30 Ekim 2017 Pazartesi

Tövbe kültürü…

29 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Aşağıdaki yazıyı bir Hong Kong TV kanalının Malezya (veya Endonezya) asıllı bir “müstafi Müslüman” genç kadınla yaptığı bir söyleşiden özetledim. Dünya İslamcılığın nasıl bir bela olduğunu anlamaya çalışırken insanların deneyimlerini önemsiyor, bu öyküdeki gibi. “İslam barış demektir” nutuklarına kimsenin aldırış ettiği yok.

“Belki beş belki de altı yaşımdaydım. Annem evden dışarı çıkarken başıma bir örtü bağlardı. O örtüyü başıma sımsıkı neden sardığını sorduğumda, ‘Seni dışarıdaki kötülüklerden korusun diye’ derdi. Ne demek istediğini şimdi anlıyorum. O dışarısı dediği ‘koyu dindar’ topluluk o yaşta bir çocuğun bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı gelişimi için güvenli sayılmazdı.

Hong Kong’da bir üniversiteden burs kazandığımda, çevre burada okumama karşı çıktı. Fakat annem hepsine karşı direndi ve beni buraya gönderdi, hem de buradaki dindar topluluk gibi ‘emin ellere’ emanet etmeyi aklından bile geçirmeden.

Üniversitede ve dışarıdaki insanların bana içtenlikle yardım etmek istemelerini önceleri kuşkuyla karşılayıp kaçındığımı hatırlıyorum. Oysa ne kadın olmamla ilgileniyorlardı, ne başka bir dinden olmam umurlarındaydı, ne de sevap kazanmak ve rıza almak gibi bir içten pazarlıkları vardı. Yani benim üzerimden kendileri için hiçbir hesapları yoktu. Bunu fark etmem benim için çok acı verici oldu. ‘Bana içtenlikle yardım etmeye çalışan insanlardan sadece yararlanmayı, onları kullanmayı düşünmek ahlaksızlık’ dediğimi ve sarsıldığımı hatırlıyorum. Her şeyin en iyisi, en doğrusu olduğuna inandığım inancımdaki bu ağır ikiyüzlülükten çok utandığımı anımsıyorum. Yani suçluluk ve utanma duygusunu keşfetmiştim… Bunlar yetiştiğim o koyu dindar çevrede olmayan insani hasletlerdi. Ben tövbe kültüründen geliyordum, her aklıma geldiğinde olur-olmaz tövbe etmeyi öğrenmiştim. Çoğu zaman ne için olduğu bile belli olmayan bir tövbeyle o saate kadar bilerek veya bilmeyerek yaptıklarımdan temize çıkmak, arınmak, beni taşıdığım o ağır ikiyüzlülükle ve davranışlarımın sorumluluğuyla yüzleşmekten alıkoymuştu. Kişisel aydınlanmam işte böyle başladı…

Erkeklerin şehvet azgını olduğuna, sımsıkı kapanırsam ve erkeklerle temastan uzak durursam onları şehvetten koruyacağıma ve inançlı bir kadın olarak bunun görevim olduğuna inanırdım. Bir erkeğin şehvet duyması adeta benim suçumdu. En ilkel, hayvani dürtülerini bile kontrol edemeyecek kadar iradesi zayıf bu erkek figürün son derece ilkel olduğunu ve dolayısıyla saygıyı ve değer görmeyi hak etmediğini düşünmeye başlamıştım. Bu düşüncelerimi üniversitedeki Müslüman öğrencilerin oluşturduğu bir toplulukta dile getirme cesareti gösterdim. Bazıları çeşitli ayetlerle, hadislerle yanlış düşündüğümü kanıtlamaya çalıştı. Bazıları ise hakaret etti. ‘İlkel ve ahmaksınız. Yaşadığınız o karanlık çukurunuzda kahrolun’ dediğimi ve çekip gittiğimi hatırlıyorum. Topluluğa arkamı dönüp giderken başörtümü de çıkarıp attım. Bu, adeta o ilkel ve karanlık ‘erkek’ aklına attığım bir tokattı. Anneme başörtüsünü çıkardığımı söylediğimde, ‘Orada ona ihtiyacın yok’ dedi. Önce o karanlıktan uzaklaştım, sonra da dinden. Bir şeye tapınmam gerekirse, anneme tapınırım. Beni haram, günah ve yasak arasına kıstırılmış ve ikiyüzlülükle kuşatılmış ilkel-geri bir hayatın kurbanı olmaktan esirgeyen annemdir.

