12 Aralık 2024 Perşembe

Çin'in Yükselişini Açıklamak: Batılı Sosyal Bilim Teorilerine Bir Meydan Okuma mı?

Aranızdaki tek hümanist akademisyen olduğumun farkındayım. Bir hümanist akademisyenin sosyal bilimcilerle birlikte konuşması zordur. Çünkü size tüm dünyayı modeller halinde verirler. Açıkçası, benim böyle modellerim yok. Aynı zamanda, Çinli entelektüeller arasında bunların model olup olmadığı konusunda bir tartışma olduğunu da biliyoruz. Hümanist bir akademisyen olarak, tarihsel olaylara ve bunların ardı sıra gelenlere veya planlanmış ya da planlanmamış sonuçlarına odaklanırdım. İki gün önce Profesör Macfarquhar, Mao Zedong'a ait bir diyalektik terimi kullandı - huaishi bian haoshi, haoshi bian huaishi (kötü şeyler iyi şeylere, iyi şeyler de kötü şeylere dönüşür. Kamuran Kızlak). Bu, Çin'in ekonomik büyümeyi niçin ve nasıl başardığını düşünmenin diyalektik bir yoludur. Sorun ve krizlerin yanı sıra bu konuda bir şeyler söyleyeceğim.

Çin modelini tartışan birçok akademisyenin Çin'in gelişimini Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sisteminin dağılmasıyla karşılaştırma alışkanlığı vardır. Çin'in istikrarını vurgularken, 1989'da patlak veren genel krizin Çin'de başladığını kolayca unuturlar. Bunun izleri Çin'in farklı alanlarında bugün hala görülebilir. Ancak asıl soru şu, Çin neden diğer Komünist partilerle, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkelerle birlikte çökmedi? Çin'in istikrarını korumaya ve hızlı büyüme koşulları yaratmaya yardımcı olan faktörler nelerdi? 30 yıllık reform sürecinden sonra, şimdi bu koşullar nasıl bir dönüşüme uğradı? Cevaplamamız gereken ilk soru bu. Son 30 yılın yeni modelinden bahsetmek için 1989'a geri dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, Çin ile Sovyetler Birliği ve Doğu bloku arasında ayrım yapmadan, Çin'i yeni bir sözde "model" veya "Çin Yolu" vb. olarak tanımlamak zor olur.

Çin'in reform öncesi döneminin en önemli farklarından biri de Kültür Devrimi adı verilen uzun bir süreçten geçmiş olmasıdır. Bu süreç devlet yapısını ve parti yapısını kesinlikle kırdı ve bu diğer sosyalist ülkelere göre önemli bir farklılıktır. Dolayısıyla, bu sürecin sonuçlardan biri devletin toplumun alt tabakalarının ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilmesiydi, ki bu Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin katı bürokratik sistemlerine göre önemli bir farktı. Kültür Devrimi'nden sonra farklı mevkilerdeki yetkililer görevlerine geri döndüklerinde, alt tabakaların taleplerine cevap verme konusunda çok daha iyilerdi. Yani reformun başlangıcı budur - ulus tarafından memnuniyetle karşılanan reformun meşruiyetini burada aramalıyız. Bence farklılıklardan biri budur. Ancak önemli bir fark daha olduğunu düşünüyorum - 1989'un Çin için bu kadar farklı olmasının başka bir nedeni. 

Doğu Avrupa ülkelerindeki eski Komünist liderlerin bazı anılarını okudum. Örneğin, Doğu Almanya'nın son parti sekreteri Egon Krenz, anılarında Doğu Almanya'nın neden bu kadar hızla çöktüğünü açıklıyor. Krenz, "Brejnev Doktrini" diye terim kullanıyor. 70'lerde Batı ülkelerindeki liderlerin çoğunun Doğu Avrupa ülkelerinin devlet doğasını tanımlamak için eksik egemenlik anlamına gelen bu terimi (Brejnev Doktrini) kullandıklarını söylüyor. Sovyetler Birliği'nde bir değişim gerçekleştiğinde, bunun sonuçlarının bu Doğu Avrupa ülkelerinde görüleceğini söylüyor. Dolayısıyla bunu çöküş izledi. O zamanlar savaş sonrası yapı, dünya yapısı, egemen devlet sistemi olarak tanımlanıyordu. Fakat bu anlamda çok az ülke gerçek egemenlik bağımsızlığına sahiptir. Doğu Bloğu ve Batı Bloğu'nun çoğu tam egemen ülkeler değildi. Çin durumuna geri dönelim. 1949'dan sonra, Kore Savaşı'nın ardından, Çin'in Batı ülkeleriyle, özellikle Amerika ile bağlarını kopardığını biliyoruz. İlk beş-on yılda, Çin ekonomisi ve tüm toplumsal yapı Sovyetler Birliği'nin desteğine oldukça bağımlıydı. Fakat 1950'lerin sonlarından itibaren, Çin Komünist Partisi ile Sovyetler Birliği arasında ciddi tartışmalar yaşanmaya başladı. Bu en zor, en zorlu dönemdi -İleri Doğru Büyük Atılım döneminden 60'ların başına kadar.

Bunun beklenmeyen sonucu, Çin'in egemenliğini kendi kendine yeten ve çok daha bağımsız hale getirmesidir -ki bu Doğu Avrupa ülkelerinden gerçekten farklıydı. Dolayısıyla bu kendi kendine yeterlik ve tam egemenlik olmadan, Çin'in 1989'dan sonra diğer sosyalist ülkeler gibi çökmemesini açıklamak zor olacaktır. Dolayısıyla, kendi kendine yetme politikasının ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda çok büyük ve önemli sonuçları oldu. Bu da Çin ekonomisini diğer ülkelere kıyasla çok daha bağımsız bir ulusal ekonomi haline getirdi. Ayrıca Çin dış politikası da bu bağımsızlık arayışına uygun olarak değiştirildi. Bunu göz önünde bulundurmadan, 1970'lerin başında Çin ve Amerika arasındaki uzlaşmayı anlamak zordur.

Yani söz konusu "açılım" politikasının izleri, yalnızca Kültür Devrimi sonrasına değil o döneme kadar geriye giderek izlenebilir. Sovyetler Birliği'nden kopuşa götüren tartışmaların içeriğini bilmeden Çin ile Amerika arasındaki uzlaşmayı anlamak zordur.  Bu da Çin reformu için yeni bir tarihsel durum yarattı. Bence uluslararası durumdaki bu değişim olmadan, Çin'in son 30 yılda yaptığı reformu anlamak oldukça zor olurdu. Bu anlamda, Çin'in reform süreci diğer birçok sosyalist ülkede yaşananlardan farklıdır; çok daha özerktir. Reformu başlatan dışarıdan gelen baskı değil kaynağı içeride olan bir mantıktı; yeni bir yol arayışındaki belirli bir tür tarihsel mantıktı. Bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. 

İkinci bir husus siyasi sistemle ilgilidir. Tüm bu tartışmalar, hatta devlet egemenliği meselesi bile, sosyal bilimcilerin uluslararası ilişkilerde egemenliği tanımlamak için kullandıkları gibi göstermelik (nominal) anlamdan değil, siyasi partiler arasındaki siyasi ilişkilere geri dönülerek başlatıldı. Dolayısıyla tüm reform ve uluslararası ilişkiler Parti'nin politikasından ve yöneliminden başladı. Bu anlamda, çağdaş, 20. yüzyıl Çin tarihini anlamak için ÇKP'nin doğasından bahsetmemek olmaz. ÇKP'nin Çin Devrimi ve Çin Reformu'ndaki rolünü anlamak istiyorsak, Çin Devrimi'ne geri dönmeli ve kısaca değinmeliyiz. Çin Devrimi ve Reformu, çiftçinin devrimci özne olduğu geleneksel bir tarım toplumunda gerçekleşti. İster devrim veya iç savaşın ilk evrelerinde, ister toplumsal yeniden yapılanma ve reform dönemlerinde olsun, köylü sınıfının fedakarlıkları ve katkıları her zaman önemli olmuştur. Bunlar eylemci-aktif ruhun ve yaratıcılığın ifadesidir ve insanların zihninde derin izler bırakır. Uzun süren savaş ve devrim sürecinde parti sistemi kök saldı, bütün topluma, ağlara, alt hatta çok alt düzeylere yerleşti. Toplumun bütününe nüfuz etti ve bu durum bazı ülkelerdeki katı bürokratik sistemden çok farklı. Tam da bu nedenle toplumsal seferberlik kapasitesi diğer parti sistemlerinden, özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinden çok daha güçlüydü. Uzun Çin Devrimi olmadan, sistemin siyasal doğasını anlamak zordur.

Aynı zamanda, bu durum çifte talep yarattı. Çünkü bir yandan kırsal toplum uzun bir geleneğe sahipti; yani Çin toplumu çok daha eski tarihe kadar izlenebilen belirli bir piyasa mekanizması geleneğine sahipti. Diğer yandan, 20. yüzyıl boyunca toprak ilişkileri değişti. Bu değişimi görmeden, reformun ilk yıllarında toprakların yeniden dağıtımının-toprak reformunun neden bu kadar memnuniyetle karşılandığını anlamak zordur. Bu yeniden dağıtım, o dönemde Çin reformunun ilk aşamasını başarılı kılan faktördü. Aynı zamanda, bu siyasi süreçler nedeniyle, Çin devletinin konumu da bir dereceye kadar diğer ülkelerden farklıdır. Pekin Üniversitesi'nden Profesör Yao Yang, reformları başlatan devletin rolünü tanımlamak için "tarafsız hükümet" terimini kullandı. Sözde "tarafsız" olması, özel çıkar gruplarıyla ilişkisi olmayan, çıkar gruplarından uzaklaşmış ve böylece  tarafsızlaştırılmış olduğu anlamına gelir. O belirli dönemdeki bu tür bir devlet yani devletin tarafsızlaştırılması uzun bir siyasi sürecin sonucuydu. Daha açık bir ifadeyle, uzun Çin Devrimi'nin sonucuydu. Bunu anlamadan, devletin özel çıkar gruplarından uzaklaştırılarak tarafsızlaştırılabileceğini kavramak zordur. 

