30 Ağustos 2015 Pazar

Çin rakısı

30 Ağustos 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlamıştır


Mevzu Shenzen'de geçiyor... Ralf ile oteldeki odalarımıza çıkmak için bindiğimiz asansörde konuşmalarından bir düğüne geldikleri belli olan ve alkolün orta karar güzelleştirip epey neşeli ve sevimli yaptığı üç genç kadın da var. Aralarındaki eğlencenin malzemesi ben ve Ralf. İçlerinden birisi, “Ben kocamı buldum. Karşımdaki batılı adamla (ben) evleneceğim” dedi. Bir diğeri, “Ben de öbürüyle. Gelinliğimizi giyelim ve kocalarımızla düğüne inelim” diye eğlenceyi sürdürdü. Böyle pür neşe olduklarına göre, belli ki çok eğleniyorlar. Şahane bir alkol güzelliği…

Ralf’e, “Seninle evlenmeyi düşünüyor” dedim. Kocaman bir kahkaha attı ve “Karım beni mahveder” dedi. Ralf’i gözüne kestiren genç kadına döndüm ve “Evli olduğunu söylüyor” dedim. Verdiği tepki bir genç kadının alkol güzeli kafayla ne kadar şaşırabileceğinin resmi gibiydi. Şaşkınlıktan bakışları bir an dondu, yüzüne mahcup bir gülümseme geldi ve elleriyle yüzünü kapatıp arkadaşlarına “dilimizi biliyor” dedi, “Hay böyle şansın…” dercesine. Bana göz koyana dönüp “Ben evli değilim ama bu konuyu yarın sabah konuşalım” dedim. İnecekleri kata gelince eğlence bitti. Asansörden koluma sırayla birer şaplak atarak indiler, “Eğlencemizi böldün ve bizi utandırdın” der gibi.

Alkolle böyle sarmaş dolaş olan insanları burada ancak düğün, kutlama gibi özel günlerde görebilirsiniz. Yoksa Çinliler için pek alkol sever insanlar diyemem. Sosyalleşme ortamlarında bazen bir iki bira veya biraz şarap içtikleri olur. Pahalı olduğundan değil; alkolün de sosyalleşmenin ve eğlencenin bir parçası veya aracı olabileceğine dair gelenek-kültür oluşmadığından. Yoksa buranın nefis biraları ve şarapları su kadar ucuz desem yeridir. Bu açıdan şanslı sayılırız. Ne de olsa başımızda içki içenlerden (aslında, laik, çağdaş insandan) ölesiye nefret eden ve onlara kötülük etmek için alkole yüzde seksen vergi bindiren bir arkaik siyasal İslamcı kafası yok. İlkel islamo-faşist akıl alkole yüzde seksen vergi koyunca, herhalde haram olan alkolden alınan verginin/payın da helal olduğunu sanıyor. Böylece, o haramdan alınan pay ile cami yaptırabilir ve içinde ibadet edip sevap kazanabilirsin, Kuran ve mealini bastırabilir ve hatta Kâbe’ye yardımda bulunabilirsin.

Neyse, ben konuya döneyim. Zira rakı gibi insanlığa güzellik sunan bir mevzuda “nefret sarhoşu” bir kötülük abidesinin yeri yok. Çinliler için alkol sever insanlar sayılmazlar dedim; ama bunun bir istisnası var: İç bölgelerden geçen nehirlerin boylarındaki balıkçı köyleri. O bölgelere yaptığımız bir gezide arkadaşım balıkçılarla içki içmemem konusunda beni uyarmıştı. Haklıymış. Şeker kamışından/pirinçten elde ettikleri alkolü sek içiyorlar. Meze ise kurutulmuş balık. Alkol oranı bence yüzde altmışın üstünde olan bu içkiden bir yudum aldım ve nefesim kesildi. Kendime gelebilmek için kurutulmuş balıktan bile yedim, o kadar yani.