İslamcı akım ve İslam dünyasının insanlığa sunabileceği hiçbir şey yok. Derin ve karanlık bir çukurdalar. Yaptıkları tek şey, çıkmayı bir türlü beceremedikleri o çukuru her gün biraz daha koyu karanlık hale getirmek. O karanlığı üretecek bolca kadın-erkek molla yetiştiriyorlar. Bu karanlık uzmanlarından bazılarını yakından tanıdım. Şimdi anlıyorum ki; bulamaç kıvamında konuşan o mollalar anlattıkları şeyler iyice akıl bulandırıcı olsun diye özel çaba gösteren ağır yalancılardı. Bir defa dini dokunulmazlık kazanırsanız, yalan söylemeniz de çok kolaylaşıyor. Hep imana davet eden bu molaların iman dedikleri o şey, aslında, aklın hurafe ve din soslu yalanlarla boğulup işlemez hale getirilmesi demek. Karanlığının esiri olan o ‘iman’ dinlediği yalanları kutsal ve derin dini bilgiye dönüştürecek kadar güçlü bir cehalet.”

Aslında, bu genç kadın mayası AKP ile aynı hamurdan karılan bir İslami camiadan bahsediyor yani bildiğin kasaba yobazlığından…

28 Ekim 2017 Cumartesi

Kimsenin dinlemediği “önemli” adam

15 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


İlk karşılaştığımda, bir yönü trene giden diğer yönü oturduğum semte dönen köprünün üstünde Hong Kong (HK) halkına nutuk çekiyordu. Biraz anlayabildiğim HK Çincesiyle (Cantonese) evlilik kurumu ve boşanmalar üzerine konuşuyordu. “Kadınlar iş hayatına katıldıkları, çalıştıkları için erkekleri takmaz olmuşlardı. Bu yüzden aile birliği, mutluluğu bozulmuş ve boşanmalar artmıştı. Çalışan kadınlar ilk görevleri olan annelik sorumluluğunu unutmuştu. Otuz yaşını geçmiş ama evlenmek istemeyen çok sayıda kadın vardı. Erkekler evlenecek kadın bulmak için Çin’e hatta Vietnam’a gidiyorlardı…” Sonraki beş yıl boyunca, gıda sorunundan ulaşıma kadar birçok konuda nutuk attığına tanık oldum. HK’ta çok sorun vardı ve sürekli yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. O’da ahalinin göremediği, farkında olmadığı bu sorunlar hakkında onlara yol göstermeyi kendine vazife edinmişti.

Kalabalıktan durup dinleyen olmadığı halde, her konuşmasını büyük bir ciddiyetle sürdürüyor, bir nevi ilahi kudret yüklü olduğuna ve her işiteni büyülediğine inandığı o sesini duydukça adeta aşka geliyor ve coşuyordu. Bir ara eski konuşmalarının yaptığı etkiye dair birkaç cümle ettiğini duydum. Sözlerinin insanlar üstünde etkili olduğuna inanıyor ve bunun için kanıt da buluyordu. Sadece çok az insanın düşünebileceği önemli konulardaki düşüncelerini ahaliye sebil niyetine sunmaktan veya kuşyemi gibi serpiştirmekten büyük gurur duyuyor ve böylece önemli biri olduğuna dair inancı daha da pekişiyordu. Konuştuklarında mantıksal tutarlılık ve anlamlı içerik aramak boşunaydı. Çoğu zaman birbiriyle çelişen kalın kalın cümlelerle önemli konularda büyük laflar ettiğine inanıyordu. Oysa, yaşamın kendi aklından-küçük dünyasından ibaret olduğuna inanan her “önemli adam” gibi, çoğunlukla basmakalıp konuşuyor veya saçmalıyordu.

Hedef kitlesine “HK’lu kardeşler” veya “HK’lu yurttaşlar” diye hitap ediyordu. Anladığım kadarıyla, bu “kardeşler” ve “yurttaşlar” içinde Çinliler dışındaki HK vatandaşları yoktu. Zira bir seferinde, “Beyazlar, Hintliler ve diğerleri yüzünden HK’luluk değerleri yok oluyor” demişti. Milliyetçilik damarı aşikârdı ama galiba imanı sağlam biri değildi. Bir konuşmasında din adamlarına, “Bir gün olsun ter dökerek para kazanmamış asalaklar” diye sataştığını hatırlıyorum.