Bence bu, Çin Reformu'nun başarısı veya en azından ekonomik büyüme için oldukça önemli bir unsur veya ön koşuldur. Ancak şimdi sorun şu ki, tüm bu ön koşullar artık değişiyor veya dönüşüm geçiriyor. Örneğin, piyasalaşma ve küreselleşme nedeniyle, egemenlik konusu açıkça değişti ve dönüştürüldü. Egemenlik hakkında konuşmak için eski yolu izlemek artık mümkün değil. Bu konunun bir yönü. İkincisi, bence partinin rolü çok fazla dönüştürüldü. Benim kanaatimce, mevcut Komünist Parti 20. yüzyıldaki partiden farklı. 20. yüzyılda Parti, çok güçlü bir politik örgüttü. Ancak günümüzün Çin Komünist Partisi büyük ölçüde devlet çerçevesinin işleviyle bütünleşmiştir. Reformu başlatan ve piyasa faaliyetleriyle entegre olan devletin artık tarafsız olmadığı görülmüştür. Parti, sadece siyasi bir örgüt olarak tarafsız role sahip olabilir. Ancak parti devlete giderek daha fazla entegre oluyor. Sonunda ne tür yeni bir siyasi yönelim ve istikamet ortaya çıkacağı hala belirsizdir.

Sonuç olarak, göz önünde bulundurmamız gereken en azından üç husus olduğunu düşünüyorum. Birincisi: Çin, 20. yüzyılda uzun ve derin bir devrim yaşadı ve Çin toplumu kurucuların toplumsal taleplerine ve eşitliğe karşı o keskin duyarlılığını sürdürüyor. Bu tarihi ve politik gelenekler, günümüz koşullarında demokratik taleplere nasıl çevrilebilir? "Demokratik talepler" ifadesini kullanıyorum ama bununla mutlaka Batı modelini kastetmiyorum çünkü artık evrensel demokrasi krizi var. Bu nedenle, her yerde gerçek demokrasiyi, gerçek modelleri aramamız gerekiyor. İkinci olarak, Çin Komünist Partisi büyük ve önemli bir değişim geçirdi ve her geçen gün devlet aygıtıyla daha fazla iç içe geçti. Bu parti sistemi nasıl daha demokratik hale gelebilir ve partinin rolü dönüştürülürken devletin evrensel çıkarı temsil etme yeteneği nasıl korunabilir? Üçüncüsü, toplumun kitleselleşme kapasitesini artıran ve böylece yeni liberal piyasalaşmanın yarattığı depolitizasyon koşullarını aşan toplumsal bir temel üzerine yeni bir siyasal biçim nasıl inşa edilebilir? Bu sorular, küreselleşme ve piyasalaşma koşulları da dahil olmak üzere büyük öneme sahip teorik sorulardır. Çin halkı hangi siyasi doğrultuda hareket edecek? Çin açılım sürecindeyken kendi kendine yeten bir Çin toplumu nasıl oluşturulabilir? Dünya çapında yaşanan piyasa ve demokrasi krizi göz önüne alındığında bu arayışların küresel önemi açıktır.


Yazar: Prof. Dr. Wang Hui

Kaynak: Harvard-Yenching Enstitüsü ve Fairbank Çin Çalışmaları Merkezi tarafından düzenlenen panel, 5 Nisan 2010.

9 Aralık 2024 Pazartesi

Çin'in yükselişi ve karşı karşıya olduğu zorluklar

 Önsöz

Özellikle Batı akademyasında Çin'in en etkili entelektüeli olarak değerlendirilen Wang Hui'nin makaleleri Çin'i anlama konusunda ufuk açıcıdır. Çin'i ÇKP çizgisi dışından bakarak anlamak isteyen sosyalistler için bir rehber niteliği taşıyabilir. Hui'nin 2008 finansal krizinin ardından (2010 yılında) yayınlanan aşağıdaki makalesi içerdiği tartışma başlıkları açısından güncelliğini korumaktadır. Çinli okura seslendiği için yazının orijinalinde dipnot yok. Konuya yabancı olan okura okuma rahatlığı sağlamak amacıyla dipnotları ben ekledim.

Çin'in yükselişi ve karşı karşıya olduğu zorluklar

Çin ekonomisinin gelişimi birçok tahmini bozdu. 1989'dan sonra, Çin'in çökeceğine dair çok sayıda tahmin yapıldı. Ancak Çin çökmedi. Bunun yerine, bu çöküş teorileri çöktü. Bu nedenle insanlar Çin'in sadece neden çökmediğini değil, aksine, neden geliştiğini anlatmaya başladılar? Reform sürecinde reformun onaylanması ve reddedilmesi üzerine yoğun tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalarda sıkça gündeme gelen sorulardan biri sosyalist dönemin ve reform döneminin nasıl değerlendirileceği sorusuydu. Çin'in sosyalist dönem ve reform ve açılım dönemindeki başarıları ve karşılaştığı zorluklar nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Çin deneyiminin bu iki geleneğin temelleri üzerine inşa edildiğine inananların sayısı giderek artıyor. Aynı zamanda, mevcut küresel mali kriz ve uzun zamandır biriken çelişkiler Çin'e geçmiş kalkınma modeline geri dönemeyeceğini ve dönmemesi gerektiğini hatırlatıyor (bu model ister geleneksel planlama modeli, isterse tek hedefi GSYİH'yı büyütmek olan kalkınma modeli olsun). Çin'in 60 yıllık deneyimini özetleme biçimini değiştirmemiz gerekiyor.

Bağımsız egemen karakter ve bunun siyasal anlamı

Çin modeli tartışılırken, birçok akademisyen Çin'in gelişiminin istikrarını vurguluyor ve büyük bir kriz yaşanmadığına inanıyorlar. Bu ifade doğru değildir. Otuz yıllık reform ve açılım sürecinde Çin'in yaşadığı en büyük kriz 1989 kriziydi. Çin bu büyük krizi atlatabildi; ancak krizin sonuçları farklı alanlarda hala görülebilir. Bu kriz aynı zamanda uluslararası krizin bir parçasıdır. Ancak o zamanki kriz esas olarak ekonomik bir kriz değil, politik bir krizdi (1). Çin'in yaşadığı kriz, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa krizinin habercisi olarak görülebilir. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri de o dönem Komünist Parti yönetiminde Çin gibi sosyalist ülkelerdi. Peki, Çin neden onlar gibi çökmedi? Çin'in istikrarını koruyan ve hızlı büyüme koşullarını sağlayan faktörler nelerdir? 30 yıllık reformdan sonra, bu koşullarda hangi değişiklikler meydana geldi? Çin'in izlediği yol veya Çin deneyiminin özgünlüğünden vs. bahsedeceksek ilk cevaplanması gereken soru budur.

Sovyet ve Doğu Avrupa sisteminin çöküşünün karmaşık ve derin tarihsel nedenleri vardır. Bürokrasi ile halkın karşı karşıya gelmesi, Soğuk Savaş dönemindeki keyfi politikalar, yokluk ekonomisinin insanların yaşamlarında yarattığı zorluklar vb. gibi... Buna karşılık Çin sisteminin kendini yenileme becerisi çok daha güçlüdür. Kültür Devrimi'nin ardından Mao Zedong, parti ve devletin orta ve üst düzey yöneticilerini yerel halkla birlikte çalışmaya (taban çalışması, Kamuran Kızlak) ve yaşamaya gönderdi. 1970'lerin sonlarında görevlerine geri döndüklerinde, devlet tabandaki halkın ihtiyaçlarına güçlü cevap verebilecek bir yetenek kazanmıştı. Bu özellikler Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinden çok farklıdır. Ancak burada bu konuları ve bunların nedenlerini ve sonuçlarını ayrıntılı olarak tartışmayı planlamıyorum. Yalnızca Çin sistemini Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sisteminden ayıran ilk özelliğe; yani bağımsız toplumsal gelişme-kalkınma yolu ve bundan kaynaklanan egemenlik statüsünü incelemeye odaklanacağım.

Eski Doğu Almanya Komünist Partisi'nin son genel sekreteri Krenz, anılarında 1989'dan sonra ülkesinin çöküş nedenlerini anlatıyor. Değindiği önemli nedenlerden biri Sovyetler Birliği'nin dönüşümü ve bunun sonucunda tüm Sovyet blokunda yaşanan iç değişimlerdi. Soğuk Savaş döneminde Batılı politikacılar, Doğu Avrupa ülkelerinin "eksik egemenliklerini" alaya almak için sık sık "Brejnev Yasası" kavramını kullandılar. Varşova Paktı sisteminde, Doğu Avrupa ülkeleri tam egemenliğe sahip değillerdi ve Sovyetler Birliği'nin hakimiyetine tabiydiler. Sovyetler Birliği'nde sorunlar başlayınca, tüm Sovyet bloku çöktü. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ulus-devletlerin egemenlik sistemi kurulmuş olsa da, dünyada gerçek anlamda bağımsız egemenliğe sahip çok az ülke vardır. Bu durum yalnızca Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde değil Batı Avrupa ülkelerinde de böyledir. Asya'da Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler Soğuk Savaş dönemi yapısı içinde yer almaktadır. Egemenlikleri ABD'nin küresel stratejisine tabidir ve doğal olarak egemenlik yapıları eksik ülkelerdir. Soğuk Savaş yapısında, her iki kamp da uyumlu devletlerden oluşan sistemlerdi. Her kampta da hegemon ülke değişirse veya politikasını değiştirirse, diğer ülkeler derinden etkilenecektir.

Çin Halk Cumhuriyeti, iç savaşın ardından kuruldu. Kuruluş yıllarında Çin, Soğuk Savaş'ın iki kutuplu dünyasının sosyalist tarafında yer alıyordu. 1950'lerin başında yaşanan Kore Savaşı, Çin'i ABD ve müttefikleriyle savaşa sürükledi. Bu dönemde, özellikle "Birinci Beş Yıllık Plan" döneminde Çin'in endüstriyel gelişimi, savaş sonrası toparlanması ve uluslararası statüsünün yükseltilmesinde Sovyetler Birliği'nin büyük yardımları oldu. Bir bakıma Sovyetler Birliği'ne bir ölçüde bağımlı olduğu söylenebilir. Çin'in devrim sürecinin kendine özgü bir yolu olduğu gibi, inşa sürecinde de bağımsız bir kalkınma yolu arayışındaydı. Çin, 1950'lerin ortalarından itibaren Bağlantısızlar Hareketi'ni aktif olarak desteklemiş ve ardından Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile açık bir tartışma başlatmıştır. Çin, bazı bilim insanlarının "hükümdarlık ilişkisi"  olarak adlandırdığı Sovyetler Birliği ile olan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiden giderek kurtulmuş ve sosyalist sistem içinde ve dünya genelinde bağımsız tutum benimsemiştir. Tayvan hâlâ Çin'den ayrı durumda olsa da, Çin devletinin siyasal karakteri egemenlik ve bağımsızlıktır. Bu siyasal karakterin önderliğinde oluşan ulusal ekonomik sistem ve endüstriyel sistem de oldukça bağımsızdır. Bu bağımsızlık öncülü olmadan Çin'in reform ve açılım yolunu hayal etmek zor olduğu gibi, 1989'dan sonra Çin'in kaderini hayal etmek de zordur.

