’daki ABD’li protestoculara iletişim ekipmanı sağlasa ve onlara doğrudan para yardımı yapsa, ABD’nin tepkisi ne olurdu hayal edebiliyor musunuz? HK’da protestolara liderlik ettiği bilinen Luo Guancong ve Huang Zhifeng gibi kişilerin Londra ve Washington’da Çin karşıtı lobiyle birlikte yumruklarını havaya kaldırdıklarına ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile sıkça görüştüklerine tanık olduk. (Konuşmanın tamamının çevirisi kamuraninnotdefteri.blogspot.com ‘dan okunabilir. ABD-Batı basınının Çin, Şincan-Uygur bölgesi ve HK hakkındaki haberlerini nasıl yaptığını anlamak için bu çeviri özellikle okunmalıdır.)

HK bir bedel ödeyecekse, bu bedel Çin’e kendi gözleriyle bakıp Çin gerçeğini ve yaşanan sorunun doğasını doğru anlamak yerine emperyalistlerin gözüyle bakmak ve kurtarıcı bilip “ABD-İngiltere’nin Çin sorununa” karşı emperyalistlerle aleni işbirliği yapmak yüzünden ödenecek. Yine de Çin’in sıradan insanlara bir bedel ödeteceğini ve HK’nın günlük yaşamında fazla bir şey değişeceğini sanmıyorum. Çünkü yasa öncelikle emperyalizmin HK’yı Çin’in yumuşak karnı sayıp soğuk savaş üssü olarak kullanmasını sona erdirmeyi, emperyalizmin ayağını HK’dan kesmeyi amaçlıyor. Fakat şu da bir gerçek ki, ÇKP’nin milliyetçi damarı HK’lılara Çinli olduklarını ve HK’nın Çin’e bağlı bir (özerk) yönetim birimi olduğunu hatırlatan düzenlemeler/müdahaleler yapmaktan geri durmayacaktır. Bana öyle geliyor ki, zaman artık HK solunun zamanı. (“Komünist”) ÇKP’ye rağmen sosyalistlik yapmak pek öyle kolay bir iş olmasa bile...

27 Ağustos 2020 Perşembe

ABD medyasında Çin hakkındaki yalan haberler nasıl yapılır, haber kaynakları nelerdir

Bu makale thegrayzone.com editörü gazeteci Max Blumenthal’ın 25 Temmuz 2020’de uluslararası “Yeni Soğuk Savaşı Reddetmek” sempozyumunda yaptığı konuşmanın çevirisidir. (yazının başlığı, yazının içeriğine uygun olarak değiştirilmiştir)

Amerikan medya ortamında çalışan profesyonel bir medya mensubu olarak, Amerikan medyasının bu yeni Soğuk Savaş'ın desteklenmesindeki rolünden bahsetmek istiyorum. Özellikle, Amerikan kurumsal medyasının ve Ulusal Güvenlik Ajansının medyanın olayı hikâye etme-anlatım tekniklerini etkilemek için yaptıklarına odaklanmak istiyorum.

Çin'in herhangi bir bariz provokasyonu olmadığı veya en azından ABD'yi kışkırtacak herhangi bir olayda parmağı olmadığı halde, ABD hükümetinin Houston'daki Çin Konsolosluğu'nu zorla kapatması özellikle ironiktir. Neo-muhafazakarların sevgilisi, Kongre’deki Çin karşıtı koalisyonun fiili başkanı Senatör Marco Rubio, Houston'daki Çin konsolosluğunun kapatılmasını “konsolosluğunun casusluk üssü olduğu” gerekçesiyle savundu. ABD hükümetinin Huawei ve TikTok gibi Çinli şirketlere karşı önlem almasının nedeni de budur. Bunun ironik olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedeni sadece senatörün bu açıklaması için kanıt bulunmaması değil, aynı zamanda, Hong Kong Ulusal Güvenlik Yasası'nın kabulünden bu yana ABD ve Hong Kong protestoları arasındaki gizli anlaşmanın açık bir gerçek olması… 

Haberlere göre, Radio Free Asia ve Voice of America'nın denetiminden sorumlu önemli bir ajans olan ABD Uluslararası Medya Ajansı, Hong Kong'daki protestolara 2 milyon ABD doları bağışladı. Bunun yanı sıra lojistik ve güvenli iletişim ekipmanı sağladı. Bildiğimiz gibi bunlar tamamen barışçıl protestolar değil. Hong Kong'daki gösteriler "barışçıl toplantılar" ise, son zamanlarda Portland'da olanlar pasifist bir körlemesine buluşma toplantısına benziyor. 

ABD medya kuruluşu, Çin topraklarını istikrarsızlaştırmak için 2 milyon ABD doları harcadı! Xinhua Haber Ajansı veya Çin Uluslararası Televizyon İstasyonu (CGTN) gibi Çin resmi medyası Portland'daki ABD’li protestoculara iletişim ekipmanı sağlasa ve onlara doğrudan para yardımı yapsa, ABD'nin tepkisi ne olurdu hayal edebiliyor musunuz? Bu, ABD ile Çin arasında on yıllardır görülen en büyük karşı karşıya gelmeyi tetikleyecek. Şu anda ABD’nin Hong Kong'da yaptığı tam da budur. 

Son zamanlarda, tabandan yükselen protestolara liderlik ettiğine inanılan Luo Guancong ve Huang Zhifeng gibi protesto liderlerinin Londra ve Washington'da Çin karşıtı lobiyle birlikte yumruklarını kaldırdıklarına ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile sıkça görüştüklerine tanık olduk. 

Thegrayzone.com web sitemizin yaptığı şey, bu protestolar patlak verdiğinde ABD hükümeti ile protesto liderleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktır. Yıllardır üzerinde çalıştığımız şey tam olarak bu: ABD ile bazı ülkelerdeki rejim değişikliği isteyen muhalefet arasındaki mikro-sosyal ve politik ilişkiyi araştırmak. 

Ajit Singh, düzenlediğimiz bu “Çin'e karşı yeni Soğuk Savaş semineri”ne önemli katkıda bulundu ve seminerin düzenlenmesine yardım etti. Ajit, ABD ulusal ajanslarının ve kurumsal medyanın Çin'e karşı yeni Soğuk Savaş'ı destekleyen düşmanlığı hakkında bize birçok önemli haber sağladı. 

