14 Kasım 2017 Salı

ÇKP kongresi, Çin yüzyılı

13 Kasım 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


ÇKP ile aralarına kara kedi giren Çinli “Yeni solcu”lar Çin'i “devlet güdümlü eş-dost (ahbap-çavuş) kapitalizmi" olmakla eleştirseler de, Batı kapitalizminin ideolojik ve kültürel olarak yeniden üretmekle görevli kuruluşlar ve basın “Komünist Çin, Çin komünizmi” demekte ısrarlı davranıyor. Peki, bu değerlendirmeler nereden kaynaklanıyor? Bence bunun iki nedeni var: (1) “Beyaz Adam”ın (ve onun rıza üreticilerinin) Çin düşmanlığını komünizm düşmanlığı ile birleştirme amacından ve böylece “komünizm öcüsü”nü Çin kılığında tekrar yaratma/canlı tutma isteğinden. ABD emperyalizminin hegemonyası daha da zayıfladıkça bu “öcü”nün daha açıkça kullanıma sokulacağını sanıyorum. İçinde Çin gibi ekonomisi çok güçlü bir devin olduğu “çok kutuplu dünya” emperyalizm için büyük bir kâbus demek. Trump’ın Rusya-Çin arasına kama sokma niyeti/politikası da tutmayınca bu kâbus daha da büyüdü. (2) Çin’e batılı “Beyaz Adam”ın gözüyle bakmaktan. Bu kesim ÇKP hakkında çok az şey biliyor ve çoğu Batı kaynaklarından besleniyor. Akıllarında bir Çin şablonu var (hem de komünist) ve Çin/ÇKP’yi o şablona uydurmaya çalışıyorlar.

Xi doktrini ve arka planı

ÇKP’nin ağır toplarından bir Merkez Komite üyesi kongredeki konuşmasında “Mao, 1949’da Çin Halk Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan ederken ‘Çin halkı ayağa kalktı’ demişti. Ayağa kalktığı o günden bugüne kadar hedefe doğru yürüdü. Şimdi bu yürüyüşü daha güçlü olarak ve emin adımlarla sürdürme zamanı” dedi ve şöyle devam etti: “Xi yoldaşın ‘Yeni dönem için Çin’e özgü sosyalizm düşüncesi’ bu konuda önümüze ışık tutacaktır”. Cümlenin ikinci kısmı Genel Sekretere saygı ifadesidir ve her konuşmacı -karşıt görüşte bile olsa- mutlaka benzer laflar eder. Aslında “Xi doktrini” 2012’deki 18. kongrede belirlenen hedeflerinin güncellenmesinden ibaret. Doktrinin on dört maddeyle özetlenmiş hali -önemli çeviri yanlışlarıyla da olsa- basında yer aldı. O yüzden burada yazmaya gerek görmüyorum.

Dikkat çekici olan, “Yeni dönem” kavramı ve kavrama ısrarlı vurgu yapılması. Dönemi “yeni” yapan şey, Çin’in artık bir “Dünya gücü” olarak boy gösterecek olması, bunu açıkça deklare etmesi. Deng Xiaoping, "Işığımızı gizlemeli ve zamanımızın gelmesini beklemeliyiz" demişti. Görünen o ki, artık ışığı gizlemeye gerek kalmadığına ve Çin zamanının geldiğine inanıyorlar. Xi’nin kongrede söylediği şu sözler tam da bunu anlatmaya çalışıyor: “Dünya karmaşık ve büyük değişimlerin ortasında. Küresel çok kutupluluk eğilimleri Çin için çok elverişli bir ortam sunuyor… Uluslararası güçler göreceli olarak daha dengeli hale geldi”. Mao’nun “Yeryüzünde kaos var, o halde işler yolunda sayılır” sözlerini anımsatan bu cümleler şöyle tefsir edilebilir: ABD’nin küresel hegemonyası zayıflıyor. Dolayısıyla çok kutupluluk artık kaçınılmaz bir gerçek. Bu gerçekler Çin’in bir uluslararası güç olarak ortaya çıkmasını sağlayacak imkânları sunuyor ve süreci kolaylaştırıyor.

Altını kalın kalın çizerek vurguladıkları bir diğer nokta, bir küresel hegemonik güç olmayı amaçlamadıkları. Bazı ifadelerinde “Dünya lideri” kavramı geçse de, bu kavram “Küresel ısınmayla mücadele”, “Bilimsel-teknolojik yenilik” gibi bazı spesifik konularda dünyada lider olmak anlamı taşıyor. O yüzden ısrarla “Dünya gücü” kavramı kullanıyorlar. Bunun emperyalizmle çatışma veya karşı karşıya gelmekten sakınma amaçlı bir taktiksel açıklama ya da geri çekilme olduğunu düşünmüyorum. ÇKP, bir madrabaz akıl veya bir madrabazın siyasi aklı değildir. Emperyalist niyet taşıyan hedef ve amaçların gizlenebilir şeyler olmadığını bilir. Çin, bir emperyalist hegemonya peşinde değil. Yani ABD'nin yerinde gözü yok ve ABD ile kavgası da bir küresel hegemonya kavgası değil. Kavgayı ABD başlattı, Çin bu saldırıya karşı kendini savunuyor.

Xi, konuşmasında Çin'in hegemonya arayışı içinde olmayacağına ve büyük ve sorumlu bir ülke olarak kendi rolünü (yani dünya ile ekonomik entegrasyon ve bazı spesifik konulardaki liderlik) oynamaya devam edeceğine dair güvence verse de, şu sözlerinin Batı’yı nasıl ürküteceğini tahmin etmek zor değil: “Çin'in benzersiz kalkınma yolu, özellikle gelişmekte olan ülkeler için bir model sunuyor. ‘Çin’e özgü sosyalizm’ gelişmekte olan diğer ülkelere modernleşmeyi başarmaları için yeni bir yol gösteriyor. Gelişmelerini hızlandırmak isteyen diğer ülkeler ve uluslar için yeni bir seçenek oluşturuyor. Dahası, insanlığın karşılaştığı sorunların çözümü için Çin bilgeliği ve Çin yaklaşımı sunuyor”. Bu sözlerin “Çin, emperyalizme karşı dünyaya bir alternatif sunuyor” diye algılanacağını ÇKP ve Xi’nin düşünemediğini sanmak hata olur.

“Dünya gücü” olmanın öncelikle ülkenin içini düzenlemekten geçtiğini, halkına refah ve iyi bir yaşam sunamayan bir ülkenin bu iddiasının boş olduğunu bilecek kadar sağlam bir akla sahipler. O yüzden, Xi’nin vurguladığı önemli konulardan bir diğeri halkın yaşam kalitesini ve standartlarını yükseltme hedefiydi. “Çin sosyalizmi ilk aşamasında olmasına rağmen, çoğu Çinli artık sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele vermiyor. ‘Çin’e özgü sosyalizm’ yeni bir döneme girdi. Toplumumuzun temel çelişkisi halkın daha iyi bir yaşam için artan ihtiyaçları ve gelişmenin ortaya çıkardığı dengesizlikler arasındaki çelişkilere dönüştü” dedi. Bu fazla teorik gibi görünen bulanık ifadenin anlatmaya çalıştığı şey, aslında, çalışanların gelir düzeyi ve yaşam standartlarının düşüklüğü ve gelir dağılımındaki büyük adaletsizlik.

1997'deki 15. kongrede sosyalizmin ilk aşamasında Çin toplumundaki “temel çelişki” "Halkın maddi ve kültürel ihtiyaçlarının artması ve üretimin yetersiz kalması" olarak tanımlanmıştı. Xi’nin yukarıdaki sözlerine göre, bu “üretim yetersizliği” sorunu çözülmüş (hatta bazı alanlarda üretim fazlası var). Artık sorun gelir dağılımı-refah, üretilen refahın paylaşımı ve yükseltilmesi olacak. Her ülke için en ciddi ama Çin için daha da ciddi ve zor bir sorun olan “gelir dağılımı/refahın paylaşımı” konusunda ÇKP’nin nasıl çözüm üreteceğini doğrusu ben de çok merak ediyorum. Bu sorunla başa çıkabilmek için eş-dost kapitalizmi ve birçoğu ÇKP üyesi olan (eş-dost) kapitalistlerle bir hesaplaşma gerekecektir.

Xi’nin konuşmasında geçen “Çin sosyalizminin ilk aşaması teorisi”ne de kısaca değinmek konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önemli. Bir az gelişmişlik durumunu ifade eden bu teori 1987’deki 13. ÇKP kongresinde kabul edildi. O zaman başbakan olan Zhao Ziyang tarafından önerilmiştir (1989’da, Tiananmen katliamı sonrası, ev hapsine alındı-göstericileri haklı bulduğu ve görüştüğü için). Teorinin altını dolduran Deng’tir ve üretici güçlerin düşük seviyedeki gelişmişliğiyle tanımlanır. Ona göre, bu dönemde partinin görevi ve yapması gereken en önemli iş (kapitalizme özgü bazı yöntemleri de kullanarak) üretici güçleri geliştirmektir. Bu ilk aşamanın ne kadar süreceğine dair bir soruya Zhao, “Yüz yıl sürebilir” cevabını vermiş. Yani Çin Halk Cumhuriyetinin kuruluş yılı olan 1949’dan itibaren hesaplandığında, Çin sosyalizminin ilk aşaması 2049’da sona erebilir. Tam da Xi’nin “2049’a kadar Çin'i müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel açıdan gelişmiş, uyumlu, güzel ve büyük modern bir sosyalist ülkeye dönüştürmek…” hedefindeki tarih.