Reform ve açılım sürecinin başlangıcında Çin'in zaten bağımsız bir ulusal ekonomik sistemi vardı. Çin'in yürürttüğü reform, kendi içinde mantığı olan özerk bir süreçti ve pasif değil aktif bir reformdu. Dolayısıyla, Doğu Avrupa ve Orta Asya'da gördüğümüz karmaşık arka planlara sahip "renkli devrimlerden" tamamen farklıydı. Çin'in kalkınması yalnızca Latin Amerika'nın bağımlı ekonomilerinden farklı değil, aynı zamanda, Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya modeline indirgenecek kadar basit değildir (her ne kadar devletin rolü, hükümetin endüstriyel politikaları ve belirli kalkınma stratejileri açısından benzerlikler ve etkilenmeler olsa da). Siyasi açıdan bakıldığında Çin'in reformunun dayandığı temel öncül özerklik olurken, yukarıda adı geçen ülkelerin kalkınmaları büyük ölçüde bağımlı kalkınma olarak özetlenebilir (Soğuk Savaş dönemindeki bu bağımlılık ilişkisi kalkınmanın siyasal öncülü haline gelmiştir).

Bu nispeten bağımsız ve tam egemenlik niteliği, 20. yüzyıl siyasetinin belirgin özelliği olan siyasi partiler pratiği aracılığıyla gerçekleşmiştir. Çin Komünist Partisi teoride ve pratikte ne kadar hata yapmış olursa olsun, "anti-emperyalist"  tutumu ve ardından Sovyetler Birliği ile girdiği tartışmalar Çin'in egemenliğini tesis etmesinin en temel unsurlarıdır. Bu konularda yargımızı yalnızca tekil ayrıntılarla sınırlayamayız. Çin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile kamuoyu önünde yürttüğü tartışmalar sonucunda önce iki parti arasındaki egemenlik ilişkisini, ardından da ülkeler arasındaki egemenlik ilişkisini ortadan kaldırarak yeni bir bağımsızlık modeli oluşturdu. Başka bir ifadeyle, bu egemenliğin kökeni siyasaldır ve parti ilişkileri ve siyasal süreçlerden gelişen ve devlet, ekonomi vb. alanlarda kendini gösteren özel bir siyasal bağımsızlık türüdür. Normatif egemenlik bakış açısıyla bağımsızlık ve özerkliğin anlamını kavramamız zordur. Sömürgecilik tarihinde, normatif egemenlik kavramının bağımsızlık ve özerklikle hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin eşitsiz bir anlaşmaya imza atan bir ülkenin uluslararası hukuk anlamında egemen bir devlet olması gerekir; ancak bu egemenliğin bağımsızlık ve özerklikle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte, Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu yapının giderek parçalanması, Çin'in bu iki kutuplu yapıya karşı eleştirilerinin ve mücadelesinin sürmesiyle ilgilidir. Çin'in müdahalesi olmasaydı ABD ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan bir çatışma olasılığı çok daha büyük olurdu.

Ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda Çin'in sosyalist yolu izlemesi ve reform girişimleri çeşitli sapmalar, sorunlar ve hatta trajik sonuçlarla karşılaştı. Ancak 1950'ler, 1960'lar ve 1970'lerde Çin hükümeti ve siyasi taraflar politikalarını sürekli olarak değişikliğe gittiler. Bu değişiklik-ayarlamalar dışarıdan bir yönlendirmeyle yapılmadı; esas olarak uygulamada ortaya çıkan sorunlara bağlı olarak kendiliğinden yapılan düzenlemelerdi. Partinin çizgi düzeltme mekanizması olarak teorik tartışma, özellikle kamuoyundaki teorik tartışma, partinin ve ülkenin kendini ayarlamasında ve yeniden yapılandırmasında önemli rol oynamıştır. Komünist Parti içinde demokratik bir mekanizmanın bulunmaması nedeniyle, çizgi mücadeleleri çoğu zaman acımasız güç mücadelelerine dönüşmektedir. Ancak bu durum, çizgi tartışmalarının ve teorik tartışmaların parti tarihindeki önemli rolünü gölgelememelidir. Bu açıdan bakıldığında, reform dönemi boyunca duyulan bazı alışılmış söylemleri yeniden düşünmemiz gerekiyor. Örneğin, reform için hazır model ve hazır politikalar olmadığı sürece "taşları hissederek nehri geçmek"(2) tabiri elbette doğrudur. Fakat aslında hazır modellerin olmayışı tüm Çin devriminin bir karakteristiğidir. Mao Zedong "Çelişki Üzerine" başlıklı yazısında benzer bir şey söylemişti. Bir model olmadığında neye güvenmemiz gerekir? Teorik tartışmalara, politik mücadelelere ve toplumsal pratiğe güvenmemiz gerekir. Bu, pratikten gelip pratiğe geri dönmek demektir. Ancak pratiğin bu özeti kendi başına teoriktir ve pratik, öncül ve yön olmadan olamaz. Bizi yönlendiren temel değer olmadan “taşları hissederek nehri geçtiğimizde” nereye gideceğini bilemeyiz. Mao Zedong bir zamanlar Lenin'in "Pratik Üzerine" adlı eserindeki şu sözleri aktarmıştı: "Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz." Devrimci teorinin yaratılması ve yaygınlaştırılması da bazı kritik anlarda belirleyici bir rol oynar. Bir şey (herhangi bir şey) yapılması gerekiyorsa ancak yöntem, plan veya politika yoksa, politikanın, yöntemin, planın nasıl oluşturulacağı belirleyici rol oynar. Siyaset, kültür, üstyapı vb. ekonomik alt yapının gelişmesini engellediğinde, siyaset ve kültür çekirdek haline gelir ve asıl belirleyici unsura dönüşür.

Teorik tartışmalar Çin'in devrim ve reform süreçlerinde önemli rol oynamıştır. Reformun teorik kaynağı olan sosyalist meta ekonomisi kavramı, meta, meta ekonomisi, değer yasası, burjuva hukuku vb. üzerine yapılan teorik tartışmalardan doğmuş ve aynı zamanda sosyalist pratik açısından da araştırılmıştır. Değer yasası üzerine tartışmalar, Sun Yefang ve Gu Zhun'un değer ve değer yasası üzerine makaleler yayınladığı 1950'li yıllarda başladı. Genel arka planını Çin-Sovyet ayrılığı ve Mao Zedong'un Çin'deki toplumsal çelişkilere ilişkin analizleri oluşturuyordu. Bu konu 1970'lerin ortalarında parti içinde tekrar tartışmaların merkezi konusu haline geldi. Bu tür teorik tartışmalar olmadan Çin'in reformlarının değer yasası, işe göre dağıtım (paylaşım), sosyalist meta ekonomisi ve son olarak sosyalist piyasa ekonomisi mantığı doğrultusunda gelişeceğini hayal etmek zor olurdu. Bugün kalkınma yoluna ilişkin teorik tartışmalar geçmişte olduğu gibi yalnızca parti içi tartışmalar olarak kalmayıp, politika çizgilerinin belirlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Yalnızca GSYH büyümesine odaklanan kalkınmacılığa yönelik sistem içinde ve dışında eleştiri ve direnç olmasaydı, yeni bir bilimsel kalkınma modelinin araştırılması gündeme gelmezdi. 1990'lı yıllarda Çin'in siyasi yapısında meydana gelen değişikliklerle birlikte, parti içi çizgi tartışmalarının eski işlevini kısmen Çin'in entelektüel çevrelerindeki tartışmalar üstlendi. 1990’ların sonundan itibaren kırsal sorunlara-üç kırsal soruna(3) odaklanılması, 2003’ten sonra sağlık reformuna ilişkin düşünceler, 2005’te kamu iktisadi teşebbüsleri reformu ve işçi haklarına odaklanılması, ekolojik çevreyi korumaya yönelik teorik propaganda ve toplumsal hareketlerin hepsi ulusal politikaların düzenlenmesinde etkili olmuştur. Yön sorunlarına rehberlik etmede teorik tartışmalar büyük rol oynamaktadır.

Günümüzde demokrasinin bir düzeltme mekanizması olduğu sıklıkla söylenir. Aslında teorik tartışma ve politik çizgi tartışması da bir düzeltme mekanizmasıdır; yani siyasi partinin düzeltme mekanizmasıdır. Parti içinde demokratik bir mekanizmanın bulunmaması nedeniyle, 20. yüzyılda parti içindeki çizgi tartışmaları çoğu zaman sert ve keyfi nitelikte olmuştur. Bu konuda derinlemesine ve uzun dönemli değerlendirmeler yapılması gerekiyor. Ancak parti içi mücadeledeki sertliğin eleştirisi, teorik tartışmanın ve çizgi tartışmasının yadsınması anlamına gelemez. Aslında parti içi mücadeledeki sertliğin eleştirisi, keyfi ve kendi kendini düzeltme tarzını ortadan kaldırmanın yolu ve mekanizmasıdır. "Pratik, gerçeği sınamanın tek ölçütüdür" sloganı pratiğin mutlak önemini ortaya koyar; ancak bu önermenin kendisi teoriktir. Bu sloganın anlamını ancak teorik tartışma bağlamında anlayabiliriz.

Köylülerin aktivizmi

İster devrim ve savaşlarda ister toplumsal inşa ve reform dönemlerinde olsun, köylü sınıfının yaptığı fedakarlıklar ve katkılar çok büyüktür ve en etkileyici inisiyatif ve yaratıcılık onların gösterdikleridir. 20. yüzyıl boyunca Çin'de kırsal toplumun harekete geçirilmesi ve kırsal toplumsal örgütlenmedeki değişimler, birçok üçüncü dünya ülkesiyle karşılaştırıldığında eşi benzeri görülmemiş düzeydedir. Tarım devrimi (kırsal devrim, K. Kızlak) ve toprak reformuyla birlikte kırsal yapı temelden yeniden düzenlendi. Bu uzun süreli ve büyük kırsal dönüşüm üç önemli sonuç üretti: Birincisi, köylü sınıfı güçlü bir siyasal bilinç kazandı. Doğu Avrupa ülkeleri ve hatta Sovyetler Birliği bile bu kadar uzun süreli bir silahlı mücadeleye ve tarım devrimine nadiren tanık olmuştur. Bu arka plan olmadan, toprak mülkiyeti ilişkilerinde değişimi merkeze alan bir köylü seferberliği olamazdı. Birçok sosyalist veya sosyalizm sonrası ülkeyle karşılaştırıldığında, eşitlik bir değer olarak Çin halkının yüreğinde çok daha derin köklere sahiptir.