Bir muhabir olarak, ABD hükümetinin Çin'in dünya medyasında yer almasını (tabi ki kötü anlamda, Kamuran Kızlak) nasıl teşvik ettiğine ilişkin araştırmam 2018'de Capitol Hill'e yaptığım bir gezi sırasında başladı. Orada, mevcut Temsilciler Meclisi Çoğunluk Lideri Nancy Pelosi de dâhil olmak üzere Kongre'deki her iki partinin liderleri, Kuzey Koreli muhaliflerin tanıtımına katıldı. Bu “muhaliflerin” çoğu Kuzey Kore hakkında Amerikan medyası için haber yapanlardı. Verdikleri haberlerde adı geçen "kaynaklar"ın kim olduğuna gelince, Güney Kore istihbarat teşkilatı Kuzey Kore'nin "kötülüklerini" ifşa eden korkunç ifadeleri için onlara büyük meblağlar ödemişti. Bu etkinliğin sponsorluğunu, Reagan yönetiminin CIA başkanı William Casey’in kurduğu ve ABD hükümeti tarafından finanse edilen bir rejim değişikliği örgütü olan Ulusal Demokrasi Vakfı üstlenmişti. 

O toplantıda, Dünya Uygur Konseyi başkanı Omar Kanat adında birisiyle tanıştım. Törenin sonunda medyanın bu kişinin çevresini sardığını fark ettim ve onun kim olduğunu öğrenmek istedim. ABD hükümeti tarafından finanse edilen sağcı bir anti-komünist lobi grubunun başı olduğunu öğrendim. Bu örgüt "Küba Amerikan Ulusal Vakfı" na ve Venezüellalı Juan Guaido ve müttefikleri tarafından Washington'da kurulan örgüte çok benziyor. Çeşitli ülkelerde ABD politikalarını uygulamak, siyasi baskı oluşturmak ve rejim değişikliği yapmakla görevliler. Amerikan medyasına bilgi sağlarlar; fakat bu medya hiçbir zaman ABD hükümetinin bunları finanse ettiğinden bahsetmez.

Omar Kanat'a yaklaştım ve ona o sırada ana akım medyada dolaşan çok yaygın bir ifadeyi yani Çin'in Sincan bölgesindeki toplama kamplarında milyonlarca Uygur tutuklunun bulunduğuna dair o kesin açıklamayı hatırlattım ve “Bu şaşırtıcı rakamların kaynağı nedir?” diye sordum. Bana kaynaklardan birinin Dünya Uygur Konseyi (DUK) olduğunu söyledi. Tabii ki, DUK, ABD hükümeti tarafından finanse ediliyor ve Amerikan medyasına bu tür birçok sözde “tanıklık” ve "kaynak" sağladı.

Kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğunu sordum. Kanat, "Kaynağımız Batı medyası ve bazı tanıklıklar" dedi. ABD medyası ve ABD hükümeti tarafından finanse edilen muhalifler arasında İnternet üzerinden yapılan geri bildirimleri anlattı. Bu muhalifler Çin'i Nazi Almanya’sının reenkarnasyonu olarak tasvir ediyor. Omar Kanat’ın bu son derece kuşkulu ifadesi, ABD Kongresi tarafından Uygur İnsan Hakları Politikası Yasasını geçirmek ve Sincan Politikaları Vakfı tarafından ABD hükümetine bir yaptırım listesi sağlamak için kullanıldı 

Ajit Singh, Sincan toplama kamplarında milyonlarca Uygur'un gözaltına alınmasıyla ilgili haber kaynakları hakkında daha derinlemesine bir araştırma yaptı ve iki ana veri kaynağı buldu. İlki Zheng Guoen (Adrian Zenz) adlı kişidir. Bu kişi Mike Pompeo gibi düşünüyor ve Çin, Çin siyaseti ve toplumu hakkındaki uzmanlığı da ancak Pompeo kadar. Koch kardeşler ve Kansas Evanjeliklerine bir kukla olarak uzun zaman hizmet etti. 

Zheng Guoen, 2010 yılında "Worthy to Escape: Why All Believers Will Not Be Raptured Before the Tribulation " başlıklı kitabında kendini anlattı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Zheng Guoen bir Çin uzmanı değil bir Evanjelik sağcı fanatik. Çin Komünist Partisi karşıtı vaaz vermek için "Tanrı tarafından yönlendirildiğini" iddia ediyor -Çin Komünist Partisinin iblis bir varlık olduğuna inanıyor. Zheng Guoen kitabında, asi çocukların "kırbaçlanması" veya bedensel cezalar uygulanması çağrısında bulunuyor ve farklılığı ve eşcinselliği şeytani entrikalar olarak tasvir ediyor. Halen "Komünist Kurbanları Anma Vakfı" adlı bir araştırmacıdır. Bununla birlikte, Zheng Guoen, Amerikan medyası tarafından Şincan konusunda yetkin bir "araştırmacı" olarak adlandırılıyor. Ajit'in Thegrayzone.com raporumuzda ortaya koyduğu gibi, Zenz'in anlattıkları doğrulanması mümkün olmayan-izole tanıklıklara ve seçici verilere dayanıyor ve bu yöntem test edilebilir yöntem değildir. 

"Milyonlarca Uygur mülteci kamplarında gözaltında tutuluyor" şeklindeki kışkırtıcı ifadenin bir diğer kaynağı da "Çin İnsan Hakları Savunucuları" adlı bir STK. Bu kuruluş da ABD hükümeti tarafından finanse edilmektedir. Aslında, genel merkezi Washington DC'de, İnsan Hakları İzleme Örgütü ile aynı ofiste. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Çin'in Sincan ile ilgili politikaları üzerine araştırma raporu hazırlamak için "Çin İnsan Hakları Savunucuları" kaynaklarına güveniyor. Ajit'in ortaya koyduğu gibi, "Çinli İnsan Hakları Savunucuları", Sincan'dan toplam sekiz Uygur'un ifadesine dayanıyor. Toplama kamplarında tutulduğunu ileri sürdükleri Uygurların toplam sayısını (250 bin ila 1 milyon arasında olduğunu iddia ediyorlar) bu sekiz kişinin yaşadığı köylerin toplam nüfusunu esas alarak çıkardı. Sözde "İnsan Hakları Savunucuları"nın sağladığı tanıklıklar saçmalıklarla doludur ve gerçek Sincan’ı tanımlamaktan çok uzaktır. 

Buradaki sorun, bu ifadeyi doğrulamak için daha fazla kanıta ihtiyacınız olmasıdır. Bu kaynaklara dayanarak haber yapan Amerikan medyasına baktığınızda, "Dünya Refah Konseyi", Zheng Guoen veya "Çin insan hakları savunucuları"ndan söz etmediğini ve bu örgütlerin geçmişi ve siyasi gündemlerinden bahsetmediğini görürsünüz. ABD hükümetinin bu organizasyonları kolladığını ve maksimum fon sağladığını söylememe gerek bile yok.

