27 Ağustos 2020 Perşembe

ABD medyasında Çin hakkındaki yalan haberler nasıl yapılır, haber kaynakları nelerdir

Bu makale thegrayzone.com editörü gazeteci Max Blumenthal’ın 25 Temmuz 2020’de uluslararası “Yeni Soğuk Savaşı Reddetmek” sempozyumunda yaptığı konuşmanın çevirisidir. (yazının başlığı, yazının içeriğine uygun olarak değiştirilmiştir)

Amerikan medya ortamında çalışan profesyonel bir medya mensubu olarak, Amerikan medyasının bu yeni Soğuk Savaş'ın desteklenmesindeki rolünden bahsetmek istiyorum. Özellikle, Amerikan kurumsal medyasının ve Ulusal Güvenlik Ajansının medyanın olayı hikâye etme-anlatım tekniklerini etkilemek için yaptıklarına odaklanmak istiyorum.

Çin'in herhangi bir bariz provokasyonu olmadığı veya en azından ABD'yi kışkırtacak herhangi bir olayda parmağı olmadığı halde, ABD hükümetinin Houston'daki Çin Konsolosluğu'nu zorla kapatması özellikle ironiktir. Neo-muhafazakarların sevgilisi, Kongre’deki Çin karşıtı koalisyonun fiili başkanı Senatör Marco Rubio, Houston'daki Çin konsolosluğunun kapatılmasını “konsolosluğunun casusluk üssü olduğu” gerekçesiyle savundu. ABD hükümetinin Huawei ve TikTok gibi Çinli şirketlere karşı önlem almasının nedeni de budur. Bunun ironik olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedeni sadece senatörün bu açıklaması için kanıt bulunmaması değil, aynı zamanda, Hong Kong Ulusal Güvenlik Yasası'nın kabulünden bu yana ABD ve Hong Kong protestoları arasındaki gizli anlaşmanın açık bir gerçek olması… 

Haberlere göre, Radio Free Asia ve Voice of America'nın denetiminden sorumlu önemli bir ajans olan ABD Uluslararası Medya Ajansı, Hong Kong'daki protestolara 2 milyon ABD doları bağışladı. Bunun yanı sıra lojistik ve güvenli iletişim ekipmanı sağladı. Bildiğimiz gibi bunlar tamamen barışçıl protestolar değil. Hong Kong'daki gösteriler "barışçıl toplantılar" ise, son zamanlarda Portland'da olanlar pasifist bir körlemesine buluşma toplantısına benziyor. 

ABD medya kuruluşu, Çin topraklarını istikrarsızlaştırmak için 2 milyon ABD doları harcadı! Xinhua Haber Ajansı veya Çin Uluslararası Televizyon İstasyonu (CGTN) gibi Çin resmi medyası Portland'daki ABD’li protestoculara iletişim ekipmanı sağlasa ve onlara doğrudan para yardımı yapsa, ABD'nin tepkisi ne olurdu hayal edebiliyor musunuz? Bu, ABD ile Çin arasında on yıllardır görülen en büyük karşı karşıya gelmeyi tetikleyecek. Şu anda ABD’nin Hong Kong'da yaptığı tam da budur. 

Son zamanlarda, tabandan yükselen protestolara liderlik ettiğine inanılan Luo Guancong ve Huang Zhifeng gibi protesto liderlerinin Londra ve Washington'da Çin karşıtı lobiyle birlikte yumruklarını kaldırdıklarına ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile sıkça görüştüklerine tanık olduk. 

Thegrayzone.com web sitemizin yaptığı şey, bu protestolar patlak verdiğinde ABD hükümeti ile protesto liderleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktır. Yıllardır üzerinde çalıştığımız şey tam olarak bu: ABD ile bazı ülkelerdeki rejim değişikliği isteyen muhalefet arasındaki mikro-sosyal ve politik ilişkiyi araştırmak. 

Ajit Singh, düzenlediğimiz bu “Çin'e karşı yeni Soğuk Savaş semineri”ne önemli katkıda bulundu ve seminerin düzenlenmesine yardım etti. Ajit, ABD ulusal ajanslarının ve kurumsal medyanın Çin'e karşı yeni Soğuk Savaş'ı destekleyen düşmanlığı hakkında bize birçok önemli haber sağladı. 