İkinci olarak, Çin sosyalist hareketi ile köylü hareketi arasındaki ilişkiyi gerçekten anlamak için Çin devrimci partisinin rolünü de anlamamız gerekir. Çin Komünist Partisi'nin kuruluşu da uluslararası komünist hareketin bir ürünüydü. Ancak şöyle bir fark vardı: Bu sosyalist partinin temel görevi köylüleri harekete geçirmek ve köylü hareketi aracılığıyla yeni bir politika ve yeni bir toplum yaratmaktı. Bu parti, 30 yıl süren silahlı devrim ve toplumsal mücadelenin ardından, sonunda tabanda kök salan bir toplumsal harekete dönüştü. Tabandan gelen yapısı ve örgütsel seferberlik yetenekleri Doğu Avrupa sosyalist ülkelerindeki siyasi partilerden çok farklıydı. Günümüz medyası ve gözlemcileri Çin devriminin başarısını ya da başarısızlığını büyük ölçüde bireylere yani liderlere bağlıyor ve sürecin kendisini yeterince tartışmıyor. Dikkatlerini Çin devrimi sürecindeki şiddet üzerine yönlendirmelerinden dolayı, bu süreçte ortaya çıkan yeni toplumsal öznelliği görmezden geliyorlar, hatta inkar ediyorlar. Köylülerin ana gövde olduğu bir toplumda sosyalist devrimin gerçekleştirilmesinde liderlerin öznel inisiyatifi ve öznel iradesinin önemli bir rol oynaması kaçınılmazdır; ancak bu tek başına tarihi açıklayamaz.

Üçüncüsü, Çin devrimi ve yeniden inşa sürecinde oluşan yeni toprak mülkiyeti ilişkileri reform için bir ön koşul sağladı. Geleneksel çiftçilerin ve köy örgütlerinin bu kadar derin bir toplumsal dönüşüme uğramadan, bu kadar güçlü bir inisiyatif ruhu gösterebileceklerini hayal etmek zordur. Bunu açıkça görmek için Asya'daki (özellikle Güney Asya) veya Latin Amerika'daki diğer tarım toplumlarındaki çiftçilerin durumuna ve piyasa koşullarına bakmak yeterlidir. Bu toplumlar henüz bu kadar köklü toprak reformu yaşamadılar ve çiftçiler hâlâ büyük ölçüde toprak sahiplerine veya manor(4) ekonomilerine bağımlı durumdalar. Bu çiftçiler güçlü bir özerklik duygusuna sahip değiller ve olamazlar. Toprak reformu süreci, kırsal eğitimin yaygınlaştırılması, okuryazarlık oranlarının yükseltilmesi ve öz örgütlenme ve teknik yeteneklerin iyileştirilmesiyle yakından ilişkilidir. Piyasa reformu koşullarında, bu erken dönem mirasları, aynı zamanda, daha olgun bir işgücü piyasasının ön koşullarına da dönüşmüştür.

Neoliberal eğilime göre, Çin toplumunda diğer toplumlara göre daha güçlü bir eşitlik talebi ve yolsuzluğa karşı duyarlılık vardır ve bu nedenle tabandan gelen güçlü bir denetim ve denge etkisine sahiptir. Bu açıdan, 1990'ların başında bazı ülkelerde ortaya hızla oligarkların çıktığı (oligarşileşme) durumdan farklıdır. Bunun nedenleri sadece devlet ve siyasi partiler perspektifinden değil, aynı zamanda toplumsal güçler perspektifinden de açıklanabilir. 20. yüzyılın sonlarında, üç kırsal sorun, göçmen işçiler sorunu, kent-kır ilişkisinin piyasa koşullarında nasıl çözüleceği ve toprak mülkiyeti sorununun nasıl halledileceği çağdaş Çin'de bir kez daha temel konular haline geldi. Kırsal ekonomi büyük ölçüde kentsel ekonomiye ve kentleşme sürecine bağımlı olduğu için kentlere büyük ölçekte çiftçi göçü yaşanmış ve bu göçmenler yeni bir kentli işçi sınıfına dönüşmüşlerdir. Çiftçiler kırsal toprak ilişkilerinden ayrılarak kıyı ve kentsel sanayi ve ticaret için ucuz iş gücü haline geldiler. Bu süreç günümüzdeki kırsal sorunla yakından ilişkilidir. 

Devletin rolü

Reform dönemindeki Çin'i anlamak için bir diğer önemli faktör Çin devletinin doğasının ve evriminin nasıl anlaşılacağıdır. Pek çok tarihçinin gösterdiği gibi, Giovanni Arrighi, "Adam Smith Pekin'de" adlı yeni kitabında, Doğu Asya'nın zengin ve uzun bir ulusal gelenekler ve devletlerarası ilişkiler geçmişine sahip olduğunu ileri sürüyor:  "Ulus devletlerin ve devletler arası sistemlerin aksine, ulusal pazarlar bir Batı icadı değildir. … 18. yüzyıl boyunca, en büyük ulusal pazar Avrupa'da değil, Çin'deydi.” Ayrıca, çağdaş Çin'in ekonomik gelişiminin itici güçlerini, özellikle de yabancı yatırım için çekiciliğini de analiz etti. Şöyle dedi: "Çin Halk Cumhuriyeti'nin yabancı yatırımlar için asıl çekici tarafı bol ve ucuz işgücü kaynakları değildir. ... Asıl çekici olan, çalışanların sağlık, eğitim ve özyönetim yetenekleri açısından yüksek niteliklere sahip olmaları ve Çin içinde üretken hareketlilik için ortamının hızla genişlemesidir." (Çince versiyon, sayfa: 323-324, 354) Arrighi'nin açıklamasına göre, Smith kendiliğinden oluşan piyasa düzeninin savunucusu değil, devlet düzenlemesine tabi olan bir piyasa anlayışa sahip bir düşünürdü. Benzer bir düşünceye sahip olan Pekin Üniversitesi ekonomi profesörü Yao Yang, Çin'in ekonomik kalkınmasının koşullarını özetlerken Çin'in yürüttüğü reformların başarısı için tarafsız bir hükümet veya tarafsız bir devletin ön koşul olduğunu ileri sürmüştür.

Reformlar sürecinde ulusal kaynaklar önemli bir konudur. Arrighi ve Yao Yang arasındaki tartışmaya ilişkin iki ek açıklama yapmak istiyorum. Arrighi'nin Çin ve Asya ulusal pazarlarına ilişkin anlatısı uzun bir geleneğe dayanmaktadır. Ancak Çin devrimini ve devrimin toplumsal ilişkileri yeniden düzenlediğini hesaba katmadan geleneksel "ulusal pazar"ın otomatik olarak yeni bir ulusal pazara dönüşeceğini düşünmek gerçekçi değildir. Qing Hanedanlığı'nın (1644-1912) sonlarında devlet gücüyle askeri ve ticari bir sistem kurma çabaları ve 1911 Xinhai Devrimi'nden(5) sonra devam eden toprak devrimi, geleneksel ulusal pazardan farklı yeni bir iç ve dış ilişki biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu. Lenin, Sun Yat-sen'in "Ulusal İnşanın Ana Hatları" adlı eserini yorumlarken bu noktaya işaret etmiştir. Yani, sosyalist yönelimli veya halkın geçimi odaklı toprak devrimi ve yeni ulusal plan, tarımsal kapitalizmin gelişmesinin önkoşulunu hazırlamıştır. Modern Çin'in ulusal karakterini tartışırken, bunu Çin devriminin yol açtığı toprak mülkiyeti ilişkileri ve köylü kimliğindeki değişimlerden ayırmak imkansızdır. Örneğin, halk komünü deneyini eleştirenlerle sıkça karşılaşıyoruz. Fakat bu deneyin, aynı zamanda, modern Çin'de toprak ilişkilerindeki değişimlerin bir sonucu olduğu nadiren tartışılmaktadır. Bir yandan aile-aile birimine dayalı küçük ölçekli köylü ekonomisi sona ererken, öte yandan aile, klan ve coğrafi ilişkiler başka bir biçim alarak yeni toplumsal ilişkiler şeklinde örgütlenmiştir. Kırsal reform, komün sisteminin bir reformudur ve, aynı zamanda, bu deneyimle değişen toplumsal ilişkilere dayanıyordu. Başlangıçtaki kırsal reform, devletin öncülük ettiği, tarımsal faaliyetlerin çeşitlendirilmesi ve ürün fiyatlarının ayarlanması merkezli bir reform hareketiydi. Bu reform hareketi aslında, kasaba sanayilerinin geliştirilmesinden kasaba işletmelerine kadar pek çok unsuru miras aldı ve bunların hepsi neoliberalizmin mantığından farklı bir mantıkla yürütüldü.

Yao Yang'a göre, tarafsız hükümet kavramı modern devrim ve sosyalizm tarihinden ortaya çıkmıştır ve onun politik dayanağı tarafsız veya yansız değildir. Çin'in sosyalist pratiği, halkın büyük çoğunluğunun genel çıkarlarını temsil eden bir ülke yaratmaya adanmıştır. Devlet veya hükümet ile özel çıkar grupları arasındaki bağın kopması bu öncüle dayanmaktadır. Teorik olarak konuşursak, bu sosyalist devlet pratiği erken dönem Marksizm'in sınıf teorisinin revizyonundan kaynaklanmıştır. Mao Zedong'un "On Büyük İlişki Üzerine" ve "Halk Arasındaki Çelişkilerin Doğru Ele Alınması Üzerine" adlı eserleri bu yeni devlet teorisinin temelini oluşturur. Sosyalist devlet (piyasa koşulları altında) halkın çoğunluğunun çıkarlarını temsil etmeyi amaçladığından, diğer devlet biçimlerine göre çıkar grupları arasındaki ilişkilerden daha uzaktır. Bu anlamda, yalnızca bunun tarafsız bir devlet olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçtaki-ilk reformun başarısının ve meşruiyetinin anahtarı budur. Bu öncül olmadan, farklı toplumsal sınıfların devletin teşvik ettiği reformun onların çıkarlarını temsil ettiğine inanması zor olacaktır. Ancak, tarafsızlaştırma terimi aynı zamanda “tarafsızlık” kavramının yaptığı çağrışımını da gölgelemektedir; yani devletin temsil ettiği çıkarların evrenselliği Çin devrimi ve sosyalist pratik temeline dayanmaktadır. En azından başlangıçta, reformun meşruiyeti tam olarak sosyalist devletin temsil ettiği çıkarların evrenselliği ilkesinden geliyordu.