Bu hedefe Xi’nin "İki tane yüzyıl için hedefler" diye tanımladığı toplam otuz yıllık iki aşamayla ulaşılacak:
(1) Çin Komünist Partisi'nin yüzüncü kuruluş yıldönümüne (2021) kadar her bakımdan orta düzey bir refah toplumu inşa etmek. O güne kadar Çin’in GSMH’sını ve çalışanların gelirini iki katına çıkarmak. Yani ülkede yoksulluk sınırında yaşayan kimsenin kalmaması. “Çin’i orta düzey refah toplumu yapmak” ilk defa Deng tarafından dile getirilen bir hedeftir. 1981 yılında Deng, "Kendimize yirmi yıl veriyoruz. Bu yıldan başlayarak yüzyılın sonuna kadar GSMH’yı dört katına çıkarmalıyız ve göreli bir refah düzeyine ulaşmalıyız. Gelecek yüzyılın ortasına kadar orta düzeyde gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmayı düşünmeliyiz” demişti. ÇKP kaynaklarına göre Deng’in ilk hedefine ulaşıldı, hem de fazlasıyla. Şimdi sıra ikinci hedefte. Bu, aynı zamanda, Xi’nin dile getirdiği aşağıdaki ikinci hedef.
(2) Çin Halk Cumhuriyeti'nin yüzüncü kuruluş yıldönümüne (2049) kadar müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel açıdan gelişmiş ve uyumlu bir modern sosyalist ülke inşa etmek.

Xi’nin otuz yıllık dönem ve hedefi önemli bir şey söylüyor: İlk otuz yıl Mao’un, önceki otuz yılı Deng’in dönemiydi. Özetle, Deng’in otuz yılının sona erdiğini, (ÇKP diliyle söylersek, o zaman konulan hedeflere ulaşıldığını hatta aşıldığını) ve yeni bir otuz yıllık dönemin başladığını söylüyor. Yani Xi’nin otuz yılı veya “Çin’e özgü sosyalizmin yeni dönemi”… Bu açıdan ikinci maddedeki hedefler önemli. İlk maddedeki hedeflere zaten neredeyse ulaşmış durumdalar.

Xi’nin üzerinde biraz uzun durduğu bir diğer hedef hukukla ilgiliydi. "Yasalar ve kurallar önünde herkes eşittir ve bu tür kuralların uygulanması ayrıcalık veya istisna kabul etmez… Devletimizin bütün kurumlarının yasalara uygun olarak çalışmasını sağlamalıyız. Bu önceliğimiz olmalı” dedi ve bu yöndeki çabaların güçlendirileceğini söyledi. Aslında, hukukun üstünlüğü ilkesinin tam anlamıyla tesis edilmesinden bahsediyor. Bu konuda içimden sadece “inşallah” demek geliyor. Çünkü doktrinde bahsedilenler içinde gerçekleştirilmesini en zor bulduğum iki konudan biri daha önce bahsettiğim “gelir dağılımı/refah paylaşımı” sorunu, diğeri ise “hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla tesis edilmesi” hedefi. Ucu ÇKP’ye dokunan sorunlarda hukukun nasıl eğilip büküldüğünü bildiğim birkaç örnek var. Malum, yargıyı boşanma veya miras davalarındaki tarafsızlık değil devlete, devlet bürokrasisine, devlet aklına dokunan sorunlardaki tarafsız duruşu güvenilir yapar. Yine de, Çin yargısının (“Yeni Türkiye” yargısı gibi) bir organize suç şebekesinin bir parçası-ortağıymış gibi davrandığını söylemek insafsızlık olur.

Xi’nin ısrarla vurguladığı hedeflerden bir diğeri de inovasyon yani bilimsel-teknolojik yenilikti. Diğer hedefleri ne kadar gerçekleştirirler bilemem ama bu hedefe kesinlikle ulaşacaklarına eminim. Bu konuda zaten çok yol almış durumdalar. Devletin finanse ettiği ve bazıları üniversitelerin bünyesinde yer alan çok sayıda araştırma kurumu var ve çok önemli işler yapıyorlar. Şimdi, anaokulundan başlayarak eğitimin içeriğinde bu hedefe uygun değişiklikler yapmaya hazırlanıyorlar. Amaç yenilikçi, yenilik üretebilen insan yetiştirmek. 

Xi’nin “Ülkede halkın yönetimde olduğunu/halkın yönettiğini görmek” (“Halkın yönetime katılmasını sağlamak” değil) ilkesinden ve demokratik Çin’den söz ettiğini duyunca sanki ÇKP'den tasfiye edilen Batıcı liberal tayfadan biri konuşuyor sandım. Muhtemelen üye sayısını artırarak, Parti örgütlerini yaygınlaştırarak ve örgüt-örgütlenme yapısında bazı değişiklikler yaparak ÇKP örgütlülüğünü güçlendirmekten bahsediyorlar. Deng’in örgütsüz bırakıp güçsüzleştirdiği işçi sınıfının yeniden sağlam bir örgütlülüğe kavuşmasından ve yönetimde ağırlıklı söz sahibi olmasından veya bağımsız sendika kurma hakkı verilmesinden bahsettiklerini sanmıyorum.

Sonuç olarak özetle şunları söyleyebilirim: Partinin gücüne, güçlenmesine ve hayatın içinde her alanda daha fazla yer almasına bu kadar fazla vurgu yapılan bir kongre daha bilmiyorum. On dört maddeden oluşan Xi düşüncesinin arka planındaki temel fikir de bence bu. “Dünya gücü olmak için güçlü bir parti örgütü-örgütlenmesi şart” diyor.

Xi doktrini, “müreffeh, yenilikçi, güçlü, demokratik, kültürel açıdan gelişmiş ve uyumlu bir modern sosyalist ülke hedeflerini gerçekleştirerek kültürel ve tarihi dokusuyla ‘Güzel Çin’i dünya için bir çekim merkezi haline getirmek” hedefi diye özetlenebilir. Bu bir ütopya mıdır? Emin değilim. Dünya’da beklenmedik şeyler olmazsa, hedeflere büyük ölçüde ulaşacaklarını düşünüyorum, tabii ki bölüşüm sorununu çözebilirlerse yani görece adil bir gelir dağılımı sağlayabilirlerse. Bugüne kadar “üretici güçleri geliştirmek” adına besleyip büyüttükleri eş-dost kapitalizmi ve çoğu parti üyesi kapitalistlerle bu sorunu nasıl çözeceklerini çok merak ediyorum. Yoksa 2049’da “Çin sosyalizminin yüz yıllık ilk aşaması tamamlandı. Kapitalizme özgü bazı yöntemleri de kullanarak üretici güçleri geliştirdik ve orta-düzey bir refah toplumu hedefine ulaştık, hatta o hedefi çok aştık. Şimdi sosyalist toplumun ikinci evresini inşa etmeye başlıyoruz, yani artık kapitalizmi tasfiye etme zamanı” derler mi? Kabul edin, güzel hayal…

Benim gördüğüm Xi

Burada gördüğüm başkanlar içinde kalibresi en yüksek olanı hiç kuşkusuz Xi. Halka yakın, mütevazı ve samimi devlet başkanı, güven veren, saygı uyandıran, sevimli adam, iyi bir entelektüel, çatışma-gerilim yaratmadan sorun çözmeyi becerebilen bir sakin güç. “Çin’e özgü sosyalizmin girdiği yeni dönem”in koşullarının gerektirdiği güçlü ve bu gücü dengeli kullanmayı bilen yapıcı adam…

Her şey bir tarafa, yaptığı şu üç önemli iş benim açımdan takdiri hak ediyor: (1) “Laojiao” (Emek kullanımı yoluyla yeniden eğitim) uygulamasının kaldırılmasında oynadığı rol (Bu konudaki yazım bloğumda var. "Mao Usta’dan yadigâr Laojiao artık yok" başlığıyla arayabilirsiniz). Bir yüz karası olan bu uygulama için köhne parti-devlet aklına karşı kullandığı inisiyatif takdiri hak ediyor. (2) Çevre konusunda gösterdiği duyarlılık: Kömür santrallerinin kapatılması, temiz ve yenilenebilir enerjiye yatırım ve geri dönüşüm için dünyanın çöpünün Çin’e akışının yasaklanması (‘Çöpten işler’ başlıklı yazım. Arşivde var). (3) Vergi ödememek için Çin vatandaşlığından çıkan ve Kanada, Avustralya, Almanya vs vatandaşlığına geçerek yabancı yatırımcı statüsü kazananlara verdiği esaslı ders (aralarında sanatçılar da var). Bu açıkgözler Çin halkının nefretini kazanmıştı.

30 Ekim 2017 Pazartesi

Tövbe kültürü…

29 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Aşağıdaki yazıyı bir Hong Kong TV kanalının Malezya (veya Endonezya) asıllı bir “müstafi Müslüman” genç kadınla yaptığı bir söyleşiden özetledim. Dünya İslamcılığın nasıl bir bela olduğunu anlamaya çalışırken insanların deneyimlerini önemsiyor, bu öyküdeki gibi. “İslam barış demektir” nutuklarına kimsenin aldırış ettiği yok.