Bir muhabir olarak, ABD hükümetinin Çin'in dünya medyasında yer almasını (tabi ki kötü anlamda, Kamuran Kızlak) nasıl teşvik ettiğine ilişkin araştırmam 2018'de Capitol Hill'e yaptığım bir gezi sırasında başladı. Orada, mevcut Temsilciler Meclisi Çoğunluk Lideri Nancy Pelosi de dâhil olmak üzere Kongre'deki her iki partinin liderleri, Kuzey Koreli muhaliflerin tanıtımına katıldı. Bu “muhaliflerin” çoğu Kuzey Kore hakkında Amerikan medyası için haber yapanlardı. Verdikleri haberlerde adı geçen "kaynaklar"ın kim olduğuna gelince, Güney Kore istihbarat teşkilatı Kuzey Kore'nin "kötülüklerini" ifşa eden korkunç ifadeleri için onlara büyük meblağlar ödemişti. Bu etkinliğin sponsorluğunu, Reagan yönetiminin CIA başkanı William Casey’in kurduğu ve ABD hükümeti tarafından finanse edilen bir rejim değişikliği örgütü olan Ulusal Demokrasi Vakfı üstlenmişti. 

O toplantıda, Dünya Uygur Konseyi başkanı Omar Kanat adında birisiyle tanıştım. Törenin sonunda medyanın bu kişinin çevresini sardığını fark ettim ve onun kim olduğunu öğrenmek istedim. ABD hükümeti tarafından finanse edilen sağcı bir anti-komünist lobi grubunun başı olduğunu öğrendim. Bu örgüt "Küba Amerikan Ulusal Vakfı" na ve Venezüellalı Juan Guaido ve müttefikleri tarafından Washington'da kurulan örgüte çok benziyor. Çeşitli ülkelerde ABD politikalarını uygulamak, siyasi baskı oluşturmak ve rejim değişikliği yapmakla görevliler. Amerikan medyasına bilgi sağlarlar; fakat bu medya hiçbir zaman ABD hükümetinin bunları finanse ettiğinden bahsetmez.

Omar Kanat'a yaklaştım ve ona o sırada ana akım medyada dolaşan çok yaygın bir ifadeyi yani Çin'in Sincan bölgesindeki toplama kamplarında milyonlarca Uygur tutuklunun bulunduğuna dair o kesin açıklamayı hatırlattım ve “Bu şaşırtıcı rakamların kaynağı nedir?” diye sordum. Bana kaynaklardan birinin Dünya Uygur Konseyi (DUK) olduğunu söyledi. Tabii ki, DUK, ABD hükümeti tarafından finanse ediliyor ve Amerikan medyasına bu tür birçok sözde “tanıklık” ve "kaynak" sağladı.

Kaynaklarının ne kadar güvenilir olduğunu sordum. Kanat, "Kaynağımız Batı medyası ve bazı tanıklıklar" dedi. ABD medyası ve ABD hükümeti tarafından finanse edilen muhalifler arasında İnternet üzerinden yapılan geri bildirimleri anlattı. Bu muhalifler Çin'i Nazi Almanya’sının reenkarnasyonu olarak tasvir ediyor. Omar Kanat’ın bu son derece kuşkulu ifadesi, ABD Kongresi tarafından Uygur İnsan Hakları Politikası Yasasını geçirmek ve Sincan Politikaları Vakfı tarafından ABD hükümetine bir yaptırım listesi sağlamak için kullanıldı 

Ajit Singh, Sincan toplama kamplarında milyonlarca Uygur'un gözaltına alınmasıyla ilgili haber kaynakları hakkında daha derinlemesine bir araştırma yaptı ve iki ana veri kaynağı buldu. İlki Zheng Guoen (Adrian Zenz) adlı kişidir. Bu kişi Mike Pompeo gibi düşünüyor ve Çin, Çin siyaseti ve toplumu hakkındaki uzmanlığı da ancak Pompeo kadar. Koch kardeşler ve Kansas Evanjeliklerine bir kukla olarak uzun zaman hizmet etti. 

Zheng Guoen, 2010 yılında "Worthy to Escape: Why All Believers Will Not Be Raptured Before the Tribulation " başlıklı kitabında kendini anlattı. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Zheng Guoen bir Çin uzmanı değil bir Evanjelik sağcı fanatik. Çin Komünist Partisi karşıtı vaaz vermek için "Tanrı tarafından yönlendirildiğini" iddia ediyor -Çin Komünist Partisinin iblis bir varlık olduğuna inanıyor. Zheng Guoen kitabında, asi çocukların "kırbaçlanması" veya bedensel cezalar uygulanması çağrısında bulunuyor ve farklılığı ve eşcinselliği şeytani entrikalar olarak tasvir ediyor. Halen "Komünist Kurbanları Anma Vakfı" adlı bir araştırmacıdır. Bununla birlikte, Zheng Guoen, Amerikan medyası tarafından Şincan konusunda yetkin bir "araştırmacı" olarak adlandırılıyor. Ajit'in Thegrayzone.com raporumuzda ortaya koyduğu gibi, Zenz'in anlattıkları doğrulanması mümkün olmayan-izole tanıklıklara ve seçici verilere dayanıyor ve bu yöntem test edilebilir yöntem değildir. 