Çin devletinin doğasını tek bir tanımla ifade etmek zordur; çünkü içinde farklı gelenekler bulunmaktadır. Reform sürecinde insanlar bu gelenekler arasındaki çelişkileri ve mücadeleleri tanımlamak için sıklıkla reform ve karşı-reform, ilerleme ve muhafazakârlık kavramlarını  kullandılar. Ancak dinamik bir tarihsel perspektiften bakıldığında, bunlar arasındaki karşılıklı koordinasyon, denge ve denetimler ve çelişkiler de önemli bir rol oynamaktadır. Sosyalist dönem boyunca, iki veya daha fazla gücün yükselişini ve düşüşünü ve ayrıca "aşırı sol" veya "aşırı sağ"ın aşıldığını gördük. Piyasa odaklı reformlar ana akım haline geldiğinde, ülke içinde, parti içinde ve tüm toplumsal alanda sosyalist güçlerin denge ve denetimi olmazsa ülke hızla çıkar gruplarına yakınlaşacaktır. 1980'li yılların ortalarında özelleştirme teklifi gündeme geldi, ancak sistem içinde ve dışında şiddetli bir dirençle karşılaşıldı. Sonuç olarak, önce piyasa mekanizmasının oluşturulması görüşü hakim oldu. Çin'in Rusya'nın uyguladığı şok terapisinden uzak durmasının temel nedeni budur. Başka bir ifadeyle, sosyalist dönemde biriktirilen toplumsal kaynaklar bu dönemde sosyal politikalar üzerinde kısıtlayıcı bir etkiye sahip olmuştur. Bu anlamda bile, bu kritik güçleri reform karşıtı olarak nitelendirmemiz zordur. Aslında benzer olguları 1990'lı yıllarda ortaya çıkan ideolojik tartışmalarda da görebiliriz: Kalkınmacılığa yöneltilen eleştiriler, sonunda bilimsel kalkınma ya da alternatif kalkınma kavramının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Çin toplumundaki genel yorgunluk ve yolsuzluğa karşı direnç aynı zamanda sistem reformunu teşvik eden itici güçlerden biridir. Yukarıda belirtilen tarafsız olmayan güçler ve bunların karşılıklı ilişkileri devletin tarafsızlığını destekleyen faktörlerdir.

Çin'in yürüttüğü reformda yetenek stratejileri, eğitim reformu ve diğer ekonomik politikaların uygulanması vb gibi anmaya değer birçok deneyim var. Ancak yukarıda anılanların en temel yönler ve bu nedenle sıklıkla göz ardı edildiğini düşünüyorum. Bu noktalar, aynı zamanda, Çin'in 20. yüzyıldaki eşsiz deneyiminin de bir parçasıdır.

Egemenlik yapısındaki değişimler

Küreselleşme, bölgeselleşme ve piyasalaşmanın yeni koşulları altında, yukarıda belirtilen durumlar aynı zamanda önemli zorluklarla da karşı karşıyadır: Toplumsal ilişkilerin, ekonomik faaliyetlerin ve siyasal oluşumların temelleri değişmektedir. Yeni tarihsel koşulları ve bu koşulların hangi yönde değiştiğini kavrayamazsak yeni ve etkili mekanizmalar ve politikalar oluşturmak zor olacaktır. Bu değişimleri anlayabilmek için çağdaş dünyadaki bazı yeni eğilimleri özetlemek gerekiyor.

Birincisi, küreselleşme eğilimi içinde geleneksel egemenlik biçimi büyük değişimler geçiriyor. Mevcut küreselleşme süreci esas olarak iki yönde aksetmektedir. Birincisi, sermayenin ulusötesi hareketi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ulusötesi üretim, tüketim ve hareketlilik, ticaret ve yatırımların oluşturduğu büyük ölçekli göç ve piyasa bağımlılıkları ve çeşitli risklerin küreselleşmesidir.İkincisi, sermayenin uluslararası hareketini yönetmek ve buna cevap vermek ve riskleri kontrol etmek için oluşturulan yeni uluslararası düzenleyici mekanizmalardır; DTÖ, AB ve diğer uluslararası veya bölgesel örgütler bunlara örnek olarak verilebilir. Birincisi daha çok anarşik bir güce benzerken, ikincisi bu anarşik gücü koordine eden veya kontrol eden bir mekanizmadır. Bu iki güç aynı anda çalışır.

Bu önemli değişimlerle birlikte, ulusal egemenliğin biçiminin değişmesi de kaçınılmazdır: İlk açıdan bakıldığında, 1980'lerin sonlarından itibaren Çin giderek ihracata dayalı bir ekonomi haline geldi. Üretimin ulusötesileşmesi Çin için "dünyanın fabrikası" statüsünü, emeğin ve kaynak tahsisinin tamamen farklılaşmasını, kıyı ile iç kesimler ve şehirler ile köyler arasında yeni bir ilişki biçimi yaratmıştır. Finansal sistemin kademeli olarak açılmasıyla birlikte döviz rezervleri dünyada birinci sıraya yükselmiş, ekonomik kalkınma büyük ölçüde uluslararası pazara, özellikle ABD pazarına bağımlı hale gelmiştir. "Chimerica" (Çin-Amerika kelimelerinden oluşan bir benzetme, kelimelerin kaynaştırılması, K. Kızlak)​​ kavramı belki biraz abartılı olabilir; ancak nispeten bağımsız bir ulusal ekonominin bir ölçüde bağımlı bir ekonomiye dönüşmesi açısından bu kavramın güçlü bir anlamı vardır.

İkinci konuya gelince, Çin, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer uluslararası antlaşma ve anlaşmalara katılmış ve çeşitli bölgesel örgütlerde aktif olarak yer almıştır. Geleneksel egemenlik kavramı artık Çin'in egemenlik yapısını tanımlayamıyor. Mevcut mali kriz bize sorunun (krizin) ulusal özerkliğin sarsılmasından kaynaklandığını yani herhangi bir yerdeki krizin bizim de krizimiz olabileceğini; krizi aşmak için sadece eski tarz egemenliği yeniden tesis etmenin yeterli olmayacağını göstermektedir (örneğin Çin'in uluslararası ticarette karşılaştığı anti-damping, anti-sübvansiyon ve özel koruma sorunları sadece ulusal egemenlikle çözülemez; uluslararası tahkimle çözülmelidir. Yüksek döviz rezervlerinin barındırdığı risk geleneksel egemenlikle korunamaz ve ayrıca bir tür uluslararası düzenleme ve koruma gerektirir. Salgın hastalıklar ve bunların önlenmesi ve kontrolü de artık uluslararası bir sorundur). Uluslararası işbirliği kaçınılmaz bir seçim haline gelmiştir. Bu nedenle, küreselleşme koşullarında ve açık bir uluslararası ağda yeni bir özerklik biçiminin nasıl oluşturulacağı tarihe başvurulması ancak tekrar araştırılması gereken yeni bir konudur.

İkincisi, devletin rolü sadece küresel ilişkiler alanında değil, aynı zamanda, iç ilişkiler alanında da değişmektedir. Çin'in devlet rolünü tanımlamak için yalnızca "totaliter devlet" kavramını kullanmak devlet rolünün olumlu ve olumsuz yönlerini sıklıkla karıştırmaktadır. Çin'in reformları Rusya'daki gibi bir "şok terapisi" yaşamadı ve devletin ekonomiyi düzenleme yeteneği nispeten güçlü. Çin henüz tamamen neoliberalizm yoluna girmediği için finansal sistem nispeten istikrarlıdır. Çin'in toprak mülkiyeti özelleştirilmemiştir (ancak piyasa koşullarının ihtiyaçlarını karşılamak için nispeten serbestçe dolaşabilmektedir). Bu yalnızca Çin'in kırsal toplumunun güvenlik sistemine düşük maliyetli bir temel sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda, devletin toprak kaynaklarını kullanarak kalkınmayı organize etme ve toprak kar payı/hissesi dağıtma olanağı da sağlamaktadır. Çin'in kamu işletmelerinin sağladığı büyük vergi geliri kriz koşullarında hükümetin düzenleyici kapasitesinin de temelini oluşturmaktadır. Bu konuların hepsi devletin kapasitesi ve istekli olmasıyla ilgilidir. Çin devleti, kırsal krizi aktif olarak çözmek, sosyal güvenlik sistemini yeniden inşa etmek, ekolojik çevreyi korumak, eğitime yatırımı yaygınlaştırmak ve eğitim sistemi reformunu teşvik etmek gibi üstlenmesi gereken sorumlulukları üstlenmelidir. Bu bağlamda, Çin hükümetinin kalkınma odaklı bir hükümetten sosyal hizmet odaklı bir hükümete dönüşmesi gerekiyor. Bu dönüşüm aynı zamanda Çin ekonomisinin ihracata aşırı bağımlılıktan iç talebe odaklı bir ekonomiye dönüşmesini de hızlandıracaktır. 