“Belki beş belki de altı yaşımdaydım. Annem evden dışarı çıkarken başıma bir örtü bağlardı. O örtüyü başıma sımsıkı neden sardığını sorduğumda, ‘Seni dışarıdaki kötülüklerden korusun diye’ derdi. Ne demek istediğini şimdi anlıyorum. O dışarısı dediği ‘koyu dindar’ topluluk o yaşta bir çocuğun bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı gelişimi için güvenli sayılmazdı.

Hong Kong’da bir üniversiteden burs kazandığımda, çevre burada okumama karşı çıktı. Fakat annem hepsine karşı direndi ve beni buraya gönderdi, hem de buradaki dindar topluluk gibi ‘emin ellere’ emanet etmeyi aklından bile geçirmeden.

Üniversitede ve dışarıdaki insanların bana içtenlikle yardım etmek istemelerini önceleri kuşkuyla karşılayıp kaçındığımı hatırlıyorum. Oysa ne kadın olmamla ilgileniyorlardı, ne başka bir dinden olmam umurlarındaydı, ne de sevap kazanmak ve rıza almak gibi bir içten pazarlıkları vardı. Yani benim üzerimden kendileri için hiçbir hesapları yoktu. Bunu fark etmem benim için çok acı verici oldu. ‘Bana içtenlikle yardım etmeye çalışan insanlardan sadece yararlanmayı, onları kullanmayı düşünmek ahlaksızlık’ dediğimi ve sarsıldığımı hatırlıyorum. Her şeyin en iyisi, en doğrusu olduğuna inandığım inancımdaki bu ağır ikiyüzlülükten çok utandığımı anımsıyorum. Yani suçluluk ve utanma duygusunu keşfetmiştim… Bunlar yetiştiğim o koyu dindar çevrede olmayan insani hasletlerdi. Ben tövbe kültüründen geliyordum, her aklıma geldiğinde olur-olmaz tövbe etmeyi öğrenmiştim. Çoğu zaman ne için olduğu bile belli olmayan bir tövbeyle o saate kadar bilerek veya bilmeyerek yaptıklarımdan temize çıkmak, arınmak, beni taşıdığım o ağır ikiyüzlülükle ve davranışlarımın sorumluluğuyla yüzleşmekten alıkoymuştu. Kişisel aydınlanmam işte böyle başladı…

Erkeklerin şehvet azgını olduğuna, sımsıkı kapanırsam ve erkeklerle temastan uzak durursam onları şehvetten koruyacağıma ve inançlı bir kadın olarak bunun görevim olduğuna inanırdım. Bir erkeğin şehvet duyması adeta benim suçumdu. En ilkel, hayvani dürtülerini bile kontrol edemeyecek kadar iradesi zayıf bu erkek figürün son derece ilkel olduğunu ve dolayısıyla saygıyı ve değer görmeyi hak etmediğini düşünmeye başlamıştım. Bu düşüncelerimi üniversitedeki Müslüman öğrencilerin oluşturduğu bir toplulukta dile getirme cesareti gösterdim. Bazıları çeşitli ayetlerle, hadislerle yanlış düşündüğümü kanıtlamaya çalıştı. Bazıları ise hakaret etti. ‘İlkel ve ahmaksınız. Yaşadığınız o karanlık çukurunuzda kahrolun’ dediğimi ve çekip gittiğimi hatırlıyorum. Topluluğa arkamı dönüp giderken başörtümü de çıkarıp attım. Bu, adeta o ilkel ve karanlık ‘erkek’ aklına attığım bir tokattı. Anneme başörtüsünü çıkardığımı söylediğimde, ‘Orada ona ihtiyacın yok’ dedi. Önce o karanlıktan uzaklaştım, sonra da dinden. Bir şeye tapınmam gerekirse, anneme tapınırım. Beni haram, günah ve yasak arasına kıstırılmış ve ikiyüzlülükle kuşatılmış ilkel-geri bir hayatın kurbanı olmaktan esirgeyen annemdir.

İslamcı akım ve İslam dünyasının insanlığa sunabileceği hiçbir şey yok. Derin ve karanlık bir çukurdalar. Yaptıkları tek şey, çıkmayı bir türlü beceremedikleri o çukuru her gün biraz daha koyu karanlık hale getirmek. O karanlığı üretecek bolca kadın-erkek molla yetiştiriyorlar. Bu karanlık uzmanlarından bazılarını yakından tanıdım. Şimdi anlıyorum ki; bulamaç kıvamında konuşan o mollalar anlattıkları şeyler iyice akıl bulandırıcı olsun diye özel çaba gösteren ağır yalancılardı. Bir defa dini dokunulmazlık kazanırsanız, yalan söylemeniz de çok kolaylaşıyor. Hep imana davet eden bu molaların iman dedikleri o şey, aslında, aklın hurafe ve din soslu yalanlarla boğulup işlemez hale getirilmesi demek. Karanlığının esiri olan o ‘iman’ dinlediği yalanları kutsal ve derin dini bilgiye dönüştürecek kadar güçlü bir cehalet.”

Aslında, bu genç kadın mayası AKP ile aynı hamurdan karılan bir İslami camiadan bahsediyor yani bildiğin kasaba yobazlığından…

28 Ekim 2017 Cumartesi

Kimsenin dinlemediği “önemli” adam

15 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


İlk karşılaştığımda, bir yönü trene giden diğer yönü oturduğum semte dönen köprünün üstünde Hong Kong (HK) halkına nutuk çekiyordu. Biraz anlayabildiğim HK Çincesiyle (Cantonese) evlilik kurumu ve boşanmalar üzerine konuşuyordu. “Kadınlar iş hayatına katıldıkları, çalıştıkları için erkekleri takmaz olmuşlardı. Bu yüzden aile birliği, mutluluğu bozulmuş ve boşanmalar artmıştı. Çalışan kadınlar ilk görevleri olan annelik sorumluluğunu unutmuştu. Otuz yaşını geçmiş ama evlenmek istemeyen çok sayıda kadın vardı. Erkekler evlenecek kadın bulmak için Çin’e hatta Vietnam’a gidiyorlardı…” Sonraki beş yıl boyunca, gıda sorunundan ulaşıma kadar birçok konuda nutuk attığına tanık oldum. HK’ta çok sorun vardı ve sürekli yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. O’da ahalinin göremediği, farkında olmadığı bu sorunlar hakkında onlara yol göstermeyi kendine vazife edinmişti.

Kalabalıktan durup dinleyen olmadığı halde, her konuşmasını büyük bir ciddiyetle sürdürüyor, bir nevi ilahi kudret yüklü olduğuna ve her işiteni büyülediğine inandığı o sesini duydukça adeta aşka geliyor ve coşuyordu. Bir ara eski konuşmalarının yaptığı etkiye dair birkaç cümle ettiğini duydum. Sözlerinin insanlar üstünde etkili olduğuna inanıyor ve bunun için kanıt da buluyordu. Sadece çok az insanın düşünebileceği önemli konulardaki düşüncelerini ahaliye sebil niyetine sunmaktan veya kuşyemi gibi serpiştirmekten büyük gurur duyuyor ve böylece önemli biri olduğuna dair inancı daha da pekişiyordu. Konuştuklarında mantıksal tutarlılık ve anlamlı içerik aramak boşunaydı. Çoğu zaman birbiriyle çelişen kalın kalın cümlelerle önemli konularda büyük laflar ettiğine inanıyordu. Oysa, yaşamın kendi aklından-küçük dünyasından ibaret olduğuna inanan her “önemli adam” gibi, çoğunlukla basmakalıp konuşuyor veya saçmalıyordu.

Hedef kitlesine “HK’lu kardeşler” veya “HK’lu yurttaşlar” diye hitap ediyordu. Anladığım kadarıyla, bu “kardeşler” ve “yurttaşlar” içinde Çinliler dışındaki HK vatandaşları yoktu. Zira bir seferinde, “Beyazlar, Hintliler ve diğerleri yüzünden HK’luluk değerleri yok oluyor” demişti. Milliyetçilik damarı aşikârdı ama galiba imanı sağlam biri değildi. Bir konuşmasında din adamlarına, “Bir gün olsun ter dökerek para kazanmamış asalaklar” diye sataştığını hatırlıyorum.

Bu “önemli adam”ın bir kırmızı çizgisi vardı: Sorguya çekilmek gibi algılıyor olsa gerek, soru sorulmasından hiç hoşlanmıyordu. Arada bir (takılmak için) soru soran olduğunda, “Konuşmamı dinle hepsini anlatıyorum” diye ayar veriyordu.