Aynı şey, bu yıl Çin'in Sincan'da "zorunlu çalışma kampları" kurduğuna dair çıkan haberler için de geçerli. Bu haberler, Çin hükümetinin attığı adımlara bağlı olarak Kongre tarafından yayınlandı. Ajit'in "Thegrayzone.com" için bildirdiği gibi, bu provokatif anlatının kaynağı bir kez daha ABD Ulusal Güvenlik Ajansı ile yakından bağlantılı iki kaynaktır. İlki, ABD Dışişleri Bakanlığı, İngiltere Dışişleri Bakanlığı ve Mühimmat Endüstrisi tarafından finanse edilen Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü'dür. Bir diğer kaynak, Washington’daki Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’dir. Bu merkezin finansman kaynağı da - Mühimmat Endüstrisi, ABD Dışişleri Bakanlığı ve diğer yabancı hükümetler- Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü ile tamamen aynıdır. 

Yeni Soğuk Savaş'a destek sağlayan düşmanca anlatı, yalnızca Amerikan toplumundaki militaristlere ve sağcı unsurlara fayda sağlayacak olsa da, bu anlatı insani duyguları harekete geçiren bir dil aracılığıyla orta sınıftan liberal entelektüellere de başarıyla pazarlandı. Bu nedenle, "Jacobin" ve "Democracy Now" gibi sol medya kuruluşlarının (ve daha önce tartıştığım, ABD hükümetinin sözcüsü olmaya istekli "The Nation") okuyucuları arasında histerik Çin karşıtı ve anti-komünist duygunun ortaya çıktığını gördük. Şincan hakkındaki bu haberler, liberal sol medyada kesinlikle sorgulanamaz. Bu haberleri sorgulamak bir görünmez kırmızı çizgiyi geçmek anlamına gelir. Amerikalı bir muhabir, bir haber yazarken gerçeğe ulaşmak ve uluslararası işbirliği aramak adına sorular yöneltse bile, bu onun ana akım Amerikan medyasında kendine yer edinmesini zorlaştıracaktır.

Vijay Prashad'ın daha önce söylediği gibi, ABD'nin Çin'e karşı başlattığı bir hibrit savaşa tanık oluyoruz. Bu stratejinin bir kısmı, gazetecilerin ön safta savaşan propaganda askerlerine dönüştürüldüğü bilgi savaşını içeriyor. Dizüstü bilgisayar klavyelerinde, Ulusal Güvenlik Ajansı'nın gizli elleri geziniyor. 

Bu yılın Kasım ayında yapılacak seçimlerde, siyasi rüzgâr Demokratları Beyaz Saray'a sürüklese bile, yeni Soğuk Savaş'ın düşmanca anlatısı hala bize eşlik ediyor olacak. Bu nedenle, görevimiz halka eksik olan arka planı ve gerçekleri sunmak ve başka bir alternatif medya yaratmaktır.

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor (5): Trump’ın yanlış varsayımları

 22 Ağustos 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Önceki yazımda “ABD’nin Çin politikasının temellerinin Obama döneminde atıldığını, Trump’ın bu konudaki en önemli icraatının o politikayı berbat etmek olduğunu” belirtmiştim. Trump yönetiminin “ABD’nin Çin sorunu”nu bazı haydutça yöntemler kullanarak çözmeye çalışması Çin ve ÇKP hakkındaki yanlış varsayımlarına dayanıyor. Yazının devamında anılacak olan varsayımları burada tek cümleyle temel olarak şöyle özetleyebilirim: “Çin ekonomisinin ABD’nin baskısıyla çökebilecek kadar dayanıksız (dışa bağımlı) olduğuna inanıyor; ÇKP’yi ise halkın iradesine el koymuş ve halkla bağı çok zayıf bir avuç ‘komünist zorba’dan ibaret” görüyor.

Trump’ın varsayımlarını ve neden yanlış olduklarını anlatan iki yazı özetleyeceğim. Yazıların kaynağını gizlesem, yazarların Çin-ÇKP muhibbi oldukları bile düşünülebilir. Oysa bu itirazlar bambaşka iki kaynaktan geliyor. Önce Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun geçenlerde yaptığı bir konuşmadan hareketle Trump tayfasına bir kötü haber vererek başlamak istiyorum. Pompeo’ya göre, “Çin Komünist Partisi (ÇKP), ABD’nin araştırma merkezlerine, üniversitelere, devletin basın toplantılarına vs sinsice sızan propagandacılar gönderiyor”. Kötü haber şu ki, sermayenin gözbebeği yayınlardan olan Economist dergisi de o Çin propagandacılarından biri olabilir… Zira 15 Ağustos 2020 tarihli dergide yayınlanan bir yazı “Xi Jinping, devlet kapitalizmini yeniden keşfediyor. Hafife almayın” başlığını taşıyordu. Economist’in yazısını kısaca şöyle özetleyebilirim:

“Trump'ın Çin'e karşı sert tavrının en önemli nedenlerinden biri ticaret savaşının başlangıcından beri inandığı ‘Bu yöntem çok etkili olacak. Çünkü Çin'in devlet kapitalizmi dışarıda güçlü’ varsayımıdır. Trump’ın mantığı çok basit. Şöyle düşünüyor: ‘Evet, Çin gelişmeyi başardı. Ancak bu gelişme yalnızca sürdürülemez borçlar, sübvansiyonlar, adam kayırmacılığı ve fikri mülkiyet hırsızlığı ile devam edebilir. Yeterli baskı uygulanırsa, Çin ekonomisi çökebilir. Bu tehdit liderlerini taviz vermeye zorlayacak ve sonunda devlet önderliğindeki sistemde çözülme yaratacaktır.’ Mantık basit ama yanlış. Yanlışlığı ABD’nin gümrük vergisi savaşının Çin ekonomisine beklendiği gibi zarar vermemesinden bile anlaşılabilir. Bu yöntem işe yaramayacak. Sovyetler Birliği'nin aksine, Çin'in devasa ekonomisi sofistike ve dünyayla yakından bağlantılı. Çin'in 14 trilyon dolar ölçekli ulusal ekonomisi çok güçlü ve hayal kurarak yıkılmaz. Bu yanılsamadan kurtulmanın zamanı geldi.”

 Pompeo, o konuşmasında ayrıca “Xi Jinping, iflas etmiş bir totaliter ideolojinin gerçek bir inananı. On yıllardır taşıdığı ‘Çin komünizminin küresel hegemonyası’ arzusunu şekillendiren işte bu ideolojidir” dedi.