"Milyonlarca Uygur mülteci kamplarında gözaltında tutuluyor" şeklindeki kışkırtıcı ifadenin bir diğer kaynağı da "Çin İnsan Hakları Savunucuları" adlı bir STK. Bu kuruluş da ABD hükümeti tarafından finanse edilmektedir. Aslında, genel merkezi Washington DC'de, İnsan Hakları İzleme Örgütü ile aynı ofiste. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Çin'in Sincan ile ilgili politikaları üzerine araştırma raporu hazırlamak için "Çin İnsan Hakları Savunucuları" kaynaklarına güveniyor. Ajit'in ortaya koyduğu gibi, "Çinli İnsan Hakları Savunucuları", Sincan'dan toplam sekiz Uygur'un ifadesine dayanıyor. Toplama kamplarında tutulduğunu ileri sürdükleri Uygurların toplam sayısını (250 bin ila 1 milyon arasında olduğunu iddia ediyorlar) bu sekiz kişinin yaşadığı köylerin toplam nüfusunu esas alarak çıkardı. Sözde "İnsan Hakları Savunucuları"nın sağladığı tanıklıklar saçmalıklarla doludur ve gerçek Sincan’ı tanımlamaktan çok uzaktır. 

Buradaki sorun, bu ifadeyi doğrulamak için daha fazla kanıta ihtiyacınız olmasıdır. Bu kaynaklara dayanarak haber yapan Amerikan medyasına baktığınızda, "Dünya Refah Konseyi", Zheng Guoen veya "Çin insan hakları savunucuları"ndan söz etmediğini ve bu örgütlerin geçmişi ve siyasi gündemlerinden bahsetmediğini görürsünüz. ABD hükümetinin bu organizasyonları kolladığını ve maksimum fon sağladığını söylememe gerek bile yok.

Aynı şey, bu yıl Çin'in Sincan'da "zorunlu çalışma kampları" kurduğuna dair çıkan haberler için de geçerli. Bu haberler, Çin hükümetinin attığı adımlara bağlı olarak Kongre tarafından yayınlandı. Ajit'in "Thegrayzone.com" için bildirdiği gibi, bu provokatif anlatının kaynağı bir kez daha ABD Ulusal Güvenlik Ajansı ile yakından bağlantılı iki kaynaktır. İlki, ABD Dışişleri Bakanlığı, İngiltere Dışişleri Bakanlığı ve Mühimmat Endüstrisi tarafından finanse edilen Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü'dür. Bir diğer kaynak, Washington’daki Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’dir. Bu merkezin finansman kaynağı da - Mühimmat Endüstrisi, ABD Dışişleri Bakanlığı ve diğer yabancı hükümetler- Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü ile tamamen aynıdır. 

Yeni Soğuk Savaş'a destek sağlayan düşmanca anlatı, yalnızca Amerikan toplumundaki militaristlere ve sağcı unsurlara fayda sağlayacak olsa da, bu anlatı insani duyguları harekete geçiren bir dil aracılığıyla orta sınıftan liberal entelektüellere de başarıyla pazarlandı. Bu nedenle, "Jacobin" ve "Democracy Now" gibi sol medya kuruluşlarının (ve daha önce tartıştığım, ABD hükümetinin sözcüsü olmaya istekli "The Nation") okuyucuları arasında histerik Çin karşıtı ve anti-komünist duygunun ortaya çıktığını gördük. Şincan hakkındaki bu haberler, liberal sol medyada kesinlikle sorgulanamaz. Bu haberleri sorgulamak bir görünmez kırmızı çizgiyi geçmek anlamına gelir. Amerikalı bir muhabir, bir haber yazarken gerçeğe ulaşmak ve uluslararası işbirliği aramak adına sorular yöneltse bile, bu onun ana akım Amerikan medyasında kendine yer edinmesini zorlaştıracaktır.

Vijay Prashad'ın daha önce söylediği gibi, ABD'nin Çin'e karşı başlattığı bir hibrit savaşa tanık oluyoruz. Bu stratejinin bir kısmı, gazetecilerin ön safta savaşan propaganda askerlerine dönüştürüldüğü bilgi savaşını içeriyor. Dizüstü bilgisayar klavyelerinde, Ulusal Güvenlik Ajansı'nın gizli elleri geziniyor. 

Bu yılın Kasım ayında yapılacak seçimlerde, siyasi rüzgâr Demokratları Beyaz Saray'a sürüklese bile, yeni Soğuk Savaş'ın düşmanca anlatısı hala bize eşlik ediyor olacak. Bu nedenle, görevimiz halka eksik olan arka planı ve gerçekleri sunmak ve başka bir alternatif medya yaratmaktır.