“Şemsiye Devrimi/Hareketi” günlerinde (26 Eylül 2014’te başladı) ilk bir iki gün kendi gündemine ait konularda nutuk atmaya devam etti. Katılımın arttığı ve protestoların yükseldiği o günlerden birinde o da konuya dâhil oldu; ama yanlış yerden. Bu “önemli adam” yanlış tarafta yer almıştı. Bir akşamüstü onun için daimi miting meydanı sayılan yerde “Şemsiye Devrimi Hareketi”nin Çin’in kışkırtması ve hareket liderlerinin de “Emperyalist Çin’in ajanları” olduğunu söyledi. O günkü konuşmasını bu iddia üzerine kurmuştu ki, saçmalamanın bu kadarı o sakin ve saygılı HK’luları bile çileden çıkardı. Gözümün önünde tartaklandı ve hakarete uğradı. Yere düştüğünde öylece bıraktılar. Yerden kalkmasına, toparlanmasına yardım eden kimse çıkmadı. Bir daha nutuk çektiğini görmedim, başka gören de olmadı. Kendisine HK halkını irşat etme vazifesi ihdas etmiş “özel yaratılmışlardan” olan bu “önemli adam”ın gururu kırılmıştı. HK’lulara büyük bir ceza kesti ve onları irşat etmekten vazgeçti. Ahaliyi kaderiyle baş başa bıraktı. HK halkını bilmem ama ben yokluğunu hissettim. Memlekette bu zatla aşağı yukarı aynı frekanstan konuşanları izlemediğim için o “eksikliği” bu “önemli adam”ın vaazlarıyla gideriyordum. Yeter ki “önemli adam” dinleyip feyz almak gibi bir niyetin olsun, gerisi kolay… Yine de, onun yokluğunu telafi etmek için memlekettekileri dinleme yoluna gitmedim. Yani o kadar da değil…

Geçenlerde trende gözüme çarpan bir gazete haberi “Kimsenin takmadığı ‘önemli adam’ artık yok” diyordu. Oysa o, HK’a nizamat verme aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Olmadı. Kadir bilmez HK milleti yüzünden misyonunu tamamlayamadan ayrıldı bu âlemden. Gazetenin haber görseli tam da onun tutarsız aklını yansıtıyordu: “Asalak dilenciler” diye sataştığı rahiplerden biri cenazesi yakılırken başında dua ediyordu…

21 Ekim 2017 Cumartesi

Müslüman müslümanın kardeşi midir?

01 Ekim 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Hint coğrafyası gençlerinden yaklaşık elli kişilik iki grubun bir caddede beyzbol sopası, demir çubuk ve bıçaklı kavgasında benim için en unutulmaz kare “Allahuakbar” diye bağıran dört kişilik gruptu. Önce uygar insanlığın dünyasını da kendi yaşadıkları o ilkellik cehennemine çevirmeye çalışan İslamcı militanların buralara da sıçrattığı bir kavga olduğunu düşündüm. Yanılmışım. Kavga edenler biri Hindistanlı, diğeri Pakistanlı iki mafiyöz grupmuş. Olan biteni olaya birlikte tanık olduğumuz, iki dili de iyi bilen (ki aynı dil sayılırlar) ve iki kültürü de tanıyan Pakistanlı (modern dindar) dostum Ali açıkladı.

Bunlar Hong Kong’da (HK) soygun, hırsızlık, narkotik madde satışı, korsan taksicilik vs gibi yasadışı işler yapan çete mensuplarıymış. “Allahuakbar” diye bağıranlar ise Pakistanlı din kardeşlerine karşı Hindu Hintliler safında kavga eden Hint Müslümanlarıymış. Bir çete hesaplaşmasında tekbir getirmelerine çok şaşırmıştım. Aslında hiç şaşırmamak lazım. Malum, insanlığın başına bela olan it-uğursuzların hep arkasına saklandıkları bir “dava”sı olur. Bu çetecilerin davası da bir nevi Hint milliyetçiliği. Ülkeyi böldükleri için Pakistanlıları hain olarak görürler. Tanıdığım Hintli Müslümanların çoğunun aklı o kadar ağır bir düşmanlıkla bilenmiş ki, Pakistanlıları Müslüman bile kabul etmek istemezler. Aynı şeyi Pakistanlılar da onlar için düşünür. Yani bir din kardeşliği ki o kadar olur…

Ali, başlıktaki söz için “Bu söz sıradan bir Müslümanın düşüncesi veya inancı değil (Siyasal) İslamcıların yaydığı bir politik yalan. Zira İslam ülkelerinin kiminle savaştığına bir bakın. Ya birbirleriyle savaşıyorlar ya da ülke içindeki mezhepler, tarikatlar veya aşiretler birbirini yiyor. Sıradan bir dindar böyle bir kardeşliğin söz konusu olmadığını bilir ve bu soruyla ilgilenmez. Kardeşlik bilinci oluşturmak insani gelişmişlik düzeyi yüksek toplumların harcıdır. Oysa İslam toplumları çok ilkel, geri durumdalar ve ağır bir cehaletle malüller. İslamcılığın elindeki din hayatı kuşattıkça bu ilkellik ve cehalet daha da artıyor, tıpkı Pakistan’da olduğu gibi. İslamcılık kardeşliğin değil kin, nefret ve düşmanlığın yani insan ruhundaki kötülüğün dilidir. Benim inancıma göre, İslamcılık, Şeytan’ın dilidir” dedi.

Konudan uzaklaşmak pahasına Ali’nin sözlerine bir dipnot düşmek istiyorum: İslamcı gericiler Şeytan’ı kendilerinde değil dışarıda ararlar. Böylece, insani-ahlaki olarak ne kadar düşkünleşseler de her daim “masum” kalırlar ve imanlarına halel gelmez. Yani Şeytan onları kandırmış ve mağdur etmiştir (hep aciz, hep mağdur). Onlar da Şeytan’ı suçlayıp temize çıkarlar. Bir de kurban kestilermi tamamdır, pirüpak oluverirler…

Ali, Pakistan’dan yaklaşık yirmi yıl önce yani İslami gericilik ülkenin üstüne kâbus gibi çökerken ayrılmış. Dolayısıyla, o kâbusun ülkeyi ne hale getirdiğine tanıklık etmiş. “Hükümet ve Taliban mollaları birlikte mahvettikleri ülke çöktükçe, insanlar yoksullaştıkça bir sürü cahil-yobaz molla aracılığıyla daha fazla din sattılar. Bunlar özellikle küçük yerleşim birimlerinde bütün hayatı kuşatıp yaşanmaz hale getirdiler. “Müslümanlar kardeştir” lafını onlardan da çok duyardım. Bırak kardeşlik bilinci oluşturmayı, toplumu bir arada tutan ve farklıklarla birlikte yaşamayı sağlayan bütün sosyal kurallara ve dokuya da ağır zarar verdiler. Komşular ve hatta yakın akrabalar arasında bile düşmanlık oluşmasına yol açtılar. Halk, İslamcılığın onları daha iyi bir yaşam, güzel ve güvenli bir gelecek talebinden uzak tutmak için boyunlarına takılan bir kement olduğunu artık anlamaya başladı. Çünkü bu ilkellik bütün hayatı çürüttü…” diyor.

Ali’ye göre, “Batı’da olan ama İslam dünyasında olmayan şey akıl. İslam dünyası akıl düşmanı. İnsan aklı özgürleşecek diye ödleri patlıyor. İslamcıların Batı’ya düşman olmasının nedeni uygar dünyaya duydukları derin hased. Çünkü Batı’ya karşı her açıdan yenik durumdalar ve bu yenilgi her gün daha da ağırlaşıyor. Batı bilim-teknoloji ve refah üretirken onlar halkı ahmaklaştıracak yalan ve ağır cehalet üretiyor”.

Ali, bir Atatürk hayranıdır. Bu konuda başvuru kaynağı sayılan bütün eserleri okuduğunu biliyorum. Bütün İslamcıların ağır bir “Atatürk hasedi”yle kıvrandıklarını söyler. Ona göre, “Aklı Taş Devri’ne ait İslamcıları bu Atatürk hasedi öldürecek”.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Kömür, çölleşme ve enerji…

13 Ağustos 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Çin, birkaç ay önce yirmi beş termik santralini kapatma kararı aldı ve çoğunu kısa sürede kapattı. Böylece, 2020’deki karbon salımı 2005’e göre yüzde 40-45 azalmış olacak. Kapatma nedeni olarak, “Çin’in Küresel Isınmayla ilgili anlaşmalara karşı sorumluluğu” açıklaması yapıldı. Bu “sorumluluk açıklaması” büyük ölçüde doğru sayılır. Fakat bir başka (bence asıl) neden daha var: Yayılan kuraklık ve onun yol açtığı çölleşme nedeniyle Pekin’i ve çevresini boğan toz (ve duman) bulutu.

Çin’in kömür yatakları ve termik santralleri ülkenin kuzey bölgesinde (Göbi Çölü çevresi) bulunuyor. Yani neredeyse akarsuyu olmayan, su yoksulu bölgede. Oysa kömür yakıtlı enerji üretimi çok su gerektiriyor. Bu bölgede kurulu santraller su ihtiyacını yeraltı suyundan karşılamış. Sonuç, yeraltı suyunun çok daha derine çekilmesi olmuş. Bunun çok belirgin iki sonucu görülmüş: (1) Civardaki göl ve akarsu kaynaklarının kuruması. (2) Yeraltı suyundan beslenemeyen bitki örtüsünün kurumasıyla çölleşmenin çevreye yayılması, toprağın hızla tozlaşması ve oluşan ince tozun Pekin ve çevresini toza boğması.

Yenilenebilir enerji kaynakları projesinde görevli bir akademisyen kömür santralleri konusunda şunları söylüyor: “En fazla elli yıl sonra dünyanın en stratejik kaynağı su olacaktır. Su zengini olmayan ülkelerin termik santral kurması büyük bir hatadır. Bu hatayı görmemek veya yatırımda ısrar etmek ise ahmaklıktır. Üstelik sadece su kaynaklarını kurutmak ve kirletmekle kalmaz, aynı zamanda, küresel ısınmanın da başlıca sorumlularındandır. Su zengini olmayan ülkelerin en öncelikli sorunu, su kaynaklarını titizlikle korumak ve nüfus artış hızını durdurmaktır”. Yani “En az üç çocuk için önce içecek su bul... ‘Allah verir’ demekle veya yağmur duasıyla su sorunu çözülmez” diyor…

Çölleşme
Kömür santralleri ve kömür çıkarmanın yol açtığı çölleşmenin ıslahı için hazırlanan proje birkaç ay önce uygulamaya konuldu. İlk olarak, Pekin ile bu bölge arasına beş milyon adet ağaç dikildi. Bu sayı her yıl artacak. Çinliler “Kendi kendine büyür” diyecek kadar lakayt olmadıkları için otomatik sulama sistemi kurulmuş.