Sinagurlu eski bir diplomat olan Prof. Kishore Mahbubani nationalinterest.org sitesinde Pompeo’nun bu hezeyanlarına da cevap veren bir yazı yayınladı. Bir ara saygın bir Çin üniversitesinde de çalışan Prof. Mahbubani ne ÇKP sevdalısı ne de Çin muhibbi. Hatta batıcı demek yanlış olmaz. Çin’i, ÇKP’yi ve yaşanan sorunu doğru anlamış olması ve düşüncelerini batının ideolojik-kültürel hegemonyasına yaranma kaygısı gütmeden dile getirebilme dürüstlüğü söylediklerini değerli kılıyor. Yazısında şunları söylüyor: “Gerçekte, ÇKP, ABD için sanılandan daha zorlu bir rakip. Çünkü birincil amacı küresel hegemonya değil. Komünizmi küresel olarak yeniden canlandırmak gibi bir amacı da yok. Gerçekte, işlevsel olarak ÇKP, Çin Komünist Partisi anlamına değil Çin Uygarlık Partisi anlamına geliyor. Amaç, dünyanın en eski ve zamana en dayanıklı uygarlığını tekrar canlandırmak ve onu dünyanın en saygın ve başarılı uygarlıklarından biri yapmaktır. Bu hedef Çin halkını enerjik kılmakta ve Çin toplumuna alışılmadık bir heyecan ve canlılık katmaktadır. Bu ‘uygarlığın canlandırılması’ sürecinde ÇKP çok iyi iş çıkardı. ÇKP hakkında az bilinen bir gerçek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin 71 yıl önceki (1949) kuruluşundan bu yana en güçlü zamanını yaşadığıdır. Her yıl 20 milyondan fazla Çinli, ÇKP’ye üye olmak için başvuruyor. Ancak sadece yaklaşık %12'si katılabiliyor. Üyelik süreci Partiye katılmayı en iyi Amerikan üniversitelerinden birine kabul edilmek kadar zorlaştırıyor. Kısacası, ÇKP, Amerikan baskısı altında çökmek üzere olan bir parti değil. Parti, Çin uygarlığının yeniden yükselişini gördükleri şu dönemde yaşadıkları için mutlu olan 1,4 milyar Çinli arasında meşruiyet okyanusunda yüzüyor.” (yazının tamamının çevirisi (kamuranindergahi.blogspot.com ‘dan okunabilir)

Prof. Mahbubani’nin ÇKP’deki milliyetçi damara dikkat çekmesi yazıyı benim için ayrıca önemli kılıyor. ÇKP’yi “otoriter-totaliter” duyarı kasarak Batı kapitalizminin liberal değerleriyle eleştirmek boş konuşmaktır, liberal gevezeliktir; distopya yazmak ise düpedüz ahmaklıktır. ÇKP eleştirilecekse, sık sık pragmatizmle kaynaşan bu milliyetçi damar açısından eleştirilmelidir. HK, Uygur bölgesinde yaşanan sorunlar ve Çin’in uluslararası ilişkiler anlayışı ancak bu açıdan bakınca doğru anlaşılabilir. “ÇKP-Çin, otoriterlik-totaliterlik ve milliyetçilik” üzerine uzun bir yazı planladığım için şimdilik burada bırakıyorum.


19 Ağustos 2020 Çarşamba

Pompeo'nun hezeyanları: "Çin etkisi Amerikan toplumunun tüm katmanlarına nüfuz etti..."

Prof. Kishore Mahbubani'nin : 29 Temmuz 2020 tarihinde https://nationalinterest.org sitesinde yayınlanan "The Great Paradox of Donald Trump’s Plan to Combat China" başlıklı yazısının çevirisidir.

Trump yönetimi Çin sorununa karşı nasıl tepki vermesi gerektiği konusunda büyük bir paradoksla karşı karşıya. Yani bu sorunu çok büyüttü ve hafife aldı. Fazla büyüttüğü apaçık ortada; fakat daha tehlikeli olan hafife alma pek açık değil.

Dışişleri bakanı Mike Pompeo, 23 Temmuz’da yaptığı bir konuşmada Çin’in gücünü açıkça abarttı. “Çin’in yaptığı ticari ihlaller konusunda şok edici istatistikler gördük. Bu ihlaller Amerikalıların işlerini kaybetmesine neden oldu ve birçok eyalette ekonomiyi ciddi ölçüde vurdu. Çin ordusunun günden güne daha güçlü ve daha tehditkâr olduğunu da görüyoruz” dedi. Çin'in ABD'ye bir askeri saldırı düzenlemek üzere olduğuna inanan biri bu inancı için mazur görülebilir. Fakat askeri alanda ABD’nin Çin’den daha güçlü olduğuna kuşku yok. Pompeo konuşmasında “Çin'i, nükleer gücünü çağımızın stratejik gerçekliğine uyacak şekilde ayarlamaya çağırıyoruz” dedi. Çin bu çağrıya kulak verirse, nükleer silah cephaneliğine 5.500'den fazla nükleer silah ilave etmek zorunda kalacak. Çünkü ABD 6.000 kadar nükleer silaha sahipken Çin, yalnızca 300'den biraz fazlasına sahip.

Pompeo ayrıca, “ÇKP, basın toplantılarımıza, araştırma merkezlerimize, liselerimize, üniversitelerimize sinsice sızan ve hatta okul-aile birliklerimize katılan propagandacılarını göndermek için ABD’nin ‘özgür ve açık bir toplum’ olmasından yararlanıyor” iddiasında bulundu. Kısaca, Çin etkisi, Amerikan toplumunun tüm katmanlarına nüfuz etti ve Amerikan toplumunun altını oyabilir Pompeo’un ÇKP’yi tanımlamak için kullandığı en çarpıcı ifade “Frankeştayn”dır. Bu sözcük bir canavarın ABD’yi tehdit ettiği anlamına gelir. Amerikalıların bu retoriği işittikten sonra korkuya kapılmaları normal kabul edilebilir. 

Son günlerde Trump yönetiminin Çin hakkındaki sert söylemlerini bir tarafa bıraktığımızda gördüğümüz şey Çin ile yaşadıkları zorluğu kesinlikle hafife aldıklarıdır. Çünkü o zorluğun doğasını doğru anlayamıyorlar. Pompeo, “ÇKP’nin komünist ideolojisinin ABD’yi tehdit ettiğinden” bahsetti. Şunları söyledi: “Xi Jinping, iflas etmiş bir totaliter ideolojiye gerçek bir inanan. On yıllardır taşıdığı “Çin komünizminin küresel hegemonyası” arzusunu şekillendiren işte bu ideolojidir.” Şayet küresel hegemonya gerçekten Çin’in hedefiyse, Amerikalılar arkalarına yaslanıp rahatlayabilirler. Çünkü bütün dünya böyle bir girişime direneceği için herhangi bir hegemonya girişimi başarısız olacaktır. 