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor (5): Trump’ın yanlış varsayımları

 22 Ağustos 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Önceki yazımda “ABD’nin Çin politikasının temellerinin Obama döneminde atıldığını, Trump’ın bu konudaki en önemli icraatının o politikayı berbat etmek olduğunu” belirtmiştim. Trump yönetiminin “ABD’nin Çin sorunu”nu bazı haydutça yöntemler kullanarak çözmeye çalışması Çin ve ÇKP hakkındaki yanlış varsayımlarına dayanıyor. Yazının devamında anılacak olan varsayımları burada tek cümleyle temel olarak şöyle özetleyebilirim: “Çin ekonomisinin ABD’nin baskısıyla çökebilecek kadar dayanıksız (dışa bağımlı) olduğuna inanıyor; ÇKP’yi ise halkın iradesine el koymuş ve halkla bağı çok zayıf bir avuç ‘komünist zorba’dan ibaret” görüyor.

Trump’ın varsayımlarını ve neden yanlış olduklarını anlatan iki yazı özetleyeceğim. Yazıların kaynağını gizlesem, yazarların Çin-ÇKP muhibbi oldukları bile düşünülebilir. Oysa bu itirazlar bambaşka iki kaynaktan geliyor. Önce Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun geçenlerde yaptığı bir konuşmadan hareketle Trump tayfasına bir kötü haber vererek başlamak istiyorum. Pompeo’ya göre, “Çin Komünist Partisi (ÇKP), ABD’nin araştırma merkezlerine, üniversitelere, devletin basın toplantılarına vs sinsice sızan propagandacılar gönderiyor”. Kötü haber şu ki, sermayenin gözbebeği yayınlardan olan Economist dergisi de o Çin propagandacılarından biri olabilir… Zira 15 Ağustos 2020 tarihli dergide yayınlanan bir yazı “Xi Jinping, devlet kapitalizmini yeniden keşfediyor. Hafife almayın” başlığını taşıyordu. Economist’in yazısını kısaca şöyle özetleyebilirim:

“Trump'ın Çin'e karşı sert tavrının en önemli nedenlerinden biri ticaret savaşının başlangıcından beri inandığı ‘Bu yöntem çok etkili olacak. Çünkü Çin'in devlet kapitalizmi dışarıda güçlü’ varsayımıdır. Trump’ın mantığı çok basit. Şöyle düşünüyor: ‘Evet, Çin gelişmeyi başardı. Ancak bu gelişme yalnızca sürdürülemez borçlar, sübvansiyonlar, adam kayırmacılığı ve fikri mülkiyet hırsızlığı ile devam edebilir. Yeterli baskı uygulanırsa, Çin ekonomisi çökebilir. Bu tehdit liderlerini taviz vermeye zorlayacak ve sonunda devlet önderliğindeki sistemde çözülme yaratacaktır.’ Mantık basit ama yanlış. Yanlışlığı ABD’nin gümrük vergisi savaşının Çin ekonomisine beklendiği gibi zarar vermemesinden bile anlaşılabilir. Bu yöntem işe yaramayacak. Sovyetler Birliği'nin aksine, Çin'in devasa ekonomisi sofistike ve dünyayla yakından bağlantılı. Çin'in 14 trilyon dolar ölçekli ulusal ekonomisi çok güçlü ve hayal kurarak yıkılmaz. Bu yanılsamadan kurtulmanın zamanı geldi.”

 Pompeo, o konuşmasında ayrıca “Xi Jinping, iflas etmiş bir totaliter ideolojinin gerçek bir inananı. On yıllardır taşıdığı ‘Çin komünizminin küresel hegemonyası’ arzusunu şekillendiren işte bu ideolojidir” dedi.

Sinagurlu eski bir diplomat olan Prof. Kishore Mahbubani nationalinterest.org sitesinde Pompeo’nun bu hezeyanlarına da cevap veren bir yazı yayınladı. Bir ara saygın bir Çin üniversitesinde de çalışan Prof. Mahbubani ne ÇKP sevdalısı ne de Çin muhibbi. Hatta batıcı demek yanlış olmaz. Çin’i, ÇKP’yi ve yaşanan sorunu doğru anlamış olması ve düşüncelerini batının ideolojik-kültürel hegemonyasına yaranma kaygısı gütmeden dile getirebilme dürüstlüğü söylediklerini değerli kılıyor. Yazısında şunları söylüyor: “Gerçekte, ÇKP, ABD için sanılandan daha zorlu bir rakip. Çünkü birincil amacı küresel hegemonya değil. Komünizmi küresel olarak yeniden canlandırmak gibi bir amacı da yok. Gerçekte, işlevsel olarak ÇKP, Çin Komünist Partisi anlamına değil Çin Uygarlık Partisi anlamına geliyor. Amaç, dünyanın en eski ve zamana en dayanıklı uygarlığını tekrar canlandırmak ve onu dünyanın en saygın ve başarılı uygarlıklarından biri yapmaktır. Bu hedef Çin halkını enerjik kılmakta ve Çin toplumuna alışılmadık bir heyecan ve canlılık katmaktadır. Bu ‘uygarlığın canlandırılması’ sürecinde ÇKP çok iyi iş çıkardı. ÇKP hakkında az bilinen bir gerçek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin 71 yıl önceki (1949) kuruluşundan bu yana en güçlü zamanını yaşadığıdır. Her yıl 20 milyondan fazla Çinli, ÇKP’ye üye olmak için başvuruyor. Ancak sadece yaklaşık %12'si katılabiliyor. Üyelik süreci Partiye katılmayı en iyi Amerikan üniversitelerinden birine kabul edilmek kadar zorlaştırıyor. Kısacası, ÇKP, Amerikan baskısı altında çökmek üzere olan bir parti değil. Parti, Çin uygarlığının yeniden yükselişini gördükleri şu dönemde yaşadıkları için mutlu olan 1,4 milyar Çinli arasında meşruiyet okyanusunda yüzüyor.” (yazının tamamının çevirisi (kamuranindergahi.blogspot.com ‘dan okunabilir)