Buradaki ilk yıllarımda en çok özlemini çektiğim şeylerden biri de rakıydı. Rakıyı az içerim ama çok severim. Günün akşama döndüğü o melankolik saatlerde iki duble atmazsam o günü eksik yaşanmış sayarım. Sonunda, tedarik etme zorluklarından bezdim ve kendim yapmaya karar verdim. Epey zor oldu ama uğraştığıma değdi. Seksen altı yaşında bir Çinli ustanın yaptığı bakır imbikle içimine doyum olmaz rakılar yapmayı başardım. Hem de ne rakılar; içen Türk dostlara “Rakı buysa, memlekette içtiğimiz o şeyler ne peki” dedirten, zerre kadar çiğ alkol kokusu ve tadı olmayan rakılar… “Çin rakısı” adını verdiğim (ve ne yazık ki memlekette bulamayacağınız) rakılar…

İlk başlarda, bilmedikleri bu içkiye kuşkuyla bakan Çinli dostlar zamanla “Çin’e özgü çilingir sofrası” kurabilecek kadar iyi birer rakı dostu oldular. Bunlar ortalama içki kültürü olan ve “Rakı bir başka” diyen insanlar. Su katınca beyazlaşan bir içki ve içerdiği aroma onları büyüledi desem abartı olmaz. Özellikle arkadaşım ince belli çay bardağı ile adeta bir bitki çayı içer gibi içiyor. Öyle bir süzerek, o kadar keyifle yudumluyor ki, onu gören bir Çinlinin rakıya daha içmeden meftun olması işten değil.

Neyse, burada gün akşama dönüyor, haydi sağlığa…

18 Ağustos 2015 Salı

Altın lotus ayaklı kadınlar

16 Ağustos 2015 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Feodal toplumlarda üst sınıflar arasında başlayan bir saçma modanın hızla alt sınıflara da yayıldığı bir sürü örnek bulunabilir. Çin’de bunun öyle bir örneği var ki, akla ziyan: Minik bir ayağa (üç inç altın lotus) sahip olmaları için kadınların ayaklarını yıllarca bağlamak, deforme etmek. Kısaca, “ayak bağlama geleneği”. Bugünlerde, bir tarihçinin Çin’de bu geleneğin geçmişini anlattığı kitabı okuyorum.

Minik bir ayağa sahip olmak için büyük acılara katlanan bu kadınlar artık bu geleneğin son örnekleri ve seksenli yaşların sonlarını sürüyorlar. Önce kitaptan iki kadının insana “Kör talihin böylesi!” dedirtecek cinsten öyküsünü kısaca aktarayım:

Yoksul bir aileden gelen bir kadın hikâyesini, “O zamanlar, bağlanmış ayak bir statü göstergesiydi ve üst sınıflara ait olmanın simgesi sayılıyordu. Bir kadının zengin biriyle evlenebilmesinin tek yoluydu. O zamanlar evlilikler genellikle görücü usulüyle olurdu ve kadınlar kocalarını ancak evlendikten sonra görürlerdi. Bir zengin kadın oğluna bağlanmış ayaklı bir kadın bulması için bir çöpçatan görevlendirmişti. Kocamla onun aracılığıyla evlendim. Evlilik sonrası, kocamı daha ilk gördüğümde, onun bir afyon bağımlısı olduğunu anladım” diye özetliyor. Zengin bir erkekle evlenebilmek uğruna çekilen onca acı ve sonunda afyon bağımlısı bir koca…

Bir diğer kadın, “Ailem zengindi. O zamanlar üst sınıftan ailelerde kadınların ayaklarını bağlamak bir kuraldı. Çok zengin biriyle evlendim. Sonra komünistler iktidar oldu ve bütün mal varlığımız kamulaştırıldı. Ben de birdenbire o ayakları bağlanmamış, kocaman ayaklı, alt sınıflardan kadınlarla aynı sınıfa dâhil oldum. Pirinç tarlalarında ağır işlerde çalışmak zorunda kaldım. Sakatlanmış ayaklarla tarlada çalışmak çok zordu. Çalışmak ilk zamanlar çok zoruma gitmişti ama artık bunun aptalca bir gurur olduğunu biliyorum... Seksen yılda her şeyin, dünyanın nasıl bu kadar değiştiğine şaşırıyorum” diyor.