Bu olumlu sosyal polştşkaların uygulanıp uygulanamayacağı yalnızca devletin iradesine bağlı değildir. 30 yıllık reform döneminin ardından, devlet aygıtı piyasa odaklı reformların yürütcüsü olarak piyasa faaliyetlerinin bir parçası haline gelmiştir, bu faaliyetlerle derinlemesine iç içe geçmiştir. Bugünkü durumu tarafsız devlet kavramıyla tanımlamak doğru değildir. Devlet, toplumdan izole bir varlık olmayıp, toplumsal yapının ve toplumsal çıkar ilişkilerinin içinde yer almaktadır. Günümüzdeki yolsuzluk sorunu sadece yöneticilerin yolsuzluklarını değil, aynı zamanda, sosyal politikalar, ekonomik politikalar ve özel çıkarlar ve çıkar grupları arasındaki ilişkiyi de kapsamaktadır. Örneğin, yüksek karbonlu sanayi ve enerji projelerinin geliştirilmesi çoğu zaman bazı çıkar gruplarının kontrolündedir, hatta onlar tarafından yönlendirilmektedir. Bu çıkar gruplarının kamu politikaları üzerindeki etkisi çoğunlukla kamuoyu tartışmaları, sosyal koruma hareketleri, devlet ve siyasi partiler içindeki farklı gelenekler tarafından sınırlandırılmaktadır. Örneğin 1990'ların sonlarında, üç kırsal sorun üzerine yaşanan büyük tartışma, ülkenin kırsal politikalarının yeniden düzenlenmesini teşvik etti; 2003'teki SARS kriziyle birlikte başlayan sağlık sigortası sistemi hakkındaki tartışma sağlık reformunda bir değişikliğe yol açtı; 2005 yılında başlayan kamuya ait işletmelerin yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışma ve büyük ölçekli işçi hareketi birbiriyle bağlantılı bir dizi politikanın uygulamaya konmasına yol açtı; yolsuzluğun cezalandırılması ve sıkı parti disiplini uygulanması yönündeki çağrılar Çin'in yolsuzlukla mücadele kampanyası için içsel bir itici güç sağladı... Ancak uluslararası çıkar ve yerel çıkar ilişkileri devlet mekanizmasına ve hatta yasa yapım sürecine bile benzeri görülmemiş bir enerjiyle nüfuz etmiştir. Böylesi bir ortamda, ülkenin ve kamu politikalarının az sayıdaki çıkar gruplarının yönlendirmesi ile oluşturulmak yerine geniş kesimlerin çıkarlarını temsil edecek şekilde nasıl şekillendirileceği son derece kritik bir sorun haline gelmiştir. 

Parti millileş(tiril)mesi paradoksu 

Devlet hakkındaki tartışmalar demokratik mekanizmaların oluşturulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Çin'in ulusal sorunlarını tartışırken temel bir paradoksla yüzleşmek gerekir; yani, bir yandan diğer birçok ülkenin hükümetiyle karşılaştırıldığında Çin'in hükümetinin yetenekleri ve kapasitesinin üstünlüğü yaygın olarak kabul edilmiştir. Wenchuan depreminden(6) sonraki afet yardım seferberliğinden mali krizin ardından hızla başlatılan kurtarma planına, Olimpiyat Oyunları'nın başarılı bir şekilde düzenlenmesinden yerel yönetimlerin kalkınmayı organize etme ve krizleri aşmadaki etkinliğine kadar hepsi Çin'in devlet kapasitesinin olağanüstü avantajlarını göstermektedir. Ancak diğer taraftan, çeşitli kamuoyu yoklamaları halkın hükümetten memnuniyetinin yüksek düzeyde olduğunu göstermesine rağmen, bazı bölgelerde ve belirli dönemlerde yetkililerle halk arasındaki çelişkiler son derece keskinleşmekte, farklı düzeylerdeki hükümetlerin yönetişim yetenekleri ve bütünlüğü sorgulanmaktadır. En kritik konu ise bu tür çelişkilerin çoğu zaman meşruiyet krizi düzeyine çıkarılıp tartışılmasıdır. Bunun aksine, bazı ülkelerde devletin kapasitesi azalsa, hükümet atıl olsa, ekonomi çökse, sosyal politikalar uygulanamasa da, sistemik bir siyasi kriz yaşanmamaktadır. Bu konu, siyasi meşruiyet kaynağı olarak demokrasi ile yakından ilişkilidir.

1980'lerde demokrasi meselesi oldukça basit görünüyordu. Demokratikleşmenin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, bir yandan demokrasi hâlâ siyasi meşruiyetin en önemli kaynağı olmaya devam ediyor. Diğer yandan ise, Batı demokrasisini kopyalamak Asya'da 1980'lerde ve 1990'larda olduğu kadar cazip değil.  1989 sonrası Doğu Avrupa, Orta Asya ve diğer bazı bölgelerde ortya çıkan demokratikleşme dalgası, yeni ortaya çıkan demokrasi krizleri ve “renkli devrimlerin” sönmesiyle birlikte gücünü kaybetti. Aynı zamanda, Batı toplumlarında ve üçüncü dünya demokrasilerinde (Hindistan gibi) demokrasinin içinin boşaltılması genel bir demokratik krize dönüşmeye başladı. Demokrasinin krizi piyasalaşma ve küreselleşme koşullarıyla yakından ilişkilidir: Birincisi Dünya Savaşı sonrası siyasal demokrasinin başlıca biçimi çok partili veya iki partili parlamenter sistemdir. Ancak piyasa koşullarının etkisiyle siyasi partiler erken demokrasilerdeki temsiliyet yeteneklerini ve güçlerini giderek yitirmektedirler. Oy kazanmak uğruna, siyasi partilerin siyasal değerleri giderek daha da bulanıklaşıyor ve temsili demokrasi giderek sadece bir isimden ibaret hale geliyor. İkincisi, küreselleşme nedeniyle demokrasi ile devlet arasındaki ilişki de zorluklarla karşı karşıyadır: Ekonomik ilişkiler ulusal ekonominin geleneksel kapsamının ötesine geçtikçe, bir ülkede yapılması gerekenler üzerinde uzlaşmaya varmak zorlaşıyor ve ülkenin siyasi düzenlemeleri uluslararası sisteme uyum sağlamak zorunda kalıyor. Üçüncüsü, siyasi partiler çıkar grupları haline geldikçe ve hatta oligarklaştıkça, biçimsel demokrasi giderek tabandan kopuk bir siyasal yapıya dönüşüyor. Alt sınıfların çıkarları siyasal alanda ifade edilemediği için alt sınıflar anarşik meşru müdafa eylemlerine yönelmektedir (örneğin Hindistan'da "Maoizm"in yükselişi gibi). Birçok alanda devletin kendisinin bile içinin boş olduğu için biçimsel demokrasiden bahsetmeye gerek dahi yok. Dördüncüsü, seçim süreci çok fazla para ve finansal kaynağa dayandığından, farklı demokratik ülkelerde yasal ve yasadışı olmak üzere iki tür seçim yolsuzluğu oluşmuştur ve bu da seçimlerin güvenilirliğini zedelemektedir. Bu, demokratik değerlerin gerilediği anlamına gelmez. Soru şudur: Ne tür bir demokrasi ve demokrasi biçimine ihtiyaç var? Demokrasi nasıl sadece boş bir biçim olmaktan çıkarılıp önemli çağrışımlara ve değerlere sahip hale getirilebilir?

Çin'in siyasi sistemi de önemli değişikliklerden geçiyor. Bunlardan biri politik taraflarının rolünün değişmesi. 1980'lerde siyasal reformun hedeflerinden biri de partiyle hükümeti ayırmaktı(7). 1990'lardan sonra parti ve hükümetin ayrılması artık popüler bir slogan değil. Belirli uygulamalar ve kurumsal düzenlemeler açısından parti ve hükümetin bütünleşmesi daha yaygın bir olgu haline geldi. Bu olguyu siyasi partilerin millileş(tiril)mesi eğilimi olarak özetliyorum. Bu eğilimin neden ortaya çıktığı derinlemesine analiz edilmeye değer bir konudur. Geleneksel siyaset teorisine göre siyasi partiler, halkın iradesini temsil eder ve mecliste verilen mücadele ve yürütülen tartışmalar yoluyla, yani usûl demokrasisi yoluyla, ülkenin kamuoyunu oluştururlar. Çin'de Komünist Parti liderliğindeki çok partili işbirliği sistemi de çeşitli siyasi partilerin temsiliyetine dayanmaktadır (Çin'de 8 siyasi parti daha vardır; fakat bunlar daha çok bir düşünce kulubü gibi faaliyet gösterir, K. Kızlak). Ancak piyasa toplumu koşullarında devlet aygıtı ekonomik faaliyetlere doğrudan katılmakta ve devletin farklı organları ile özel çıkarlar-çıkar grupları arasındaki ilişkiler iç içe geçmektedir. Reformun ilk başlarındaki "tarafsız devlet" şimdi bir dönüşüm geçiriyor. Siyasi partiler ekonomik faaliyetlerden nispeten uzak oldukları için toplumun iradesini görece özerk ve "tarafsız" bir şekilde ifade edebiliyorlar. Örneğin yolsuzlukla mücadele büyük ölçüde parti mekanizmasının etkin bir şekilde işletilmesine bağlıdır. 1990'lı yıllardan itibaren devletin iradesi esas olarak "Üç Temsil"den(8)  "Uyumlu Toplum"a(9) ve "Kalkınmaya Bilimsel Bakış"a(10) kadar parti hedefleri üzerinden ifade edilmeye başlanmıştır. Bu sloganlar artık doğrudan siyasi partiyi temsil etmiyor. Bunun yerine, tüm halkın çıkarlarına hitap ediyor. Bu anlamda siyasi partiler egemenliğin çekirdeği haline geldi.

Ancak siyasi partilerin millileş(tiril)mesi aynı zamanda iki zorluğu da beraberinde getirmektedir. Birincisi, siyasi partilerle devlet arasındaki ayrım tamamen ortadan kalkarsa, siyasi partilerin de devlet gibi piyasa toplumunun çıkar ilişkilerine dahil olmasını hangi güçler ve mekanizmalar engelleyebilir? İkincisi, geleneksel siyasi partilerin evrensel temsilini (ve erken sosyalist ülkelerin tarafsızlığı) sağlayan şey onların kendilerine özgü siyasi değerleridir. Siyasi partilerin millileş(tiril)mesi ise partilerin siyasi değerlerinin zayıflatılması ve dönüştürülmesi anlamına gelir. Eğer "tarafsız devlet" olma hedefi siyasi partilerin değerleriyle yakından ilişkiliyse, yeni koşullar altında Çin'in evrensel temsiliyetini koruyabilmesini sağlayacak mekanizma nedir? Siyasi partiler kendini yenileyebilmek için hangi güce güvenebilir? Sıradan insanların sesi kamusal alanda nasıl yankı bulabilir?  Gerçek ifade özgürlüğü, istişare mekanizmaları ve yetkililer ile kamuoyu arasındaki etkileşim aracılığıyla devletin ve siyasi partilerin temel çizgileri ve politikaları sürekli olarak nasıl ayarlanabilir? En kapsamlı demokrasiyi oluşturmak için yerel ve dış güçler bir araya nasıl getirilebilir? Bunlar siyasi partilerin kendini yenilemesi konusu tartışılırken kaçınılması mümkün olmayan hususlardır.