Prof. Mahbubani’nin ÇKP’deki milliyetçi damara dikkat çekmesi yazıyı benim için ayrıca önemli kılıyor. ÇKP’yi “otoriter-totaliter” duyarı kasarak Batı kapitalizminin liberal değerleriyle eleştirmek boş konuşmaktır, liberal gevezeliktir; distopya yazmak ise düpedüz ahmaklıktır. ÇKP eleştirilecekse, sık sık pragmatizmle kaynaşan bu milliyetçi damar açısından eleştirilmelidir. HK, Uygur bölgesinde yaşanan sorunlar ve Çin’in uluslararası ilişkiler anlayışı ancak bu açıdan bakınca doğru anlaşılabilir. “ÇKP-Çin, otoriterlik-totaliterlik ve milliyetçilik” üzerine uzun bir yazı planladığım için şimdilik burada bırakıyorum.


19 Ağustos 2020 Çarşamba

Pompeo'nun hezeyanları: "Çin etkisi Amerikan toplumunun tüm katmanlarına nüfuz etti..."

Prof. Kishore Mahbubani'nin : 29 Temmuz 2020 tarihinde https://nationalinterest.org sitesinde yayınlanan "The Great Paradox of Donald Trump’s Plan to Combat China" başlıklı yazısının çevirisidir.

Trump yönetimi Çin sorununa karşı nasıl tepki vermesi gerektiği konusunda büyük bir paradoksla karşı karşıya. Yani bu sorunu çok büyüttü ve hafife aldı. Fazla büyüttüğü apaçık ortada; fakat daha tehlikeli olan hafife alma pek açık değil.

Dışişleri bakanı Mike Pompeo, 23 Temmuz’da yaptığı bir konuşmada Çin’in gücünü açıkça abarttı. “Çin’in yaptığı ticari ihlaller konusunda şok edici istatistikler gördük. Bu ihlaller Amerikalıların işlerini kaybetmesine neden oldu ve birçok eyalette ekonomiyi ciddi ölçüde vurdu. Çin ordusunun günden güne daha güçlü ve daha tehditkâr olduğunu da görüyoruz” dedi. Çin'in ABD'ye bir askeri saldırı düzenlemek üzere olduğuna inanan biri bu inancı için mazur görülebilir. Fakat askeri alanda ABD’nin Çin’den daha güçlü olduğuna kuşku yok. Pompeo konuşmasında “Çin'i, nükleer gücünü çağımızın stratejik gerçekliğine uyacak şekilde ayarlamaya çağırıyoruz” dedi. Çin bu çağrıya kulak verirse, nükleer silah cephaneliğine 5.500'den fazla nükleer silah ilave etmek zorunda kalacak. Çünkü ABD 6.000 kadar nükleer silaha sahipken Çin, yalnızca 300'den biraz fazlasına sahip.

Pompeo ayrıca, “ÇKP, basın toplantılarımıza, araştırma merkezlerimize, liselerimize, üniversitelerimize sinsice sızan ve hatta okul-aile birliklerimize katılan propagandacılarını göndermek için ABD’nin ‘özgür ve açık bir toplum’ olmasından yararlanıyor” iddiasında bulundu. Kısaca, Çin etkisi, Amerikan toplumunun tüm katmanlarına nüfuz etti ve Amerikan toplumunun altını oyabilir Pompeo’un ÇKP’yi tanımlamak için kullandığı en çarpıcı ifade “Frankeştayn”dır. Bu sözcük bir canavarın ABD’yi tehdit ettiği anlamına gelir. Amerikalıların bu retoriği işittikten sonra korkuya kapılmaları normal kabul edilebilir. 