Memlekette aç gözlü arkaik İslamcılar HES vs gibi talan projeleriyle ülkeyi çöle çevirirken, burada insanlar çölü tarım arazisine dönüştürmek için çaba sarf ediyorlar. Kısaca iki öykü aktarmak istiyorum:

Yirmi beş yıl içinde çölün yirmi hektarlık kısmını kendi çabalarıyla ağaçlandıran bir köylünün buradaki itibarını “hasbelkader zengin olan” Almanya bile kıskanabilir. Ağaçlandırmanın oluşturduğu mikro iklim değişikliği ile çölde arıcılık bile yapılabilecek yeni bitki örtüsü oluşmuş. Dolayısıyla, köylüler yeni bir gelire kavuşmuş. Bu naif ama anlamlı çabayı ÇKP, o fedakâr köylüyü onurlandırarak, “Yoksullukla mücadele programı” kapsamına aldı.

Gobi Çölünde Çin’in en önemli tarım ürünlerinden olan kırmızı darı yetiştirme çalışmaları yaklaşık bir yıldır devam ediyor. Çölde tarım yapmak…hayal gibi; ama gerçek. Birkaç yıllık araştırma sonucunda, Çinli bilim insanları çölde yetişen darı türü geliştirmeyi başardılar ve insanlığa armağan ettiler. On yıl içinde çöl bir darı çiftliğine dönebilir.

Enerji (ve balık)
Yapılan açıklamaya göre, Çin artık kömür santrali kurmayacak ve yenilenebilir ve “temiz enerji”ye yatırım yapacak. Ülkenin uygun olan her yerine güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri yerleştiriliyor. Güneş açısından zengin bir bölgede yer alan Cixi baraj gölü enerji üretimi açısından türünün tek örneği. Zemine çakılan yüksek ayaklar üzerine kurulan platform aracılığıyla gölün yüzeyi güneş panelleriyle kaplanmış. Yani bir hidroelektrik santrali aynı zamanda güneş enerjisiyle de üretim yapıyor. Bu göl çevre köylülerin balıkçılık yaptıkları geçim kaynağı. Yükseltici ayaklar köylülerin geçim kaynağına –balıkçılığa- zarar vermemek için çakılmış. Yapılan anlaşmaya göre, bu panellere karşılık köylüler artık göl için kira ödemiyorlar.


Bahsettiğim projeler memlekette ancak ülkenin ve insanlığın kaderini dert edinen uygar insanların duyarlılığı olabilir; fakat sonu iyi olmazdı. Örn. şu Cixi baraj gölü projesi Türkiye’de olsa, din eğitimiyle aklı hadım edilmiş arkaik İslamcılar o baraj gölünü kurutur ve ortasına da bir cami dikerdi. Yeter ki modern insanın aklına ve değerlerine düşmanlık etmek olsun… İnsanlığa önerebilecek hiçbir şeyi olmayan bu kötüler güruhu, insanı insan yapan değerleri ve güzel olan her şeyi de yok ederek var olmaya çalışıyorlar…

10 Ağustos 2017 Perşembe

Çin emperyalist mi oldu?

19.07.2017 tarihli BirGün gaztesinde yayınlanmıştır

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, 2016’da, Çin’in Cibuti’de kurmayı planladığı üs hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Büyüyen her güç gibi, Çin’in yurtdışına olan ilgisi de artmaya devam ediyor. Şu anda, tüm dünyaya yayılmış 30 binden fazla Çin firması var. Diplomasimizin en acil görevlerinden biri Çin’in yurtdışındaki çıkarlarını korumak ve sürdürmektir. Nasıl sürdürülebilir? Size açıkça şunu söylemek istiyorum: Çin asla geleneksel (emperyalist) güçlerin yayılmacı yolunu izlemeyecek ve hegemonya amacı taşımayacaktır. Biz, zamanın eğilimini (ruhunu) izleyen ve iki taraf açısından da memnuniyetle kabul edilen Çin’e özgü bir yol keşfetmek istiyoruz.”

Eski diplomat (yeni akademisyen) dostum Hua, yukarıda geçen “Çin’e özgü bir yol” ifadesini şöyle özetliyor: “Çin, emperyalizmin aksine, ülke kaynaklarının yağmasına değil kaynakların keşfedilmesine veya var olan kaynakların iyi değerlendirilmesine ve yaratılan zenginliğin adil paylaşımına dayalı bir model sunuyor.” Bu modelin, Çin’e kazandırdığı “Kaynak talancısı” kötü şöhreti dışında, bugüne kadar pek fazla sorun çıkarmadan işlediği söylenebilir. Bu kötü şöhretin nedeni, hammadde kaynakları yatırımcısı bazı Çin firmalarının bazı ülkelerde çevreye ve toplumun duyarlılıklarına dikkat etmeden, hoyratça faaliyet göstermeleridir. Afrika Kıtasından hammadde çıkaran/alan, bunun karşılığında mamul madde satan ve altyapı yatırımları dışında (en azından şimdilik) başka pek yatırım (sanayi) yapmayan Çin’in, “kaynak talancısı” şöhretini bu açıdan da hak ettiği söylenebilir. Çin’in bu durumun farkında olmadığını düşünmek o keskin ÇKP zekâsını hafife almak olur. Peki, Cibuti üssü Çin’in Afrika Kıtasıyla olan bu hafif pürüzlü ilişkilerinde ciddi bir farklılık yaratabilir mi? Çin sınırları dışında sanayi yatırımları yapmaktan uzak duran, ihracata dayalı ticaret (ve altyapı ve hammadde yatırımları) üzerinden kurulan ilişkiler nasıl ve ne kadar bir farklılık yaratır bilemiyorum. Bilimsel, teknolojik içerik taşımayan ekonomik ilişkiler bir tür çarşı-pazar ilişkisi sayılır ve kalkınmaya anlamlı katkı sağladığı görülmüş şey değildir (Şayet kalkınmadan sadece zenginleşmeyi ve yol-köprü yapmayı anlamıyorsak).

Yeni bir Hong Kong
Hükümet ve basında henüz pek dillendirilmese de, resmi ağızlarda Cibuti için “Doğmakta olan yeni bir Hong Kong (HK)” öyküsü anlatılıyor. Bu, HK, Çin ve Afrika’nın dört bir tarafından birçok firmanın bu serbest bölgeye akın etmesi demek. Yani, bir şey üretmeyen, ticaret ve finansla (ve tabii ki inşaatla) zenginleşen bir ülke. Afrika Kıtasının ihtiyacının tersine giden bir yol... Çin’in avuç içi kadar bir ülke olan Cibuti’ye son dört-beş yıl içinde bir yeni liman, iki yeni havaalanı, Etiyopya-Cibuti demiryolu, su, gaz ve petrol boru hattı vs projelerinden oluşan on beş milyar dolarlık yatırım yaptığı belirtiliyor. Şimdilik tek şubesi Cibuti’de açılan Silkroad International Bank (Uluslar-arası İpek Yolu Bankası) için aktarılması planlanan sermaye buna dâhil değil. “Deniz İpek Yolu” faaliyete geçtiğinde bütün Ortadoğu (İran ve Pakistan dâhil) ve Afrika Kıtası Çin malları almak için Cibuti’ye akacak. Her gün milyonlarca doların aktığı yeni bir Hong Kong doğacak, anlatılan öykü kısaca bu.

Önümüzdeki yıllarda yatırımların artması ve zenginleşmenin Afrika Kıtasının içlerine doğru da yayılması bekleniyor. Bir Çinli akademisyenin ifadesiyle, “Cibuti, Çin’in Afrika Kıtasıyla karşılıklı ekonomik ilişkilerini geliştirmek için ayak bastığı yer”dir. Karşılıklı ekonomik ilişkileri geliştirecek ve zenginleşme sağlayacak araç ise “Deniz İpek Yolu” projesi. Bu kadar hazırlık ve gürültü de zaten öncelikle onun için.

Cibuti’de kurulan tesis bildiğin askeri üs; ama bu ifadeyi kullanmamak için büyük özen gösteriyorlar. Bunun yerine, “Bölgede uluslar-arası görev gücündeki Çin askerleri için bir lojistik destek tesisi” demeyi tercih ediyorlar ve “Büyük ölçüde sivil amaç güttüğünü” de mutlaka ekliyorlar. Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, “Ayrıca, bu üs Cibuti’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda bulunacak” demesi gibi… Üssü tanımlarken ortaya çıkan kafa karışıklığı ve birbirinden farklı amaçlar ifade etmeleri “emperyalist amaçlar gütmekle” damgalanmak korkusundan kaynaklanıyor.