Çin'deki siyasal değişim konusunu ele alırken, Çin'in demokratik yolunu kavrayabilmek için bu konuları da dikkate almamız gerekiyor. Özel olarak, dikkate alınması gereken en az üç hususun olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Çin 20. yüzyılda uzun ve derin bir devrim yaşadı. Çin toplumunun adalet ve toplumsal eşitliğe yönelik son derece güçlü talepleri var. Günümüz koşullarında bu tarihsel ve siyasal gelenek demokratik taleplere nasıl dönüştürülebilir? Başka bir ifadeyle, yeni dönemde kitle çizgisi ya da halk demokrasisi nedir? İkincisi, Çin Komünist Partisi çok büyük değişimler geçiren devasa bir partidir ve devlet aygıtıyla giderek daha fazla iç içe geçiyor. Bu parti sistemi nasıl daha demokratik hale getirilir ve siyasi partilerin rollerinin değiştiği koşullarda ülkenin genel çıkarları temsil etmesi nasıl sağlanır? Üçüncüsü, neoliberal piyasalaşmanın yol açtığı "depolitizasyon" durumunu aşmak için toplumun siyasi enerji kazanmasını sağlayacak yeni bir siyasi biçim nasıl oluşturulabilir? Çin açık bir toplumdur; ancak işçilerin, çiftçilerin ve sıradan vatandaşların kamusal hayata katılımı için yeterli alan ve güvence bulunmamaktadır. Sorunun çözümü, sermayenin tekelci gücünü ve taleplerini dizginlemek için toplumun sesinin ve taleplerinin ulusal politika düzeyinde nasıl dile getirilebileceğinde yatmaktadır. Sermayenin özgürlüğü ile toplumun özgürlüğü arasında büyük fark vardır. Bunlar spesifik sorular olmakla birlikte önemli teorik önermeler de içeriyor: Küreselleşme ve piyasalaşma koşullarında Çin Halk Cumhuriyeti'nde siyasal reformun yönü nedir? Açıklık koşullarında Çin toplumunun özerkliği nasıl oluşturulabilir? Evrensel bir demokratik krizin yaşandığı koşullarda bu arayışın küresel önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 

Finansal kriz ve 1990'ların sonu

Çin'in karşı karşıya olduğu zorlukları gözlemlemek için yaşanan mali krizdeki performansını örnek alalım. Mali kriz konusunda Çinli uzmanlar ile kamuoyu farklı görüşlere sahip. Tartışmalardan biri bunun bir finansal kriz mi yoksa ekonomik kriz mi olduğudur? Başlangıçta ikisi iç içe geçmiş gibi görünse de, teoride onları birbirinden ayırmak hâlâ önemlidir. Mali krizin patlak vermesinin ardından, çoğu medya kuruluşu analizlerini ABD'deki subprime mortgage (eşikaltı ipotek, ikinci kalite ipotek kredisi, K. Kızlak) krizi ve finansal spekülasyon üzerine yoğunlaştırdı. Ancak Robert Brenner gibi bazı politik iktisatçılar, bu krizin sadece genel bir mali kriz ve finansal türevler sorunu olmadığını, kök nedeninin aşırı üretimden kaynaklanan bir ekonomik kriz olduğunu belirttiler. Finansal kriz ile ekonomik kriz arasındaki ilişki incelenmeye değer. Şayet sadece finansal türevler sorunuysa, aşırı spekülasyon ve etkili denetim eksikliğinden kaynaklanan bir sorundur. Eğer ekonomik krizse, kapitalizmin kendi yapısal krizi var demektir. Kriz sadece birkaç kişinin yaptığı spekülasyon değil, aynı zamanda, kriz üreten üretim biçiminin de bir sorunudur. Aslında ikisi birbiriyle ilişkilidir. Mali krizin üretim biçimiyle ilişkili olmaması mümkün değildir. Çin'deki durum ABD'dekinden farklıdır. Kriz esas olarak reel ekonomide yoğunlaşmıştır. Ekonomik yapının büyük oranda uluslararası pazara bağımlı olması ve iç tüketimin ciddi oranda yetersiz kalması nedeniyle, ekonomik büyüme ulusal teşvik planları ve vergi indirimleri ile sürdürülmüştür. Fakat sosyal güvenlik ve toplumsal eşitliği iyileştirmeye yönelik bazı uygulamalarla ekonomik yapı değiştirilemez ve iç talep artırılamazsa yeni kapasite fazlası yaratılması kaçınılmazdır. Finansal alanda bile bu iki konu iç içe geçmiş durumda. Örneğin, Çin'in yüksek döviz rezervleri ve satın alınan ABD Hazine tahvillerinin güvenliği sorunu çok dikkat çekti. Bu sorunun oluşumu sadece ihracata fazla bağımlı ekonomik yapı ve ABD dolarının hegemonyasıyla ilgili değildir. Aynı zamanda, RMB'nin (Yuan) değer kazanacağı beklentisiyle uluslararası spekülatörlerin yaptığı finansal spekülasyonlardan da kaynaklanmaktadır. Gerçek ekonomik kriz, finansal krizle bağlantılıdır ve birbirinden net bir şekilde ayrılamaz.

Bir diğer tartışma ise yaşanan krizin döngüsel mi yoksa yapısal mı olduğudur. Şimdi iki durumun da iç içe geçtiği görülüyor. Döngüsel kriz olarak adlandırılan durum ekonominin toparlanıp kriz öncesi durumuna dönebileceğini ifade eder. Yapısal kriz ise eski yapıya dönme olasılığının düşük olduğu ve yapısal değişimler yaşanacağı anlamına gelir. Mevcut bakış açısına göre ekonomik durum düzelecektir. Dolayısıyla krizin döngüsel özellikleri vardır; ancak eski yapıya dönmesi mümkün olmayabilir. Örneğin, finansal sistem neoliberalizmin en revaçta olduğu dönemindeki modele geri dönecek mi? Krize yanıt verme sürecinde Avrupa ve ABD'deki finans kuruluşları büyük çaplı kamulaştırmalara maruz kaldı ve hükümetler ekonomiye ve finansal yapıya yoğun müdahalelerde bulundu. Hükümet teşvik planını ayarlamaya ve bankacılık sisteminden çekilmeye başlasa bile, finansal sistemin tamamen orijinal modele dönmesi pek olası görünmüyor. Örneğin, çevre krizleri, enerji sorunları ve kalkınma sürecinde bozulan toplumsal ilişkilerin onarılması zorunluluğu nedeniyle, yırtıcı-yağmacı kalkınma yöntemleriyle desteklenen yüksek hızlı ekonomik büyümenin sürdürülmesi zordur. Sıradan işçilere karşı sergilenen toplumsal muamelenin düzeltilmesi ve ekolojik çevrenin kademeli olarak iyileştirilmesi süreci geri dönülebilir hedefler değildir. Son dönemde ABD'de atmosferik ısınma, enerji tasarrufu ve emisyon azaltımı konuları gündeme geldi. Çevre sorunları giderek uluslararası politikanın önemli bir konusu haline gelmektedir. Çin'de bazı kişiler, bunun yeni bir emperyalizm içerdiği konusunu gündeme getirdiler. Gelişmiş ülkelerin çevresel sorunları Üçüncü Dünya ülkelerine baskı yapmak ve kendi sorumluluklarından kaçmak amacıyla kullandıkları doğrudur. Ancak iklim değişikliğinin evrensel etkisi de yadsınamaz. Atmosferin ısınma sorunu çok ciddi ve hızı da çok yüksek. Buzullar eriyor, sulak alanlar yok oluyor, bazı bölgeler çölleşiyor, nehirler ve göller ciddi şekilde kirleniyor ve su kaynakları kıt hale geliyor. Bu sorunlar, orijinal yaşam biçiminin sürdürülemeyeceği anlamına geliyor. Uzun zamandır bu alanda araştırmalar yapan Dr. Wen Jiayun, güneş enerjili su ısıtıcıları ve kırsal biyogaz sindiricilerinin kullanımını örnek olarak aldığı makalesinde Çin'in enerji tasarrufu ve çevre koruma konusunda aslında çok fazla çalışma yaptığını ortaya koydu. Buna paralel olarak, geçtiğimiz dönemde temiz kömür enerjisi teknolojisi giderek ön plana çıkmış, rüzgar enerjisi üretimi de hızla gelişmiştir (ancak bazıları ikinci gelişmenin -rüzgar enerjisi- körü körüne girişim olgusu olduğunu söylemektedir). Ancak sorun şu ki, kalkınmacı ve tüketimci yaklaşım Çin'in kalkınma modeli üzerinde hâlâ derin bir etkiye sahip ve çevresel baskıyı daha hızlı bir şekilde artırıyor.

Yukarıdaki perspektiften bakıldığında ihracata dayalı ekonominin değişmesi kaçınılmazdır. Birincisi, uzun vadeli ekonomik risklerden kaçınmak amacıyla, ekonominin ihracata aşırı bağımlı durumunu değiştirmek için iç talebi canlandırmak kaçınılmaz olarak ekonomik yapıda değişikliklere yol açacaktır. İkincisi, küresel piyasa koşulları altında, yeni küresel ekonomik yapıya uyum sağlamak ve doğal kaynakların aşırı yoksunluğuna çözüm bulmak  için ihraç ürünlerinin iyileştirilmesi de gereklidir. Üçüncüsü, ABD'nin ekonomik statüsünün uzun vadede aşamalı olarak gerilemesiyle birlikte, küresel ekonomik ilişkilerin önemli değişikliklere uğraması ve bu değişimin iç ekonomik ilişkilere yansıması kaçınılmazdır. Örn. ABD dolarının statüsünün değişmesi, RMB'nin (Yuan) uluslararası ödemelerdeki statüsünün güçlenmesi ve bölgesel ticaretin öneminin artması gibi gelişmelerin hepsi ekonomik yapının değişeceği anlamına geliyor. Bu değişimler genel konjonktürel değişimler değil, daha ziyade, küresel ve yapısal değişimler de olabilir. Şimdi Çin ekonomisi dip noktaya ulaşma sinyalleri veriyor. Yapısal bir düzenleme yapılmazsa hızla yeni bir yapısal krizle, özellikle de finansal sistemin istikrarsızlığı ve aşırı kapasitenin yol açtığı diğer sosyal sorunlarla karşılaşacak. Sadece ekonomik krizle başa çıkabilmek için bile kapsamlı bir sosyal güvenlik sisteminin yeniden kurulması, çevresel mühendisliğin düzeyinin yükseltilmesi, ekonomik yapının iyileştirilmesinin teşvik edilmesi, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki organik etkileşimin ve eşit ilişkinin yeniden kurulması, eğitime yatırımın artırılması, körü körüne kalkınmacılıkla tahrip edilen toplumsal ilişkilerin onarılması ve geliştirilmesi kaçınılmazdır. Bunlar kısa vadeli sorunlar değil uzun vadeli ve yapısal sorunlardır.