Son günlerde Trump yönetiminin Çin hakkındaki sert söylemlerini bir tarafa bıraktığımızda gördüğümüz şey Çin ile yaşadıkları zorluğu kesinlikle hafife aldıklarıdır. Çünkü o zorluğun doğasını doğru anlayamıyorlar. Pompeo, “ÇKP’nin komünist ideolojisinin ABD’yi tehdit ettiğinden” bahsetti. Şunları söyledi: “Xi Jinping, iflas etmiş bir totaliter ideolojiye gerçek bir inanan. On yıllardır taşıdığı “Çin komünizminin küresel hegemonyası” arzusunu şekillendiren işte bu ideolojidir.” Şayet küresel hegemonya gerçekten Çin’in hedefiyse, Amerikalılar arkalarına yaslanıp rahatlayabilirler. Çünkü bütün dünya böyle bir girişime direneceği için herhangi bir hegemonya girişimi başarısız olacaktır. 

Gerçekte, ÇKP, ABD için sanılandan daha zorlu bir rakip. Çünkü birincil amacı küresel hegemonya değil. Komünizmi küresel olarak yeniden canlandırmak gibi bir amacı da yok. Gerçekte, işlevsel olarak ÇKP, Çin Komünist Partisi anlamına değil Çin Uygarlık Partisi anlamına geliyor. Amaç, dünyanın en eski ve zamana en dayanıklı uygarlığını tekrar canlandırmak ve onu dünyanın en saygın ve başarılı uygarlıklarından biri yapmaktır. Bu hedef Çin halkını enerjik kılmakta ve Çin toplumuna alışılmadık bir heyecan ve canlılık katmaktadır. Bu uygarlığın canlandırılması sürecinde ÇKP çok iyi iş çıkardı. ÇKP hakkında az bilinen bir gerçek, Çin Halk Cumhuriyeti'nin 71 yıl önceki (1949) kuruluşundan bu yana en güçlü zamanını yaşadığıdır.

Geçen ay “The Harvard Kennedy School Ash Centre”, ÇKP’nin Çin’de geniş halk kesimlerince neden desteklendiğini açıklayan “Çin Komünist Partisinin Zorlukları Yenme Gücünü (Resilience) Anlamak“ başlıklı bir araştırma yayınladı. Rapor “politika teorisinin uzun zamandır otokratik sistemin doğası gereği baskıcı olması-zora bağımlılığı, karar alma mekanizmalarının aşırı merkezileşmesi ve kişisel gücün kurumsal iktidar üzerinde ayrıcalıklı olması nedeniyle istikrarsız olduğuna inanıyor. Zamanla, bu etkisizlik-yetersizlikler yönetimin meşruiyetini zayıflatma, genel bir huzursuzluk ve memnuniyetsizliğe neden olma eğilimindedir." Çin’de olması gereken/beklenen de buydu. Bunun aksine, raporda belirtildiği gibi, “Parti her zamanki kadar güçlü görünüyor. Rejimin politikalarına verilen geniş halk desteği partiye daha büyük bir güç sağladı. Bu nedenle rapor, "ÇKP'nin halkın gözünde meşruiyetini kaybettiği fikrini destekleyen çok az kanıt var" sonucuna varıyor.

ÇKP ile Çin halkı arasındaki farktan bahsederken Pompeo da “Çin sorunu” olarak adlandırılan güçlüğü hafife aldı ve yanlış anladı. Pompeo şunları söyledi: “Çin halkıyla temasa geçmeli ve desteklemeliyiz. Dinamik ve özgürlüğüne düşkün Çin halkı Çin Komünist Partisinden tamamıyla farklıdır.” İşte size bazı önemli istatistikler: Her yıl 20 milyondan fazla Çinli, ÇKP’ye katılmak için başvuruyor. Ancak sadece yaklaşık %12'si katılabiliyor. Üyelik süreci Partiye katılmayı en iyi Amerikan üniversitelerinden birine kabul edilmek kadar zorlaştırıyor. Kısacası, ÇKP, Amerikan baskısı altında çökmek üzere olan bir parti değil: Parti, Çin uygarlığının yeni bir yükselişini gördükleri şu dönemde yaşadıkları için mutlu olan 1,4 milyar Çinli arasında meşruiyet okyanusunda yüzüyor. "2020 Edelman Güven Barometresi", Çin halkının %90'ının Çin yönetimini desteklediğini gösteriyor.