“Emperyalist niyet” ÇKP’nin çok hassas olduğu ve her kongrede lanetlediği bir konudur. Bu üs hakkında her konuşan-yazan Çin’in böyle bir niyet taşımadığını anlatmak için ciddi mesai harcıyor. Örn. bir uzman-akademisyen şunları söylüyor: “Çin’in dış politikasını yanlış yorumluyorlar. Çin’i, emperyalist amaçlar güden ve bu yüzden ABD ile nüfuz kavgası yapan-köşe kapmaca oynayan bir ülke olarak anlayanlar ve anlatmaya çalışanlar ciddi bir hata yapıyorlar. Çin’in ABD’nin küresel düzeyde askeri üs kurma modelini izlemeyi ya da diğer ülkelerin içişlerine karışmayı planladığını söylüyorlar. Cibuti’deki tesisler, Çin’in Afrika’daki ekonomik çıkarlarını korumak ve bölgesel barışın korunmasına yardımcı olmak içindir, başka bir amaçla değil. Çin sorumlu bir küresel güç gibi davranmaya çalışıyor ve bunu öğrenmeye henüz başladı.”

Nereden çıktı bu askeri üs
Öncelikle, “Deniz İpek Yolu” projesi yüzünden çıktığını söylemek gerekiyor. Bu proje, ticaret yollarını güvence altına almayı, hammadde taşıyan Çin gemilerinin sorun yaşamadan seyahat etmesini sağlamayı, Çin ürünlerinin Aden Körfezi’nden güvenle geçerek Avrupa limanlarına ulaşmasını amaçlayan geniş bir deniz altyapı ağından oluşuyor.

Üs projesinin geçmişini anlamak için Mayıs 2015 tarihli “Askeri Stratejisi Belgesi”ne bakmak gerekiyor. Bu belge, “Çin’in büyük şahlanışını sürdürmesi, Çin rüyasını gerçekleştirmesi ve ulusal güvenlik ve çıkarları, güvenli deniz yollarıyla sağlanan hammadde akışına ve küresel ekonomik istikrara bağlıdır… Çin’in ulusal güvenlik ve kalkınma çıkarlarıyla orantılı modern bir deniz gücü geliştirmesi, ulusal egemenliğini, deniz hakları ve menfaatlerini koruması, stratejik deniz güvenliğini sağlaması gereklidir. Kara gücünün deniz gücünden daha ağırlıklı olması gerektiğini kabul eden geleneksel askeri zihniyet terk edilmelidir” diyor.

Bir emekli general prof., bu belgenin meali sayılabilecek şu değerlendirmeyi yapıyor: “Günümüzde Çin ekonomisi geçmişe oranla çok daha ihracat odaklı ve ekonomik çıkarlarımız dış dünyaya yayılmış durumda. Sonuç olarak, Çin, denizyollarının, denizaşırı kaynakların ve Çin vatandaşlarının güvenliğini sağlamalıdır.” Bu general, Cibuti üssünü “Lojistik destek tesisi” olarak değil “Askeri üs” olarak anıyor ve “Geçmişte, asla bir denizaşırı üs inşa etmeyeceğimizi söyledik ancak şimdi bir tane inşa ettik. Neden? Çin, ABD’nin hegemonya kurma politikasını taklit mi ediyor? Hayır. Değişen uluslararası güvenlik durumuna uygun olarak Çin’in denizcilik çıkarlarını korumak gerekiyor.” Görüldüğü üzere, anahtar kelimeler, “ülke çıkarlarını korumak” ve ÇKP için lanetli bir kavram olan emperyalizmi yani “hegemonya kurmayı” reddetmek.

Başlıktaki soru
Çin Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasına, “Askeri Stratejisi Belgesi”nde bahsedilenlere ve generalin söylediklerine bakarak, düz bir akıl yürütmeyle, başlıktaki soruya “Evet” cevabı verilebilir. Ne de olsa Pentagon (bir anlamda, ABD Askeri Stratejisi Belgesi-böyle bir belge varsa) ve ABD’li generaller ve politikacılar da Suriye’de veya dünyanın başka ülkelerinde/ bölgelerinde bulunma nedenleri için benzer şeyler söylüyorlar. Sanırım burada üzerinde durmamız gereken nokta bir yerde bulunmaları değil orada neden, nasıl ve hangi amaçlarla bulundukları ve ne yaptıklarıdır. “Çin’in Cibuti’de hangi amaçla bulunduğu”na ilişkin kuşkular hakkıda tatmin edici cevabı önümüzdeki beş-on yıl içinde alacağımızı düşünüyorum. Şimdilik şunu söyleyebilirim: Çin, ABD ve Japon emperyalizminin denizden ve çevre ülkelerdeki üslerle kuşatmaya çalıştığı (ama başarısız olduğu) sınırları, kendi sınırlarının çok uzağına doğru genişletti. Bundan sonra, ABD-Japon emperyalizmi Çin ile uğraşmak için İpek Yolu Projesiyle de uğraşmak zorunda kalacaktır. Bu, emperyalizme meydan okumak veya nüfuz savaşına girişmek midir? Sanmıyorum.

4 yanıt verilebilir
Sonuç olarak, “Çin Cibuti’de ne arıyor?” sorusuna karşılık olarak şunlar söylenebilir:


1. Deniz İpek Yolu’nun güvenliğini sağlamak. Çin’in denizyolu konusundaki dikkati körfez, kanal gibi gemilerin seyahatine sorun çıkarabilecek bölgelere dönüktür. Dolayısıyla Cibuti üssü, Süveyş kanalından geçişi garantiye alacaktır. Bölgede korsanlarla mücadele de konunun bir diğer boyutu.

2. Zaman içinde Afrika Kıtasının büyük bölümüne uzanabileceği bir ticaret üssü kurmak.

3. Afrika Kıtasında yaşayan ve çalışan bir milyon Çinli ve binlerce Çin firmasının güvenliği için bir adım atmak.

4. Petrol kaynaklarına yakınlık. Dolayısıyla, enerji kaynaklarını güvenceye almak. Bir ABD’li eski diplomatın “Enerji kaynaklarının yukarısında (Akdeniz) Rusya, aşağısında Çin” şeklindeki değerlendirmesi, biraz spekülatif olmakla birlikte, bence dikkate almaya değer.

11 Temmuz 2017 Salı

Haydudu sefile dönüştüren yürüyüş: “Uzun Yürüyüş”

25 Haziran 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Hakkında yüzden fazla film çekilen ve binlerce kitap yazılan “Uzun Yürüyüş” Çin devriminin en destansı dönemidir. Sadece haklı ve doğru tarafta olduğunu bilenlerin verebileceği insanüstü mücadelenin, bir direnişin ve umudun destanıdır.

Bu yürüyüş, Jiangxi (Ciangşi) eyaletindeki Kızıl Ordu birliklerinin buradan Shaanxi (Şensi)’ye geri çekilirken yaptığı bir yıl süren yürüyüştür. Bu grupta yer alanlar, kızıl ordunun 90 bin kişilik asıl savaşçı birlikleri, seçkin komutanlar ve ÇKP’nin siyasi lider kadrosudur (örn. Mao, Zhou En-Lai ve birbirini izleyen iki Kızıl Ordu komutanı Zhu De ve Lin Biao).

Mao’ya göre, bu geri çekilme, “Doğru yerden başlamak için bir mevzi değiştirme” yürüyüşüdür. O doğru yer, ilk yerel iktidarı kurdukları Rusya sınırına yakın olan Şensidir. Bu bölgenin yakınları (Mançurya) Japonya’nın işgaline uğramıştır. Komünistler Japonya ordusuna karşı savaşmakta ve halktan büyük destek bulmaktadır. Dolayısıyla, bu bölgede iyi ve sağlam bir örgütlülük söz konusudur.

Mao’nun “Uzun Yürüyüş”ü önermesinin nedeni, Guomintang (Çin Milliyetçi Partisi) lideri General Çan Kay-Şek’in komünistleri yok etmek için düzenlediği büyük saldırılardır. Bu saldırılarda bir milyondan fazla sivil toplu katliamlara uğramıştır. Mao’nun sıkça “haydut”, “önünü görmekten aciz ahmak” diye andığı Çan, Alman faşizminin sınırsız askeri desteğine sahiptir. Hem kendi sağcılığı hem de ona danışmanlık yapan Alman subayların yönlendirmesiyle, Japonlar Çin’i istila ederken o muhalifleri (komünistleri) asıl düşman görmekte ve bütün orduyu onları imha etmek için kullanmaktadır. Mao’ya göre, “Ülke elden giderken, büyük bir yıkıma uğrarken, o iktidarını sağlamlaştırmak isteyen ahmak bir hayduttur”.

Çan’ın beşinci saldırısı komünistleri tümden imha etmeyi amaçlayan o güne kadarki en büyük saldırıdır. Mao’nun gözlemi, güneydeki birkaç büyük bölgede bu kuşatma ve imha saldırılarına karşı verilen savunma savaşlarının bir kör dövüşüne dönüştüğü yönündedir. Dolayısıyla, kazanmak için oyunu değiştirmek gerekmektedir. Mao’nun önerisiyle geri çekilme kararı alınır (16 Ekim 1934). Kuşatmayı yarmak için Guomintang birliklerine hiç beklemedikleri bir anda saldırıp bozguna uğratırlar. Böylece, on bin km’lik zorlu yürüyüş başlar. Oysa iki eyalet arası kuş uçuşu bin km’den biraz fazladır. Fakat düşmanın hava saldırıları ve iyi tahkim ettiği bölgelerden geçmek ağır kayıplara yol açtığından rota daha güvenli bölgelere doğru değişir ve “Uzun Yürüyüş”e dönüşür. Ormanlardan, insanı yutan bataklıklardan, azgın nehirlerden, sarp ve karlı dağlardan geçerler, birçok noktada düşmanla savaşırlar ve “doğru başlangıç noktası”na ulaşırlar.