Gerçekte, ÇKP, ABD için sanılandan daha zorlu bir rakip. Çünkü birincil amacı küresel hegemonya değil. Komünizmi küresel olarak yeniden canlandırmak gibi bir amacı da yok. Gerçekte, işlevsel olarak ÇKP, Çin Komünist Partisi anlamına değil Çin Uygarlık Partisi anlamına geliyor. Amaç, dünyanın en eski ve zamana en dayanıklı uygarlığını tekrar canlandırmak ve onu dünyanın en saygın ve başarılı uygarlıklarından biri yapmaktır. Bu hedef Çin halkını enerjik kılmakta ve Çin toplumuna alışılmadık bir heyecan ve canlılık katmaktadır. Bu uygarlığın canlandırılması sürecinde ÇKP çok iyi iş çıkardı. ÇKP hakkında az bilinen bir gerçek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin 71 yıl önceki (1949) kuruluşundan bu yana en güçlü zamanını yaşadığıdır.

Geçen ay “The Harvard Kennedy School Ash Centre”, ÇKP’nin Çin’de geniş halk kesimlerince neden desteklendiğini açıklayan “Çin Komünist Partisinin Zorlukları Yenme Gücünü (Resilience) Anlamak“ başlıklı bir araştırma yayınladı. Rapor “politika teorisinin uzun zamandır otokratik sistemin doğası gereği baskıcı olması-zora bağımlılığı, karar alma mekanizmalarının aşırı merkezileşmesi ve kişisel gücün kurumsal iktidar üzerinde ayrıcalıklı olması nedeniyle istikrarsız olduğuna inanıyor. Zamanla, bu etkisizlik-yetersizlikler yönetimin meşruiyetini zayıflatma, genel bir huzursuzluk ve memnuniyetsizliğe neden olma eğilimindedir." Çin’de olması gereken/beklenen de buydu. Bunun aksine, raporda belirtildiği gibi, “Parti her zamanki kadar güçlü görünüyor. Rejimin politikalarına verilen geniş halk desteği partiye daha büyük bir güç sağladı. Bu nedenle rapor, "ÇKP'nin halkın gözünde meşruiyetini kaybettiği fikrini destekleyen çok az kanıt var" sonucuna varıyor.

ÇKP ile Çin halkı arasındaki farktan bahsederken Pompeo da “Çin sorunu” olarak adlandırılan güçlüğü hafife aldı ve yanlış anladı. Pompeo şunları söyledi: “Çin halkıyla temasa geçmeli ve desteklemeliyiz. Dinamik ve özgürlüğüne düşkün Çin halkı Çin Komünist Partisinden tamamıyla farklıdır.” İşte size bazı önemli istatistikler: Her yıl 20 milyondan fazla Çinli, ÇKP’ye katılmak için başvuruyor. Ancak sadece yaklaşık %12'si katılabiliyor. Üyelik süreci Partiye katılmayı en iyi Amerikan üniversitelerinden birine kabul edilmek kadar zorlaştırıyor. Kısacası, ÇKP, Amerikan baskısı altında çökmek üzere olan bir parti değil: Parti, Çin uygarlığının yeni bir yükselişini gördükleri şu dönemde yaşadıkları için mutlu olan 1,4 milyar Çinli arasında meşruiyet okyanusunda yüzüyor. "2020 Edelman Güven Barometresi", Çin halkının %90'ının Çin yönetimini desteklediğini gösteriyor.

Bütün bunlar, ABD'nin Çin stratejisinde büyük bir zayıflık olduğunu gösteriyor. Önemsiz Avustralya hükümeti hariç, hiçbir ülke Çin ile karşı karşıya gelmek için acele eden Amerika’nın bando arabasına atlamayacaktır. ABD'nin İngiltere gibi yakın müttefikleri de buna dâhildir. Etkili bir İngiliz yönetici, bu yıl Ocak ayında düzenlenen Davos Forumu'nda, İngiliz istihbarat kurumlarının Huawei yazılımını kapsamlı bir şekilde analiz edip üzerinde çalıştıktan sonra, Birleşik Krallık'ın Huawei'nin 5G teknolojisini kullanmaya devam edeceğini belirtti. Kendinden emin bir şekilde “ABD'nin Birleşik Krallık'ın kolunu bükemeyeceğini çünkü İngiltere'nin ABD’ye ihtiyacı olduğu kadar ABD'nin de İngiltere’ye ihtiyacı olduğu” söyledi. Ancak geçen ay Birleşik Krallık teslim oldu. Hayal edebileceğimiz tek şey kol bükmenin gerçekleştiğidir. Birleşik Krallık ve ABD'nin tam bir silah arkadaşı olduğu Soğuk Savaş dönemi ile ne büyük bir tezat…

Trump yönetimi bir noktada haklı. Avrupa'daki “kurt savaşçı” diplomatlardan Himalayalar'da Hintli askerlerin öldürülmesine kadar, Çin’in sergilediği bu yeni atılganlık konusunda tüm dünyada artan bir endişe var. Dünya çapında geniş bir ittifak-dost ağı oluşturarak Çin'in iddiasını-atılganlığını dengelemeye çalışan akıllı ve iyi düşünülmüş bir Amerikan stratejisi işe yarayabilir. Bunun yerine, Amerikalı dış politika uzmanı Richard Haas'ın dediği gibi, “bu yönetim altında, Avrupa Birliği'ne ekonomik bir düşman olarak davranıyoruz, Güney Kore ve Japonya'yı eziyoruz... Bize güvenmeyen müttefiklerin güçlü komşulara karşı çıkmasını beklemek gerçekçi değildir.”

Trump yönetimi veya ABD, Çin ile yaşadıkları zorluklarla başa çıkma konusunda gerçekten ciddiyse, her şeyi en baştan başlatmalı ve uzun vadeli ve iyi düşünülmüş bir strateji oluşturmalıdır. ABD, ÇKP’nin gerçek doğasını anlamaya çalışırken geçmişteki strateji uzmanlarının görüşlerini dikkatle dinlemelidir. George Kennan'ın dediği gibi, “İlk adımımız, uğraştığımız hareketin doğasını, ne olduğunu anlamak ve tanımak olmalıdır. Duygusal olarak kışkırtılmamak ya da yerimizi kaybetmemek için onu cesaret, tarafsızlık, nesnellik ve kararlılıkla incelemeliyiz." Kennan ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin "alçakgönüllülük ve tevazu" gibi erdemleri benimsemesi gerektiğini de söyledi. ABD, Çin'in ortaya koyduğu muazzam meydan okumaya ilişkin derin ve gerçekçi bir anlayış geliştirecekse, bu erdemler kesinlikle kritik önemdedir.