Bütün bunlar, ABD'nin Çin stratejisinde büyük bir zayıflık olduğunu gösteriyor. Önemsiz Avustralya hükümeti hariç, hiçbir ülke Çin ile karşı karşıya gelmek için acele eden Amerika’nın bando arabasına atlamayacaktır. ABD'nin İngiltere gibi yakın müttefikleri de buna dâhildir. Etkili bir İngiliz yönetici, bu yıl Ocak ayında düzenlenen Davos Forumu'nda, İngiliz istihbarat kurumlarının Huawei yazılımını kapsamlı bir şekilde analiz edip üzerinde çalıştıktan sonra, Birleşik Krallık'ın Huawei'nin 5G teknolojisini kullanmaya devam edeceğini belirtti. Kendinden emin bir şekilde “ABD'nin Birleşik Krallık'ın kolunu bükemeyeceğini çünkü İngiltere'nin ABD’ye ihtiyacı olduğu kadar ABD'nin de İngiltere’ye ihtiyacı olduğu” söyledi. Ancak geçen ay Birleşik Krallık teslim oldu. Hayal edebileceğimiz tek şey kol bükmenin gerçekleştiğidir. Birleşik Krallık ve ABD'nin tam bir silah arkadaşı olduğu Soğuk Savaş dönemi ile ne büyük bir tezat…

Trump yönetimi bir noktada haklı. Avrupa'daki “kurt savaşçı” diplomatlardan Himalayalar'da Hintli askerlerin öldürülmesine kadar, Çin’in sergilediği bu yeni atılganlık konusunda tüm dünyada artan bir endişe var. Dünya çapında geniş bir ittifak-dost ağı oluşturarak Çin'in iddiasını-atılganlığını dengelemeye çalışan akıllı ve iyi düşünülmüş bir Amerikan stratejisi işe yarayabilir. Bunun yerine, Amerikalı dış politika uzmanı Richard Haas'ın dediği gibi, “bu yönetim altında, Avrupa Birliği'ne ekonomik bir düşman olarak davranıyoruz, Güney Kore ve Japonya'yı eziyoruz... Bize güvenmeyen müttefiklerin güçlü komşulara karşı çıkmasını beklemek gerçekçi değildir.”

Trump yönetimi veya ABD, Çin ile yaşadıkları zorluklarla başa çıkma konusunda gerçekten ciddiyse, her şeyi en baştan başlatmalı ve uzun vadeli ve iyi düşünülmüş bir strateji oluşturmalıdır. ABD, ÇKP’nin gerçek doğasını anlamaya çalışırken geçmişteki strateji uzmanlarının görüşlerini dikkatle dinlemelidir. George Kennan'ın dediği gibi, “İlk adımımız, uğraştığımız hareketin doğasını, ne olduğunu anlamak ve tanımak olmalıdır. Duygusal olarak kışkırtılmamak ya da yerimizi kaybetmemek için onu cesaret, tarafsızlık, nesnellik ve kararlılıkla incelemeliyiz." Kennan ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin "alçakgönüllülük ve tevazu" gibi erdemleri benimsemesi gerektiğini de söyledi. ABD, Çin'in ortaya koyduğu muazzam meydan okumaya ilişkin derin ve gerçekçi bir anlayış geliştirecekse, bu erdemler kesinlikle kritik önemdedir.

16 Ağustos 2020 Pazar

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor (4)

 09.08.2020 tarihl BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Trump yönetimi artık doğrudan Çin Komünist Partisi'ni (ÇKP) hedef almaya başladı. Geçenlerde Global Times gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısı “ABD'li yöneticilerin ÇKP liderliğini hedef almalarının nedeni, ABD hegemonyasına karşı ortaya çıkan direnişin temel nedeni olan Çin'in hızlı gelişmesinin yaratıcıları olmalarıdır” diyordu. Yazıda söylenenler -metnin propaganda dili bir tarafa- gerçeğe işaret ediyor. Bence o yazıda eksik olan tespit şu: Trump’ın ÇKP’yi doğrudan hedef almasının nedeni, Parti yönetimine-liderliğine bir türlü boyun eğdirememesi ve kendi döküntülüğüne uygun “iş bitirici” ahbap-çavuş ilişkileri kuramaması.

Önceki yazımda, geçmişte ABD’nin Çin’i yarı-sömürgeleştirme veya en azından kontrol etme amacı taşıdığından bahsetmiştim. ABD, Çin politikasının bir fiyasko olduğunu ne zaman fark etti? İşlerin umdukları gibi gitmediğinin, Çin’in kendi yolunda ilerlediğinin farkında olsalar bile, ABD için alarm zilini çaldıran iki etmenden söz edilebilir: (1) Teknolojik üstünlüğü Çin’e kaptırmak üzere olduklarını görmeleri ve (2) Xi Jinping’in Devlet Başkanı seçilmesi.