Shaanxi’ye vardıklarında sayıları 90 bin kişiden 20 bin kişinin altına düşmüştür. Geçtikleri yerlerde halkı örgütlemek için bıraktıkları küçük birliklerin sayısı da 20 bin kişi kadardır. Ordunun yarıdan fazlası yol boyunca yapılan savaşlar, ağır doğa koşulları nedeniyle kaybedilmiştir. Fakat ordunun çelik çekirdeği ve partinin siyasi önder kadrosu Shaanxi’ye ulaşmıştır.

Bu yürüyüşü sonunda bir zafere ve “haydut”un yıkımına dönüştüren şey, Mao’nun deyişiyle, “Komünistlerin geri çekilirken büyümesi, umudu büyütmesidir. Kızıl ordu geri çekilirken halk komünistlerin safına doğru ilerlemektedir”. Mao’nun anlattıklarına göre, “Halk, Kızıl Ordu hakkında çok az şey bilmesine rağmen, bir şeyi çok iyi biliyordu. O da yoksul halkın ordusu olduğuydu. Toprak ağalarının ve zalim vergi memurlarının cezalandırılması, toprakların halka dağıtılması, vergilerin kaldırılması ve karaborsacı tüccarların sakladığı gıda maddelerinin açlık çekmekte olan halka paylaştırılması nedeniyle halk arasında ‘Adaletin Ordusu’ adını da almıştı. Bu ordu, umudun ordusuydu ve umut sonunda mutlaka kazanır. Halkın umudunu diri tutmayan bir hareket varlık nedenini de kaybeder.”


Japonya’ya karşı birlikte savaşan komünistler ve Guomintang arasında Japonya yenildikten bir süre sonra tekrar iç savaş başlar. Kızıl Ordu, 1934’te büyük zorluklarla Kuzey’e geçtiği Yangtzi nehrini 1949’da bu defa Güney’e doğru geçer. Bu geçiş aslında zaferin ilanıdır. Kızıl Ordu nehri geçtiğinde, “Haydut” Çan Kay-Şek, Guomintang’ın başkenti Jiangxi’den kaçarak ülkeyi terk eder. Mao’nun ifadesiyle, “Her haydudun sonu bir sefile dönüşmektir”.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Bir Çin öyküsü: İpek Yolu

21 Mayıs 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in “Kuşak ve Yol Forumu”ndaki açılış konuşması, Çin devlet aklının uluslar arası toplantılarda yaptığı her konuşma gibi çok güzel ve etkileyiciydi. Sanki dostluk ve işbirliği üzerine yazılmış bir Çin öyküsü gibiydi. Yani uzandığı her ülkenin refahına anlamlı katkı yapmasını, dostluk köprüleri kurmasını ve ülkeleri, halkları ve kültürleri birbirine yakınlaştırmasını umut ettikleri İpek Yolunun öyküsü.

İpek Yolu deyince çoğumuzun aklına Çin’de Xian (Şian)’dan başlayıp Fransa’ya kadar uzanan bir tarihi karayolu güzergahı gelir. Oysa bir de denizden giden bir İpek Yolu rotası var. Çin çok erken zamanlarda büyük gemiler yapabilmiş bir ulus ve önemli denizcileri var. Bu ticaret gemileri ve usta denizcileri sayesinde “Deniz İpek Yolu” ortaya çıkmış. Bu usta denizcilerden biri, yolun tarihine göre geç sayılabilecek bir dönemde yaşayan fakat denizyolu ticareti ve denizciliğe önemli hizmetleri olan ve açılış konuşmasında Xi’nin adını andığı Müslüman Çinli denizci Zheng He (1371–1433). Hani şu “Amerika kıtasını ilk Müslümanlar keşfetti” masalına adı karıştırılan büyük denizci ve kâşif. Karadan giden İpek Yolu eski güzergâhı hemen hemen birebir izleyerek inşa ediliyor. Fakat denizden giden yolun izlediği rota epeyce değişmiş. Eski rota, Ümit Burnundan geçerek Afrika kıtasını dolaşıyor ve Cebelitarık’tan Akdeniz’e (ve oradaki Avrupa limanlarına) uzanıyor. Yeni rota ise, (Kızıldenizi izleyerek) Süveyş kanalından geçip Akdeniz’deki Avrupa limanlarına ulaşıyor. Anlaşıldığı kadarıyla, merkez üs Yunanistan’ın Pire limanı olacak. AB bağlantısının lojistik üssü Yunanistan olacak gibi duruyor.

Bu “Kuşak ve Yol” projesi Çin açısından sadece İpek Yoluyla sınırlı değil. Bunun yanı sıra, Çin’in Asya’ya, Afrika’ya ve Rusya-Finlandiya üstünden Kuzey Avrupa’ya uzanmayı planladığı altı yol-kuşak daha var. Hepsi bir arada düşünüldüğünde, Xi’nin açılış konuşmasında anlattığı öykü, Asya’nın neredeyse tamamını ve dünyanın büyük bir bölümünü sarmayı amaçlayan bir hamlenin öyküsü. Geçenlerde Halkın Günlüğü gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısında, “Çin entegrasyon arayışı içindeyken, ABD askeri yayılma peşinde” diye anlatılan o arayışın öyküsü.

Ekonomik ve siyasi ilişkiler ayrımı

Bu “entegrasyon arayışı” tabii ki bir ekonomik entegrasyon. Emperyalist niyet taşımadıklarını her parti kongresinde mutlaka vurgulayan ve dış dünyaya da her fırsatta anlatmaya çalışan Çin (bence bu konuda samimiler), emperyalizmin-emperyalist niyetlerin az gelişmiş ülkeleri siyasi ilişkiler yoluyla kuşattığını düşünüyor. Buradan hareketle, ekonomik ve siyasi ilişkileri birbirinden ayrı konular olarak ele alıyor ve ülkelerin siyasi işleriyle ilgilenmekten uzak duruyor. Tek tek ülkelerle kurdukları ilişkilerde bu politikanın bu güne kadar pürüzsüz yürüdüğü söylenebilir. Fakat emperyalizmin hegemonyasına çizik atan, çok sayıda ülkenin yer aldığı bu kadar büyük bir projeye orta-uzun vadede siyasi ilişkilerin de dâhil olmasından Çin’in nasıl uzak duracağı benim akıl erdiremediğim bir konu. Bu konuda ÇKP’nin nasıl bir cevabı olduğunu henüz bilmiyorum. ÇKP’nin, Marksizm’in “Altyapının belirleyiciliği” tezini (pragmatizm adına) tahrif ederek oluşturduğu “Ülkeler arasında karşılıklı kazanca ve birlikte gelişmeye dayalı ekonomik ilişkilerin yükselen düzeyi kültürel ve siyasal farklılıkları esnetir, önemini azaltır ve birbirine yakınlaştırır” tezi işler mi bilmem. Şayet işlerse, kimi kime yakınlaştırır/benzetir? Belki de sistemlerin zaman içinde bu “karşılıklı gelişme modelini” öneren Çin’le yakınlaşırlar, belki de ortaya başka bir yakınlaşma modeli ve gerçeği çıkar, (in’in müdahalesi olmadan...

13 Nisan 2017 Perşembe

Fabrika kızları

05 Mart 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Artık doksanlı yaşlarını süren bu eski Kızıl Ordu neferi, torununa (Lijuan), “Bu beyaz adamla mı evleneceksin” diye sordu. Sözleri ve yüz ifadesi sanki “Bir Çinli bulamadın mı” der gibiydi. Lijuan, “Büyükbaba, o beyaz adam dilimizi biliyor. Buraya seninle tanışmak için geldi. O bir komünist. Senden devrimi ve Mao’yu dinlemek istiyor” deyince, yaşlı yoldaş biraz duruldu. Çok uzaklardan bir yoldaşla karşılaşmaktan duyduğu mutluluk görülmeye değerdi. Yıllardır tanıdığı bir sıkı dostuyla konuşur gibi “Bahçeye çıkalım” dedi ve ara verdiği fidan dikme işine birlikte devam ettik. Bu altı fidan iki yıl sonra meyve verirmiş. Meyvelerini yemeğe gideceğime dair de söz aldı.

Bir taraftan fidan dikip diğer taraftan savaş-devrim anılarını anlatırken, bir ara verdi ve “Onun için üzülüyorum. Artık evlenecek bir erkek bulması zor. Otuz yaşını bile geçti. O çok iyi ve güzel bir kız, onunla evlen. O bir erkeğin kalbini kazanır ve mutlu eder” dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Daha iki saat önce adeta “Bu beyaz adama mı kaldın, bir Çinli bulamadın mı” diyen yaşlı yoldaş şimdi torunuyla evlenmemi salık veriyordu. “Onun bir sevgilisi var. Yakında evlenecekler. Onun için üzülme. Devlet sevgilisini bir yıllığına yurtdışına gönderdi. O yüzden gelemedi. O önemli bir adam” dedim. Bunu Lijuan’dan duysa belki kuşku duyardı ama bir yoldaşından duyduğu için olsa gerek inandı. Bu yaşta bir dostun yüzüne yansıyan o mutluluk ifadesini görmek çok güzel…

Oturduğu yerden sanki sayıklar gibi, “Fabrika kızları” dedi. Ben lafın gerisini beklerken, o eliyle sırtımın dönük olduğu tarafı işaret etti. Bahçe kapısından giren üç genç kadından söz ediyordu. “Lijuan’ın arkadaşları” dedi.