16 Ağustos 2020 Pazar

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor (4)

 09.08.2020 tarihl BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Trump yönetimi artık doğrudan Çin Komünist Partisi'ni (ÇKP) hedef almaya başladı. Geçenlerde Global Times gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısı “ABD'li yöneticilerin ÇKP liderliğini hedef almalarının nedeni, ABD hegemonyasına karşı ortaya çıkan direnişin temel nedeni olan Çin'in hızlı gelişmesinin yaratıcıları olmalarıdır” diyordu. Yazıda söylenenler -metnin propaganda dili bir tarafa- gerçeğe işaret ediyor. Bence o yazıda eksik olan tespit şu: Trump’ın ÇKP’yi doğrudan hedef almasının nedeni, Parti yönetimine-liderliğine bir türlü boyun eğdirememesi ve kendi döküntülüğüne uygun “iş bitirici” ahbap-çavuş ilişkileri kuramaması.

Önceki yazımda, geçmişte ABD’nin Çin’i yarı-sömürgeleştirme veya en azından kontrol etme amacı taşıdığından bahsetmiştim. ABD, Çin politikasının bir fiyasko olduğunu ne zaman fark etti? İşlerin umdukları gibi gitmediğinin, Çin’in kendi yolunda ilerlediğinin farkında olsalar bile, ABD için alarm zilini çaldıran iki etmenden söz edilebilir: (1) Teknolojik üstünlüğü Çin’e kaptırmak üzere olduklarını görmeleri ve (2) Xi Jinping’in Devlet Başkanı seçilmesi.

Teknolojik üstünlük ABD için en önemli hegemonya aracı sayılır. Bu üstünlüğü kaybetmek ekonomik üstünlüğü ve giderek hegemonyayı da kaybetmek demek. Teknolojik üstünlük derken teknoloji üretiminden bahsediyorum. Konuya üretim yerine gündelik yaşamda teknoloji kullanımı açısından bakıldığında Çin, sadece ABD’ye değil dünyanın geri kalanına da zaten birkaç tur bindirmiş durumda -hem de kendi ürettiği teknolojiyle. Gazeteler Çin’deki bu “teknoloji salgını” haberleriyle dolu. ABD’nin korkusu yersiz değil. Çin’in bugün değilse bile yakın gelecekte teknolojik üstünlüğü ele geçireceğini söylemek falcılık sayılmaz. Teknoloji hırsızlığı suçlaması ise büyük ölçüde safsata. Teknoloji hırsızlığını becerebilen herkes yapıyor. ABD ne kadar yaptıysa, Çin de o kadar yapmıştır -belki biraz daha fazlasını (kapitalistlerin birbirinden çalması benim için çok eğlenceli). ABD, “Çin teknolojisi, özellikle son kırk yılda üniversitelere ve araştırma kurumlarına ayrılan devasa bütçelerin, akıtılan milyarlarca doların ve nitelikli bilim insanlarının yani bilime yapılan büyük yatırımın eseridir” diyemediği için “çalıntı teknoloji” olarak değersizleştirmeye çalışıyor.

Xi Jinping’in ÇKP Sekreteri ve Devlet Başkanı olarak seçilmesini sadece ABD’nin “ÇKP içine elini uzatma-dizayn etme, ÇKP’yi bir şekilde ABD hempası kılma niyeti-projesi”nin kesin iflası açısından ele alacağım. Şimdi bahsedeceğim olay doğası gereği ne doğrulanabilir/doğrulatılabilir ne de yanlışlanabilir/yanlışlatılabilir bir konu. Yine de yazmam gerektiğine karar verdim; ama dikkatli bir dille, isim vermeden ve ayrıntıya girmeden (yoksa RTÜK bizi kapatabilir. Ne de olsa 1.4 milyar Çinli bizi izliyor). Devlet Başkanı olarak Xi’nin seçilmesi birçok insan için sürpriz, ABD için ise adeta şok oldu. Çünkü ABD-İngiltere emperyalizmi başka birine yatırım yapmıştı. O kişi, Mao ile birlikte savaşmış ve daha sonra önemli görevler üstlenmiş bir Halk Ordusu subayının oğluydu. Yani ÇKP’nin prenslerindendi. Çinlilere göre epeyce uzun boylu, atletik yapılı, yakışıklı, iyi bir konuşmacı, görev yaptığı bölgelerde halkın sevgisini kazanmış karizmatik biriydi. Bir film-pop yıldızını andırıyordu (ABD-İngiltere’de olsa bu özellikler ona seçim kazandırırdı, kesin). Adeta bir pop konserini andıran miting ve toplantıları aslında bir PR çalışmasıydı. Yaklaşan ÇKP Sekreterliği ve Devlet Başkanlığı seçimine hazırlık çalışması… Fakat batıdaki seçim mitinglerini çağrıştıran yollarla edinilen popülarite burada pek muteber bir şey değildir. Dolayısıyla, umulanın aksine, ÇKP Merkez Komitesi üstünde olumsuz bir etki yaptığını düşünüyorum. Hong Kong doğumlu bir İngiliz iş insanıyla (ABD-İngiliz istihbaratı için çalışan biri diye anlayın) olan fazla yakın, sıkı-fıkı ilişkisi her ikisi için de iyi olmadı. O iş insanı Devlet Başkanlığı seçiminden bir-iki ay önce Çin’de kaldığı otelde ölü bulundu. Seçimden birkaç ay sonra da bahsettiğim “olası Başkan adayı” o kişiyi öldürtmek suçlamasıyla tutuklandı. Üstelik ilk başta ölüm nedeni kalp krizi olarak bildirilmişti, tıbbi kayıtlara öyle geçmişti… Bunlar olup biterken ABD’de dönem “Demokrat” Obama dönemiydi

ABD’nin bugünkü Çin politikasının temelleri Obama döneminde atıldı. Çin’i kuşatma politikası Obama’nın eseridir. Trump’ın bu konudaki en önemli icraatı Amerikan devlet aklının oluşturduğu o politikayı berbat etmekten ibaret. Trump, “göz alıcı karizmasını, çok az insana nasip olan o emsalsiz aklını-dehasını ve müthiş pazarlık becerisini” kullanarak Obama’dan çok daha iyisinin başarabileceğine, beceriksiz Amerikan yöneticilerine “sorun nasıl çözülür dersi” vereceğine inanıyordu. Ne de olsa o Trump reisti… Çin, Vietnam ve Kuzey Kore ile yaptığı onca kişisel görüşmeden umduğu sonucu elde edemeyince başa döndü. Amerikan diplomasisinin zaten bildiği ve kendisine de anlattığı Çin gerçeğini sonunda Trump da duvara çarparak öğrenmiş oldu.