Teknolojik üstünlük ABD için en önemli hegemonya aracı sayılır. Bu üstünlüğü kaybetmek ekonomik üstünlüğü ve giderek hegemonyayı da kaybetmek demek. Teknolojik üstünlük derken teknoloji üretiminden bahsediyorum. Konuya üretim yerine gündelik yaşamda teknoloji kullanımı açısından bakıldığında Çin, sadece ABD’ye değil dünyanın geri kalanına da zaten birkaç tur bindirmiş durumda -hem de kendi ürettiği teknolojiyle. Gazeteler Çin’deki bu “teknoloji salgını” haberleriyle dolu. ABD’nin korkusu yersiz değil. Çin’in bugün değilse bile yakın gelecekte teknolojik üstünlüğü ele geçireceğini söylemek falcılık sayılmaz. Teknoloji hırsızlığı suçlaması ise büyük ölçüde safsata. Teknoloji hırsızlığını becerebilen herkes yapıyor. ABD ne kadar yaptıysa, Çin de o kadar yapmıştır -belki biraz daha fazlasını (kapitalistlerin birbirinden çalması benim için çok eğlenceli). ABD, “Çin teknolojisi, özellikle son kırk yılda üniversitelere ve araştırma kurumlarına ayrılan devasa bütçelerin, akıtılan milyarlarca doların ve nitelikli bilim insanlarının yani bilime yapılan büyük yatırımın eseridir” diyemediği için “çalıntı teknoloji” olarak değersizleştirmeye çalışıyor.

Xi Jinping’in ÇKP Sekreteri ve Devlet Başkanı olarak seçilmesini sadece ABD’nin “ÇKP içine elini uzatma-dizayn etme, ÇKP’yi bir şekilde ABD hempası kılma niyeti-projesi”nin kesin iflası açısından ele alacağım. Şimdi bahsedeceğim olay doğası gereği ne doğrulanabilir/doğrulatılabilir ne de yanlışlanabilir/yanlışlatılabilir bir konu. Yine de yazmam gerektiğine karar verdim; ama dikkatli bir dille, isim vermeden ve ayrıntıya girmeden (yoksa RTÜK bizi kapatabilir. Ne de olsa 1.4 milyar Çinli bizi izliyor). Devlet Başkanı olarak Xi’nin seçilmesi birçok insan için sürpriz, ABD için ise adeta şok oldu. Çünkü ABD-İngiltere emperyalizmi başka birine yatırım yapmıştı. O kişi, Mao ile birlikte savaşmış ve daha sonra önemli görevler üstlenmiş bir Halk Ordusu subayının oğluydu. Yani ÇKP’nin prenslerindendi. Çinlilere göre epeyce uzun boylu, atletik yapılı, yakışıklı, iyi bir konuşmacı, görev yaptığı bölgelerde halkın sevgisini kazanmış karizmatik biriydi. Bir film-pop yıldızını andırıyordu (ABD-İngiltere’de olsa bu özellikler ona seçim kazandırırdı, kesin). Adeta bir pop konserini andıran miting ve toplantıları aslında bir PR çalışmasıydı. Yaklaşan ÇKP Sekreterliği ve Devlet Başkanlığı seçimine hazırlık çalışması… Fakat batıdaki seçim mitinglerini çağrıştıran yollarla edinilen popülarite burada pek muteber bir şey değildir. Dolayısıyla, umulanın aksine, ÇKP Merkez Komitesi üstünde olumsuz bir etki yaptığını düşünüyorum. Hong Kong doğumlu bir İngiliz iş insanıyla (ABD-İngiliz istihbaratı için çalışan biri diye anlayın) olan fazla yakın, sıkı-fıkı ilişkisi her ikisi için de iyi olmadı. O iş insanı Devlet Başkanlığı seçiminden bir-iki ay önce Çin’de kaldığı otelde ölü bulundu. Seçimden birkaç ay sonra da bahsettiğim “olası Başkan adayı” o kişiyi öldürtmek suçlamasıyla tutuklandı. Üstelik ilk başta ölüm nedeni kalp krizi olarak bildirilmişti, tıbbi kayıtlara öyle geçmişti… Bunlar olup biterken ABD’de dönem “Demokrat” Obama dönemiydi

ABD’nin bugünkü Çin politikasının temelleri Obama döneminde atıldı. Çin’i kuşatma politikası Obama’nın eseridir. Trump’ın bu konudaki en önemli icraatı Amerikan devlet aklının oluşturduğu o politikayı berbat etmekten ibaret. Trump, “göz alıcı karizmasını, çok az insana nasip olan o emsalsiz aklını-dehasını ve müthiş pazarlık becerisini” kullanarak Obama’dan çok daha iyisinin başarabileceğine, beceriksiz Amerikan yöneticilerine “sorun nasıl çözülür dersi” vereceğine inanıyordu. Ne de olsa o Trump reisti… Çin, Vietnam ve Kuzey Kore ile yaptığı onca kişisel görüşmeden umduğu sonucu elde edemeyince başa döndü. Amerikan diplomasisinin zaten bildiği ve kendisine de anlattığı Çin gerçeğini sonunda Trump da duvara çarparak öğrenmiş oldu.