Ayakları ilk bağlandığında henüz çocukmuşlar. Bir kadın bu durumu “Genç kemikler çok yumuşak olduğu için kolayca kırılıyordu” diye açıklıyor. Bazı baharatlar ve hayvan kanı karışımıyla çocukların kemikleri yumuşatılmış ve önce parmaklar kırılarak bandajla zorla ayak tabanının altına bağlamış. Zamanla diğer bazı kemikler de kırılmış ve ayak tekrar sarılmış, minik bir ayak uğruna sakatlanmış.

Bu gelenek, 17. yy’dan itibaren birkaç kez yasaklanmış ama etkili olmamış; gizlice devam etmiş. Kitapta hikâyeleri anlatılan kadınların çocukluğunda da yasakmış. ÇKP 1950’de (iktidarı almasından bir yıl sonra) ayak bağlamayı yasaklamış. Pratikte etkili olan tek yasak da bu olmuş ve “ayak bağlama geleneği” bitmiş. Tüm mülkiyet kamulaştırılınca, haliyle ortada geçilecek üst sınıflar da kalmamış. Böylece, sınıf atlamak için bir pasaport olma işlevi kalmayınca, gelenek de kendiliğinden anlamsızlaşmış.

En inandırıcı rivayet bu geleneğin başlangıcının Song hanedanlığı (MS 960-1279) olduğuna işaret ediyor. Bir İmparatorun gözde metresi (“metres” günümüzde hoş bir ifade değil ama o günlerin kayıtları böyle yazıyor. Üstelik “metres” Çin saraylarında bir hizmet derecesidir) olan dansçı kadın lotus çiçeği şeklinde bir sahne düzenlemesi yapmış. Lotus üzerinde sarıp-bağlayıp küçülttüğü ayaklarıyla dans etmiş. Dans o kadar beğenilmiş ki, bu geleneği yaratmış. İmparatorun dikkatini çekmek için diğer metresler de o dansçı metres gibi ayaklarını bağlamaya başlamışlar. Sonraları, bu gelenek hanedanlık çevresinden varlıklı çevrelere ve giderek tüm ülkeye yayılmış.

Bazı akademisyenler bu geleneğin, kadının hareketini kısıtlayarak ve iffet dayatarak kadına boyun eğdirmenin incelikli bir yolu olduğunu söylüyor. Ne de olsa hareket yeteneği fiziksel olarak bozulmuş kadınlar evden uzağa gidemez. Benim aklıma yatan yorum bu.

Ayak bağlama deyip geçmeyin. Zamanında bazıları için özel ilgi alanıymış. Qing Hanedanlığının “En erojen bölgeler” adlı bir resimli pornografik kitabı var. Kitabın amacı, "üç inç altın lotus” ayaklı kadınla “oynaşmanın” kırk sekiz yolunu göstermek.

2 Ağustos 2015 Pazar

Korku ve itaat toplumu

19 Temmuz 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Buralara ilk geldiğim yıllarda Çin’de “korku ve itaat” toplumunun izlerini arardım. Çin’e batının yaydığı dezenformasyonu kullanarak bakan o zamanki aklımla buluyordum da. Ne de olsa insan aklı her şeyi bildiği kavramlar ile anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışıyor. Köylülerle asker arasında yaşanan bir küçük çaplı meydan muharebesine tanık olana kadar bu yanılgım devam etti.

Sonraları, Çin’in iki bin beş yüz yıl içinde Konfüçyüs öğretisine göre biçimlenmiş bir toplum olduğu ve bu işleyişini büyük ölçüde bugün de sürdürdüğü gerçeğiyle karşılaştım. Bu öğreti sosyal yapıda bir hiyerarşi öngörür ve hiyerarşi derin bir şükran duygusu/saygı üzerine kuruludur. Batı, bu kavramı incitici olması için özellikle “itaat” diye tercüme ediyor. Bu öğreti yöneticilik ve işbölümü üzerine günümüzde de büyük ölçüde kabul gören epeyce ayrıntılı şeyler söylüyor. Halkın gözünde yöneticiler Çin ve Çinliler için iyi şeyler yapmaya çalışan önemli insanlardır. Halk yöneticilerin işlerine karışmayı onlara saygısızlık olarak görür. Yöneticiler hakkında bu nedenle konuşmazlar, korktukları için değil. Lafın kısası, Çin’i korkunun yönettiğini söylemek, baktığını görmemek olur. Yani demem o ki; Çin, bir AKP/RTE devleti değil.