Bu genç kadınlar (daha sonra başkaları da geldi) Lijuan’ın köyde birlikte büyüdüğü, çocukluk arkadaşları. Nice profesörü kıskandıracak kadar düzgün ve güzel ifadelerle konuşan bir genç kadın “Hepimiz yoksulduk. Eğitime devam etmemiz çok zordu. Okulu (Lise) bırakıp fabrika kızı olduk” diye özetledi. İkinci kez duyduğum “Fabrika kızı” ifadesi aklıma Alpay’ın aynı adlı şarkısını getirdi (Aralarında tütün fabrikasında çalışan yokmuş). Laf dönüp dolaşıp bir şekilde Lijuan’ın halen evlenmemiş olmasına geliyor. Bir iki arkadaşı Lijuan adına üzülse bile, çoğunluğu takdir ediyorlar. Konuşmasına ve bakış açısına hayran olduğum o genç kadın, “Büyüklerin ona bulduğu bir erkekle değil kendi bulduğu/sevdiği bir erkekle evlenecek. Ben on yedi yaşımda anne oldum. Bir gün büyükler, evlenmem için birini bulduklarını söylediler. Ne diyeceğimi bile bilmiyordum. Başıma geleni anlayamadım. Şimdi kızım benim evlendiğim yaşta. O, fabrika kızı olmayacak ve kendi bulduğu bir erkekle istediği zaman/yaşta evlenecek” dedi.

Bu hikâye “Çin Yeni Yılı” tatilinde geçiyor. Her yıl bir arkadaşımın davetiyle aile buluşmasına misafir olurum. Bir gün bütün aile, aile büyüklerinin evinde toplanır. Günün öğleden sonrası neredeyse gece yarısına kadar yemek ve çay masasında geçer. Konuşulmadık bir şey kalmaz. Konuşmaların başlıca konusu, iş-kazanç ve ailenin gençleri (yani evlilik) olur. Anlaşıldığı üzere, bu yıl Lijuan’ın ailesine konuk oldum.

Bu aile buluşmalarında, evlilik çağına gelmiş gençlerden evlenecekleri erkek/kadını aile ile tanıştırmaları beklenir. Yaşlı yoldaşın beni müstakbel damat sanması da bu yüzden. Gençlerinin evlenecek birini bulmuş olması aile büyükleri için de gurur vesilesidir. Çevreye, eşe-dosta gurur duyarak anlatabilecekleri bir şeydir. Yirmi beş yaşında bir bekâr genç kadın ve otuz yaşında bir erkek için aileleri ciddi endişe duyar. Bu yaşlar evde kalma yaşı sayılır.

Kapitalist dönüşüm süreci ve kentleşme-kente göçün getirdiği sosyo-kültürel değişimden bu gelenek de payına düşeni almış ve epeyce tavsamış. Eğitimli, kentli gençlerin bu gelenekle bağlarının gevşediği bir gerçek olmakla birlikte, geleneksel aile rolleri öyle yirmi otuz yılda kolayca değişmez, malum. Yani bekâr çocuklar üstünde bir şekilde evlilik baskısı hissettirirler. Geleneksel Çin toplumunda evlilik yaşında bir gencin bekâr olması aile için gurur kırıcıdır. Hele evlilik yaşını aşmış bir erkek/kadın aile bir utanç sayılır. Bazı kentlerde büyüklerin çocukları hakkında tanıtıcı bilgiler (bir nevi CV) içeren duyurular astıkları yerler var. Buralarda çocukları için uygun eş adayı arıyorlar. 

23 Ocak 2017 Pazartesi

Çin usulü kadın intikamı

22 Ocak 2017 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Hayatında başka bir kadın olduğunu ve boşanmak istediğini söyleyen bir erkekten ayrılmanın iki yolu olduğunu bilirdim: Barışçıl bir ayrılık veya olay çıkarmak. Fakat burada (Çin) bir üçüncü yol daha varmış, ben de yeni öğrendim. Bu yazı işte o üçüncü yolu seçen yani kocalarının metreslerini döverek intikam alan kadınların hikâyesi. (Bu arada, metres onayladığım bir ifade değil. Orijinaline sadık kalmak için mecburen kullanıyorum.) Aslında, bu işin öncüsü olan ve medya’da “metres katili” olarak bilinen Zhang’ın kendi ağzından hikâyesinin özetlenmiş hali (başka bir yazının ön hazırlığı). Buyurun okuyun:

“Bir gün kocam başka bir kadınla görüştüğünü ve boşanmak istediğini söyledi. Bunu duyunca bir hafta kanepede kıvrılıp kaldım. Biraz toparlanıp sendeleyerek dışarı çıktığımda, bütün saçlarım ağarmıştı ve insanlar on kilodan fazla zayıfladığımı söyledi. Bir hafta düşündükten sonra intikam almaya karar verdim. İntikam planları ile meşgulken bir yaşlı kadınla tanıştım. Kadın, damadının kendine bir metres bulduğunu, kızının bu duruma çok üzüldüğünü ve birkaç defa intihara kalkıştığını söyledi ve yardım istedi. Yaşlı kadına kızıyla iki gün sonra görüşmek için söz verdim ama kız bu arada intihar etti. Kadına ‘Damadını neden mahkemeye vermediniz’ diye sordum. Kadın, ‘Elimizde zina yaptığına dair hiçbir kanıt yoktu. Davayı kazanamazdık’ diye cevapladı. Erkeklerin evlilik dışı ilişkileri hakkında delil toplayan bir ajans kurma fikri aklıma işte o zaman geldi. O yaşlı kadına ‘Bu adamları acımasızca yok edeceğim, söz veriyorum’ dedim.

Yeni psikoterapi ekolü: Metres sopalama
Aldatılan/terk edilen kadınlar kocasının metresine karşı büyük öfke duyuyorlar. O metresleri buluyoruz ve fırsat yakaladığımızda dövüyoruz. Metresleri dövmek aldatılan kadınların kaygı ve duygusal acıdan kurtulmalarını sağlıyor ve sağlığına kavuşmalarına yardımcı oluyor. Kocasının metresini döven bir arkadaşımızın nefes alma sorunu iyileşti ve artık nefes darlığı çekmiyor. Dövmeye cesaret edemeyen kadınlarda yemek borusu kanseri, rahim kanseri, akciğer kanseri gelişeceğine inanıyorum. (Ruhun şad olsun Bergamalı Galen.)

İlk defa bir kadını bir başka aldatılan kadına yardım etmek için dövdüm. Kocasının metresini caddenin ortasında dövmeye başladık ve trafik kilitlendi. Bir sürü insan dikilmiş bizim o kadını dövmemizi izliyordu. Kısa bir zaman sonra polis geldiğini gördüm ve hemen onlara doğru gidip ‘bu kadın arkadaşımın kocasını ayartıyordu’ dedim. Polis, ‘Tamam, biz burada ne olduğunu görmedik’ dedi. Bu ‘Bakın işinize’ demekti ve biz de kadını dövmeye devam ettik. Eylemlerimiz medyada fazla yer almaya başlayınca, eyalet hükümetleri ‘metres dövme eylemleri’ne dikkat kesildiler ve birkaç arkadaşımız tutuklandı. Yani polis artık eski günlerdeki gibi değil. O eski günleri çok arıyorum.

Savunmasız kadınlar
Her gün benden yardım isteyen yüzden fazla kadından telefon alıyorum. Geçen on yılda yüzlerce durumun araştırmasına yardım ettik. İş arkadaşlarımdan Tang da berbat bir evlik geçirmiş. Ailenin ekmeğini kazanan kişiymiş. Bütün parasını kocasının lokantasına yatırmış. İşler düzelince kocası boşanmak istemiş ve boşanma davası sonunda mahkeme oturdukları evi de kocasına vermiş. Mahkeme sizden delil istiyor ama delili nasıl bulacaksınız? Yasalar sizi korumakta yetersiz kalıyor ve polis delil bulmanıza yardım etmiyor. Sonunda, Tang ve ben kocasının onu aldattığına dair yeteri kadar delil topladık ve mahkemede eski evini geri aldık.

Evimi kocasının evden attığı kadınlarla paylaşıyorum. Güçlü olduğumu düşünüyor ve bana güveniyorlar. Fakat kalbim bana ‘kadınların kırılgan olduğunu’ söylüyor. Çünkü kadınlara yanlış şeyler öğretiliyor. Kızım daha küçükken ben bile ona kocasının kalbini nasıl kazanacağın öğrettim. Çinlilerin geleneksel yetiştirme tarzına göre, erkeğe ilgi göstermek için çoğu zaman bir anne rolü oynamanız gerekir. Bazı isteklerde bulunmak istediğinizde ise bir metres rolü oynamalısınız. Neyse ki kızım beni dinlemedi.


Artık ülkenin ipini kopardığını düşünüyorum. Sorunun kaynağı işte bu ahlaki erozyon. İnsanların çalışma gruplarına ayrıldığı, aile sorunlarına el atıldığı ve evlilik dışı ilişki yaşayan erkeklerin cezalandırıldığı Mao’nun döneminde yaşamış olmayı çok isterdim”.