25 Temmuz 2020 Cumartesi

Çin, ABD'nin yerini mi alıyor (3): Buraya nasıl gelindi

25 Temmuz 2020 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır


Çin, Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) üye olurken dünya pazarlarına diğerleriyle eşit koşullarda rahatça erişebilmeyi amaçlamıştı. O günlerde DTÖ’yü Çin’e baskı yapma ve kontrol etmenin bir aracı olarak gören ABD, Çin’in örgüte katılımını olumlu karşılamıştı. Bugün, ABD’nin yaptırımlarına karşı Çin’in uyguladığı karşı yaptırımları haklı bulan DTÖ, Trump’a göre “Çin için çalışan bir örgüt”. O yıllarda (20 yıldan fazladır) Çin, başta tekstil ürünleri olmak üzere ucuz işgücüne dayalı orta kalite mallar üretiyordu. Üretimi geliştirmek ve çeşitlendirmek için Batı’dan büyük miktarda makine-ekipman ithal ediyordu. Bu haliyle batı için ekonomik tehdit arz etmiyordu. Aksine, batıdaki mağazaları dolduran herkesin alabileceği kadar ucuz Çin malları refah artışı bile sağlıyordu.

Batı, öncelikle ABD, nüfusunun yüzde yetmişi yoksul köylü olan bu az gelişmiş ülkenin “ucuz mal sağlayan üretim üssü” olmaya devam edeceğini varsaydı. Zira o günkü Çin’den bugünkü Çin’in doğacağına kimse ihtimal vermiyordu. Ayrıca, zaman içinde, ekonomik bağımlılık ilişkileriyle Çin’i bir “yarı-sömürgeye dönüştürebilmeyi umuyordu. Bu süre içinde Çin’e doğrudan ABD veya güdümündeki uluslararası kurumlar tarafından yapılan liberalleşme yani kapsamlı bir özelleştirme, özellikle bankacılık sisteminin özelleştirilmesi, siyasi reformlar yapılması yönündeki baskılar Çin’i yarı sömürgeleştirme veya en azından kontrol etme niyetleri olarak okunmalıdır. (bu yazdıklarımın bir ABD’li eski diplomatın ağzından diplomatik dille itirafı için 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazıma bakılabilir).

ABD ve uzantısı uluslararası kurumlar Çin’e özellikle “bankacılık sisteminin özelleştirilmesi” ve “siyasi reformlar yapılması” gibi iki konuda baskı yapmaya çalıştı. Çin’in ulusal bankacılık sisteminin uluslararası finans-kapitalin eline geçmesinin ne demek olduğunu sanırım yazıyı okuyan herkes kolayca anlayabilir. O yüzden üstünde durmayacağım. “Siyasi reform” zorlamaları ise palazlanan Çinli kapitalist sınıfın siyasal temsilini ve böylece ÇKP’yi ideolojik ve yönetim gücü olarak zayıflatmayı amaçlıyordu. Fakat kapitalist sınıfın bağımsız temsilinin mümkün olmadığı anlaşılınca, ABD, planını bu sınıfın ÇKP’yi “fethetmesi” şeklinde değiştirdi. Kapitalistlerin ÇKP’ye üye kabul edilmeye başlaması hem ABD’nin kapitalistler üstündeki “ÇKP’nin fethi” niyetlerine verilen bir cevap hem de bu sınıfa “temsiliyeti nasıl ve kimler aracılığıyla aramaları, çıkarlarının nerede olduğu ve işbirliği” konusunda verilen bir “açık mesaj” olarak görülmelidir. Nitekim o gün bu gündür (hatta daha öncesinden beri) ÇKP’nin bu sınıfla ilişkisi “mükemmel” sayılır.

ABD’nin “Liberalleşme” çağrılarının (kısmen) ÇKP kadroları arasında ama ağırlıkla ÇKP dışında taraftar bulduğu söylenebilir. Bunlar Deng Xiaoping ekolünün devamcıları (aralarında Deng’in oğlu da var). Reformların liberalleşme yönünde ilerletilmesini ve emperyalizmle karşı karşıya gelinmemesini -uzlaşılmasını, yani taviz verilmesini- savunanlar. İşin doğrusu şu ki, bu insanlar ABD’nin-Batılı “liberal” çevrelerin reformcuları desteklemek adı altında yürüttüğü “lobi faaliyetleri-ilişkiler” aracılığıyla edindiği hempalar. Şimdi ÇKP içinde tasfiyeye uğrayan ve Batı basınının “Şi Cinping muhalifleri tasfiye ediyor” diye ağıt yaktığı insanlar çoğunlukla bunlar. Parti kadrolarından, görevlerinden ve göz önünden uzaklaştırılıyorlar. Batının ÇKP içindeki bu “muhalifleri” neden dert edindiği gayet açık. Oysa muhalif deyince benim aklıma Dushu (okuma) dergisi çevresi (ki çok popüler bir dergidir) ve Monthly Review dergisi yazarları gibi “Yeni Solcular” geliyor (başlarına bir şey geldiğini görmediğim). “Muhalifler (hempaları)” için ağıt yakan batılı “liberal” çevrelerin bu sosyalist muhaliflerden söz ettiğini ise hiç duymadım. Batının liberal demokrasisini kutsamayan, liberal değerlerini üstün hatta biricik görüp tapınmayan bu muhalif sosyalistlerin onların radarının dışında kalmasında garipsenecek bir şey yok.

Tekrar başa dönersem, Çin, devrimden (1949) sonra kurulan sanayi alt yapısını büyük ölçüde koruyarak, modernize ederek ve bilim-teknolojiye büyük yatırım yaparak sanayileşmeyi başardı. Çin’in yarı-sömürgeleşmesi hayali görenlerin aksine, bu ulusal kalkınma modeli temelinde bir sanayileşmeydi. Kendi teknolojisini ve sanayi altyapısını da üreten bir sanayileşme… (devam edecek)

VİETNAM’A DAİR
Daha önce Vietnam’a dikkat çeken bir-iki yazı yazdım. 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazımı “ABD, on yıl sonra Çin+Vietnam’la uğraşmak zorunda kalacak” diye bitirmiştim. AB ile Vietnam arasında geçen yıl imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması yakınlarda yürürlüğe girdi. Çin’in orta kalite mal üreten firmaları yavaş yavaş Vietnam’a yerleşirken Batı’dan da ciddi yatırım çekiyor. Bu yılki (düzeltilmiş) ihracat beklentisi 200 milyar doların üstünde. Çin’e ilgi duyan iktisatçı dostlara Vietnam’a özel bir ilgi göstermelerini öneririm. Bence yeni bir Çin doğuyor, üstelik Çin’in de desteğiyle…