Aklımdan “O zaman Tiananmen meydanı katliamı neydi?” sorusu geçiyor. O katliamı Deng Xiaoping zorbası kendi başkanlık yetkileriyle yaptı. Yirmi beş yıl kadar önce ÇKP o yetkilerini budadı ve yedi kişiden oluşan bir başkanlık konseyi kurdu. O pragmatik ÇKP aklının bu utançtan kurtulmak için birkaç yıl içinde bir adım atacağını sanıyorum. Bu kara lekeyle yaşayamayacaklarını onlar da biliyor.

Irkçılık ve milliyetçilik
Irkçılık ve milliyetçiliğin Çin kültürüne yabancı olduğunu düşünüyorum. Gerek Çin devlet aklı (ÇKP), gerekse Çinlilerin “ırkçı veya milliyetçi” olduğunu söylemek bence bu kavramların anlamanı zorlamak olur. Bunlar batılı beyaz adamın hastalığı (bu hastalığı HK Çinlilerine bulaştırmış). Burada “Çinlilerin başka uluslara veya ırklara göre daha üstün veya ayrıcaklı” olduğunu öne süren bir milliyetçilik anlayışı görmedim. Bir ulusun/ırkın diğer uluslara/ırklara göre daha “üstün veya ayrıcaklı” olduğu iddiasından ilham almayan bir düşünce ne kadar milliyetçilik olarak değerlendirilebilir, emin değilim.

Çinlilerin beyaz adamdan uzak durmak istemeleri ve kuşkucu yaklaşmalarının görebildiğim kadarıyla üç nedeni var: (1) Çin kültürü için çok ayıp olan ama beyaz adamda bolca bulunan “kibir”. “Arrogant (küstah)” batılıların onlara tepeden bakmasına, eleştirmesine ve akıl hocalığı yapmasına bozuluyorlar. Batı üniversitelerinde okumuş bir Çinli arkadaşım “Tanrı beyaz adamı sanki doğruluk abidesi, her şeyin en doğrusunu bilen ama haddini/kendini bilmeyen ayrıcaklılar olarak yaratmış” diye tarif etmişti. (2) Büyük kültürel farklılıklar nedeniyle yaşanan iletişim güçlükleri ve yanlış anlamalar. (3) Yüzyıllardır batıdan gördükleri Çin düşmanlığı (afyon savaşları, Hong Kong’un İngiltere’ye verilmesi, ırkçılık vs).

İnsanlığa barut, pusula ve kâğıdı hediye etmiş; Çin Seddini inşa etmiş; daha M.S. bin yılının başlarında devasa ticaret gemileri yapmış ve Karayiplere kadar gitmiş; altı bin yıl öncesine tarihlenen bir yazılı kültür geliştirmiş bir tarihe sahip olmaktan gurur duyarlar. Geçmişte uygarlığa böylesine önemli katkılar yapmış bir ulusun tekrar eskisi kadar görkemli ve güçlü olabileceğine ve bu yolda hızla ilerlediklerine inanırlar. Bunun başka ulusların zararı pahasına olmaması gerektiğini de söylerler ama ne kadar inandırıcı bulurlar bilmem. Çin’in emperyalist niyetler taşıdığına ilişkin değerlendirmelerin ise batının yalanı olduğunu söylüyorlar.


Çin yöneticileri/ÇKP kadroları ciddi bir Marksist eğitimden geçmiş ve haliyle kendilerini komünist olarak gören insanlardan oluşuyor. ÇKP halen (retorik düzeyinde bile olsa) bir ölçüde komünist müktesebata sahip. “Ne olur onların komünistliğinden” gibi bir kolaycılık ezberimizdeki basit açıklamalarla düşünmemize yol açıyor. Anlamak için ezbere değil olgulara bakmak lazım, malum…