Bu “önemli adam”ın bir kırmızı çizgisi vardı: Sorguya çekilmek gibi algılıyor olsa gerek, soru sorulmasından hiç hoşlanmıyordu. Arada bir (takılmak için) soru soran olduğunda, “Konuşmamı dinle hepsini anlatıyorum” diye ayar veriyordu.

“Şemsiye Devrimi/Hareketi” günlerinde (26 Eylül 2014’te başladı) ilk bir iki gün kendi gündemine ait konularda nutuk atmaya devam etti. Katılımın arttığı ve protestoların yükseldiği o günlerden birinde o da konuya dâhil oldu; ama yanlış yerden. Bu “önemli adam” yanlış tarafta yer almıştı. Bir akşamüstü onun için daimi miting meydanı sayılan yerde “Şemsiye Devrimi Hareketi”nin Çin’in kışkırtması ve hareket liderlerinin de “Emperyalist Çin’in ajanları” olduğunu söyledi. O günkü konuşmasını bu iddia üzerine kurmuştu ki, saçmalamanın bu kadarı o sakin ve saygılı HK’luları bile çileden çıkardı. Gözümün önünde tartaklandı ve hakarete uğradı. Yere düştüğünde öylece bıraktılar. Yerden kalkmasına, toparlanmasına yardım eden kimse çıkmadı. Bir daha nutuk çektiğini görmedim, başka gören de olmadı. Kendisine HK halkını irşat etme vazifesi ihdas etmiş “özel yaratılmışlardan” olan bu “önemli adam”ın gururu kırılmıştı. HK’lulara büyük bir ceza kesti ve onları irşat etmekten vazgeçti. Ahaliyi kaderiyle baş başa bıraktı. HK halkını bilmem ama ben yokluğunu hissettim. Memlekette bu zatla aşağı yukarı aynı frekanstan konuşanları izlemediğim için o “eksikliği” bu “önemli adam”ın vaazlarıyla gideriyordum. Yeter ki “önemli adam” dinleyip feyz almak gibi bir niyetin olsun, gerisi kolay… Yine de, onun yokluğunu telafi etmek için memlekettekileri dinleme yoluna gitmedim. Yani o kadar da değil…

Geçenlerde trende gözüme çarpan bir gazete haberi “Kimsenin takmadığı ‘önemli adam’ artık yok” diyordu. Oysa o, HK’a nizamat verme aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Olmadı. Kadir bilmez HK milleti yüzünden misyonunu tamamlayamadan ayrıldı bu âlemden. Gazetenin haber görseli tam da onun tutarsız aklını yansıtıyordu: “Asalak dilenciler” diye sataştığı rahiplerden biri cenazesi yakılırken başında dua ediyordu…

21 Ekim 2017 Cumartesi

Müslüman müslümanın kardeşi midir?

01 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Hint coğrafyası gençlerinden yaklaşık elli kişilik iki grubun bir caddede beyzbol sopası, demir çubuk ve bıçaklı kavgasında benim için en unutulmaz kare “Allahuakbar” diye bağıran dört kişilik gruptu. Önce uygar insanlığın dünyasını da kendi yaşadıkları o ilkellik cehennemine çevirmeye çalışan İslamcı militanların buralara da sıçrattığı bir kavga olduğunu düşündüm. Yanılmışım. Kavga edenler biri Hindistanlı, diğeri Pakistanlı iki mafiyöz grupmuş. Olan biteni olaya birlikte tanık olduğumuz, iki dili de iyi bilen (ki aynı dil sayılırlar) ve iki kültürü de tanıyan Pakistanlı (modern dindar) dostum Ali açıkladı.