24 Temmuz 2020 Cuma

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor-2

19 Temmuz 2020 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır


ABD, “emperyalist hegemonya” amacıyla kuruluşuna ön ayak olduğu uluslararası kurumlardan çekilmeye başladı. Bir süre önce Unesco’dan çekilmişti. Geçen ay, “Çin için çalıştığı” gerekçesiyle, Dünya Sağlık Örgütünden (DSÖ) çekildi. Son günlerde, aynı gerekçeyle, Dünya Ticaret Örgütünden (DTÖ) çekilme niyetini açıkladı. Trump olduğu sürece, ABD’nin birçok uluslararası kurumdan daha çekileceğini düşünüyorum. ABD hegemonyasındaki aşınma Trump’la birlikte çözülmeye hatta çöküşe dönüştü. Bu yüzden, ABD, artık bu kurumlara sözünü dilediği gibi geçiremiyor ve istediği kararları çıkartamıyor. Yakın zamanda, “Çin için çalıştığı” veya “ABD’ye karşı çalıştığı” gerekçesiyle Birleşmiş Milletlerden (BM) de çekilme niyetini açıklarsa hiç şaşırmam. Çin’in artan nüfuzuna paralel olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığı da hissedilir ölçüde artıyor. Buraya kadar yazdıklarım az-çok bilinen şeyler. ,Bunları şu iki sorunun bağlamını oluşturmak için yazdım: (1) Bu kurumların Çin için çalıştığı veya Çin’i kayırdığı iddiasının gerçeklik payı var mı? (2) Çin, uluslararası kurumların kendi için çalışmasını ve nüfuzunu artırmanın araçları olmasını mı istiyor?

Bu iki soruya verilecek “evet” cevabı Çin’in oyunu ABD’nin kurallarıyla oynadığı ve ABD’nin hegemonyasını devralmaya hazırlandığı anlamına gelir; fakat Çin bu kulvarda yürümüyor. ABD emperyalizminin baskısı ve kısıtlayıcılığından bağımsızlaşmak için ve bir dünya gücü (dünya liderliği değil) olmanın ve çok kutuplu dünya tasavvurunun gereği olarak kendi uluslararası kurumlarını oluştursa bile, Çin, küreselleşmenin en önemli savunucusu durumunda. Çünkü bu kadar büyük bir ekonomi buna bir ölçüde mecbur. Tam bu noktada “Peki, nasıl bir küreselleşme?” sorusu akla geliyor. Çünkü hâlihazırdaki küreselleşme on yıldan fazladır oyunun kurallarını maniple ederek dünya pazarlarını Çin’e kapatabildiği kadar kapatmaya ve sıkıştırmaya çalışıyor. Çin’in savunduğu küreselleşme, kurallarını ABD’nin koy(a)madığı ve sistemle istediği gibi oyna(ya)madığı, kuralları dilediği gibi değiştir(e)mediği bir küreselleşme. Yani ortaya çıkış-varoluş gerekçeleri olarak dillendirilen ilkelerle tutarlı, aktörlerin eşit-adil bir şekilde var olabilecekleri bir kürselleşme. Kolayca görüleceği gibi, Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme ile ABD’nin dizayn ettiği-hegemonyasındaki küreselleşme aynı şeyler değil. Burada önemli bir noktayı daha not etmeliyim: Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme modelinin içeriği ekonomik ilişkilerden ibaret, siyasal bir içeriğe sahip değil.

Çin’in kurduğu ve geliştirdiği ekonomik ilişkilerle artan nüfuzu kaçınılmaz olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığına da yansıdı. Peki! Çin’in uluslararası kurumlarda giderek artan ve ABD’yi bazı kurumlardan çekilecek kadar rahatsız eden gücü bize ne anlatmalı. Basitçe, ABD’nin bu kurumlardaki gücünü ele geçirip bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eden kurumlara mı dönüştürmek istiyor? ABD emperyalizmini tahtından indirip uluslararası kapitalizmin yeni hegemonik gücü mü olmak istiyor? Batı da böyle düşünenlerin -bu sorulara evet cevabı verenlerin- sayısı az değil. Fakat bu bakış açısı ABD’nin ve Batı kapitalizmi muhiplerinin yaydığı dezenformasyondan ibaret. Çin, bu kurumların kuruluş ilkelerine uygun çalışmasını, dolayısıyla ABD emperyalizminin etkisinden arındırmayı, istiyor ve bunu sağlamayı amaçlıyor. Çin, bu kurumları küreselleşmenin (sağlıklı) işlemesinden sorumlu yapılar olarak görüyor. Bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eden araçlara dönüştürmeyi amaçlaması savunduğu küreselleşmenin ilkeleriyle çelişir (ve ABD hegemonyasını devralma niyeti taşıdığına işaret eder).

Çin, hiçbir zaman “Dünya liderliği”nden (ki emperyalist hegemonya anlamına gelir) bahsetmedi. Bunu istemediğini de biliyorum. Son ÇKP kongresinde, bu düşünceye karşı “Çin’in adı emperyalizmle yan yana gelmemelidir” şeklinde ne kadar sert eleştiriler yapıldığının tanığıyım (ÇKP ruhundaki komünist müktesebat hafife alınmamalıdır). Bu “Dünya liderliği” niyetini, yanlış bir tanımlamayla “liberal”* diye andığımız, Batı kapitalizminin entelijensiyası uydurup Çin’e mal etti. Çin’in söylediği şey “Bir dünya gücü olmak. Dünya liderliği ise ancak belirli alanlarda olabilir; örn. küresel ısınmayla mücadele gibi”…

*Not: İktisatçı dostum Zhou’ya göre, bu zevatı liberal diye anmak yanlış bir tanımlama. Bunlar Batı kapitalizminin kültürel iktidarını-hegemonyasını üreten paralı askerler. Batı sermayesinin çeşitli vakıfları, dernekleri, kurumları aracılığıyla destekleniyorlar. Türkiye ve diğer az gelişmiş ülkelerde (ve tabii ki Çin’de) gördüklerimiz ise bunların yancıları. Solcu takılmaları ise mecburiyetten, bir nevi itibar meselesi. Yoksa söylediklerini kimse ciddiye almaz. Liberal deyince benim aklıma ABD’de Michael Moore, Ralph Nader; Türkiye’de ise Cüneyt Ülsever, Cem Toker gibi İslamcı faşizme baştan beri cephe alan, saygınlığından kimsenin kuşku duymadığı insanlar geliyor, yukarıda bahsettiğim paralı askerler ve onların yancılar değil.