Bunlar Hong Kong’da (HK) soygun, hırsızlık, narkotik madde satışı, korsan taksicilik vs gibi yasadışı işler yapan çete mensuplarıymış. “Allahuakbar” diye bağıranlar ise Pakistanlı din kardeşlerine karşı Hindu Hintliler safında kavga eden Hint Müslümanlarıymış. Bir çete hesaplaşmasında tekbir getirmelerine çok şaşırmıştım. Aslında hiç şaşırmamak lazım. Malum, insanlığın başına bela olan it-uğursuzların hep arkasına saklandıkları bir “dava”sı olur. Bu çetecilerin davası da bir nevi Hint milliyetçiliği. Ülkeyi böldükleri için Pakistanlıları hain olarak görürler. Tanıdığım Hintli Müslümanların çoğunun aklı o kadar ağır bir düşmanlıkla bilenmiş ki, Pakistanlıları Müslüman bile kabul etmek istemezler. Aynı şeyi Pakistanlılar da onlar için düşünür. Yani bir din kardeşliği ki o kadar olur…

Ali, başlıktaki söz için “Bu söz sıradan bir Müslümanın düşüncesi veya inancı değil (Siyasal) İslamcıların yaydığı bir politik yalan. Zira İslam ülkelerinin kiminle savaştığına bir bakın. Ya birbirleriyle savaşıyorlar ya da ülke içindeki mezhepler, tarikatlar veya aşiretler birbirini yiyor. Sıradan bir dindar böyle bir kardeşliğin söz konusu olmadığını bilir ve bu soruyla ilgilenmez. Kardeşlik bilinci oluşturmak insani gelişmişlik düzeyi yüksek toplumların harcıdır. Oysa İslam toplumları çok ilkel, geri durumdalar ve ağır bir cehaletle malüller. İslamcılığın elindeki din hayatı kuşattıkça bu ilkellik ve cehalet daha da artıyor, tıpkı Pakistan’da olduğu gibi. İslamcılık kardeşliğin değil kin, nefret ve düşmanlığın yani insan ruhundaki kötülüğün dilidir. Benim inancıma göre, İslamcılık, Şeytan’ın dilidir” dedi.

Konudan uzaklaşmak pahasına Ali’nin sözlerine bir dipnot düşmek istiyorum: İslamcı gericiler Şeytan’ı kendilerinde değil dışarıda ararlar. Böylece, insani-ahlaki olarak ne kadar düşkünleşseler de her daim “masum” kalırlar ve imanlarına halel gelmez. Yani Şeytan onları kandırmış ve mağdur etmiştir (hep aciz, hep mağdur). Onlar da Şeytan’ı suçlayıp temize çıkarlar. Bir de kurban kestilermi tamamdır, pirüpak oluverirler…

Ali, Pakistan’dan yaklaşık yirmi yıl önce yani İslami gericilik ülkenin üstüne kâbus gibi çökerken ayrılmış. Dolayısıyla, o kâbusun ülkeyi ne hale getirdiğine tanıklık etmiş. “Hükümet ve Taliban mollaları birlikte mahvettikleri ülke çöktükçe, insanlar yoksullaştıkça bir sürü cahil-yobaz molla aracılığıyla daha fazla din sattılar. Bunlar özellikle küçük yerleşim birimlerinde bütün hayatı kuşatıp yaşanmaz hale getirdiler. “Müslümanlar kardeştir” lafını onlardan da çok duyardım. Bırak kardeşlik bilinci oluşturmayı, toplumu bir arada tutan ve farklıklarla birlikte yaşamayı sağlayan bütün sosyal kurallara ve dokuya da ağır zarar verdiler. Komşular ve hatta yakın akrabalar arasında bile düşmanlık oluşmasına yol açtılar. Halk, İslamcılığın onları daha iyi bir yaşam, güzel ve güvenli bir gelecek talebinden uzak tutmak için boyunlarına takılan bir kement olduğunu artık anlamaya başladı. Çünkü bu ilkellik bütün hayatı çürüttü…” diyor.

Ali’ye göre, “Batı’da olan ama İslam dünyasında olmayan şey akıl. İslam dünyası akıl düşmanı. İnsan aklı özgürleşecek diye ödleri patlıyor. İslamcıların Batı’ya düşman olmasının nedeni uygar dünyaya duydukları derin hased. Çünkü Batı’ya karşı her açıdan yenik durumdalar ve bu yenilgi her gün daha da ağırlaşıyor. Batı bilim-teknoloji ve refah üretirken onlar halkı ahmaklaştıracak yalan ve ağır cehalet üretiyor”.

Ali, bir Atatürk hayranıdır. Bu konuda başvuru kaynağı sayılan bütün eserleri okuduğunu biliyorum. Bütün İslamcıların ağır bir “Atatürk hasedi”yle kıvrandıklarını söyler. Ona göre, “Aklı Taş Devri’ne ait İslamcıları bu Atatürk hasedi öldürecek”.