Tarihsel olarak bakıldığında, büyük çaplı bir ekonomik krizin ardından toplumsal sistemler ve toplumsal eğilimlerin buna uygun değişimlere uğradığı görülür. Ekonomik krizler yeni toplumsal politikaların ortaya çıkmasına yol açabilir. Fakat çoğu zaman savaşların, devrimlerin ve toplumsal hareketlerin de yan ürünüdür. Köylü hareketleri, işçi hareketleri, sınıf mücadeleleri gibi büyük ölçekli eski toplumsal hareket modeli bir dönüşüme uğramış gibi görünüyor. Yerel savaşlar olsa da, bunlar iki dünya savaşına benzeyen savaşlar değil. Yerel savaşlar 20. yüzyılın fırtınalı devrimlerini tetiklememiştir; yeni bir direniş türünü başlatmıştır. Çin'de kamu işletmeleri reformuyla ilgili anlaşmazlıklar uzun yıllardır sürüyor. Uzun süredir etkili çözüm yolları bulunamaması nedeniyle, bazı çıkar grupları ve taban hükümetleri (yerel yönetimler demek istiyor, Kamuran Kızlak) son dönemde toplumsal mücadelelerde şiddete yol açan özelleştirme planlarını zorla uygulamaya koydu. Bölgesel farklılıklar, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki farklılıklar, zengin ve fakir arasındaki farklılıklardan kaynaklanan etnik çatışmalar da erken dönem toplumsal hareketlerin yerini hedefsiz toplumsal intikamın aldığının sinyallerini veriyor. Politik açıdan bakıldığında, ekonomik krizlerle siyasal değişimler arasındaki ilişki belirsizdir, kesinliği kuşkuludur. Örneğin ABD'de Obama başkan seçildi ve sağlık sigortası planını destekledi. Başarılı olsun ya da olmasın, en azından belli bir ölçüde sol yönelimli bir hareket ortaya koydu; ancak nihai sonuçları pek de iyimser değil. Avrupa siyasi olarak sağa yöneliyor. Sarkozy, Merkel ve Berlusconi'nin seçimleri bunun açık örnekleridir. İngiliz İşçi Partisi karışıklık içinde ve partinin sol olup olmadığını söylemek zor. Kuzey Kore ve İran'daki son olaylar jeopolitiğin bir devamıdır. Bu bağlamdaki büyük değişiklikleri nasıl analiz edebiliriz? En önemli şey hangi liderin değiştiği değil. Görünüşte ilerici bir lider seçilse bile, uluslararası arenada nasıl bir rol oynayacaklarını belirlemek zordur.

Ekonomik krizin yol açtığı en olumlu değişimlerden biri neoliberalizmin mutlak egemenliğinin azalmasıdır. Neoliberalizmin hegemonyası 1980'lerde giderek güçlendi ve 1990'larda zirveye ulaştı. Ancak Kosova Savaşı ve 11 Eylül 2001 Olayı (ABD'de Dünya Ticaret Merkezine yapılan uçak saldırısı, Kamuran Kızlak) sonrasında neoliberalizm ve neoliberal emperyalizm küresel ölçekte büyük meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. Bu krizde neoliberalizmin hegemonyası yaygın biçimde sorgulanmaya başlandı. Ekonomik krizin ortaya çıkmasıyla birlikte, neoklasik ekonomiyi merkeze alan bir dizi teori artık toplumun genelinde mutlak güven uyandırmıyor. Bu, neoliberalizmin etkisinin hızla azalacağı ya da sonuçlarının hızla ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Aslında neoliberalizmin sonuçları uzun süre bizimle olacak. Ancak egemenliği iyice sarsılmış, toplumsal bilinçte ve siyasal değerde yeni bir kalkınma modeli arayışı belli bir ölçüde yükselmiştir. Neoliberalizmin bazı temel değerleri üzerindeki tartışmalar (düşüş bağlamında) sürecektir.

Bir diğer önemli değişim ise jeopolitik ilişkilerde yaşanıyor. Jeopolitik ilişkilerin ve küresel güç ilişkilerinin dönüşümü uzun vadeli bir süreçtir; ancak ekonomik kriz bir dönüm noktası olacaktır. Kapitalist tarih açısından bakıldığında, geçmişteki her büyük krize güç ilişkilerindeki değişimler eşlik etmiştir. Örneğin, ABD'nin hegemonyası Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Sovyetler Birliği'nin hegemonyası ise İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yavaş yavaş kurulmuştur. Soğuk Savaş iki hegemonun egemen olduğu bir yapıydı. Bu yeni hegemonyaların kurulmasıyla eski hegemonik sistem geri dönülmez biçimde gerilemiştir. Günümüzde artık basit emperyalizm ve sömürgecilik çağı yaşanmıyor; yeni jeopolitik ilişkilerin ve güç ilişkilerinin dönüşümünü analiz etmek gerekmektedir. Örneğin mali krizde ABD dolarının hegemonyası tamamen sarsılmamış ama zayıflamıştır ve düşüşü uzun vadeli bir süreç olacaktır. Hillary Clinton Çin'i ziyaret ettiğinde Wen Jiabao (dönemin Çin Başbakanı), Çin'in ABD'deki varlıklarının güvenliği konusundaki "endişelerini" açıkça dile getirdi. Çin liderlerinin kaygıları gerçektir ve kaygının temel kaynağı bağımlı ekonomik ilişkilerdir. Ancak dışarıdan bakıldığında, gelişmekte olan bir ülkenin yöneticilerinin hegemonik para birimi konusundaki endişelerini ABD liderlerine bu kadar açık bir şekilde dile getirmeleri on yıl önce imkânsızdı. Çin'in dolara olan güveni sarsılır ve bağımlı ekonomik modelini değiştirme çabaları başarılı olursa, bunun ABD hegemonyası üzerinde derin bir etkisi olması kaçınılmazdır. Kriz öncesinde Çin'in finansal sistem reformu neoliberalizm yönünde değişiyordu. Ancak finansal kriz sırasında Çin bankaları dünyanın piyasa değeri en yüksek bankaları haline geldi ve Çin'in bankacılık sistemi de nispeten istikrarlı bir bankacılık sistemiydi. Başka bir deyişle, ABD ve Avrupa'nın mutlak merkez olduğu ekonomik-finansal sistem zorluklarla karşı karşıyadır. Çin ekonomisinin belli bir modeli olup olmadığı artık tartışılan bir konu Ancak modeli tartışmanın önemi eski modele ve eski hegemonyaya şüpheyle yaklaşmaktan kaynaklanmakdadır. Bu yüzden diğer bölgelerdeki insanlar çoğu zaman Çin modeline Çinlilerden daha fazla ilgi duyuyorlar. 

Son birkaç yüzyıldır küresel güç merkezi birçok kez değişti, ama her seferinde Batı'da oldu. Bu sefer farklı. Avrupa ve ABD ağır zorluklarla karşı karşıya kalırken, Asya'nın, özellikle Çin'in durumu değişti. ABD uzun süre önemli bir hegemon olmaya devam edecek. Ancak artık mutlak bir hegemon değil ve kaçınılmaz olarak giderek gerileyen bir hegemon güç olacak. Uzun vadede bu değişimin küresel etkisi büyük olacak. Değişimlerin sadece Çin'de yaşanmadığını belirtmekte fayda var. Bir süre önce BRICS toplantısı ve Şanghay Altılısı Toplantısı yapılmış, küresel sorunlara ilişkin görüşleri ortaya konmuştu. BRICS konusunda yapılan tartışmalarda büyük anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları var; ama bu kavramın eski dünya düzenine meydan okuma olduğu da ortada. Çin'in yerel para birimi üzerinden yapılan dış ticaretinin oranı artıyor. Bu ikili ödeme modelinin önemi iki taraflı olmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda küreseldir. Bu da mevcut hegemonyaya meydan okumak anlamına gelir. Çin'in yerel para birimi üzerinden yapılan dış ticaretinin oranı artıyor. Bu ikili ödeme modelinin önemi yalnızca ikili çözüm olmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda küreseldir. Bu da mevcut hegemonyaya meydan okuma anlamına geliyor.

Ekonomik büyümenin odak noktası Pasifik bölgesine veya Doğu Asya'daki büyük ekonomilere kaydıkça, dünyadaki güç ilişkileri yapısal değişimlere uğruyor. Çin'in ekonomik büyümesi ekonomik kriz koşullarına nispeten yavaşlamış olsa da hâlâ dünyanın en hızlısı. Bu büyüme oranı dünya ekonomisi açısından olumlu bir gelişme olmakla birlikte, salt ekonomik büyümenin Çin'in yapısal uyum sürecinde bazı sorunları da beraberinde getirdiği görülüyor. Çin'in hızlı ekonomik büyümesi münferit bir olgu değildir. Diğer bölgelerle karşılaştırıldığında Doğu Asya bölgesinin tamamı hızlı büyüyen bir bölgedir ve bu bölgenin ekonomik entegrasyonu da hızlıdır. Çin'in yükselişi, Çin'in ABD'nin yerini alacağı anlamına gelmiyor. Ancak Çin'in ve bu bölgenin dünya ekonomisinde artan ağırlığı, geleneksel üç-dünya düzenini değiştirecek ve çok kutuplu bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunacak. Bu mali kriz bir dönüm noktası niteliğinde bir olaydır. Genel bir düzenleme değil, büyük bir yapısal değişimin bir halkasıdır.

Özellikle dikkate değer olan şey, halihazırda dünya hegemonik yapısının yalnızca saf ekonomik hegemonya ve ekonomik yapı değil, aynı zamanda, bir dizi siyasi ve toplumsal ilişkiler ve kültürel değerden oluşmasıdır. Günümüzde ekonomik yapısal uyum süreci başlamış olup, kültürel ve siyasal değişimler daha yaratıcı çalışmalar gerektirmektedir. Yeni modellerin ve toplumsal ilişkilerin ortaya çıkması doğal bir oluşum süreci değildir; insanlar tarafından biçimlendirilmesi gerekir. Bu krizin getirdiği yapısal değişiklikler yalnızca jeopolitik ilişkilerdeki değişikliklerden ibaretse, bu durumda, hegemonik ilişkilerdeki değişimden başka bir şey değildir. Bugün tartışılması gereken çok önemli soru şudur: Çin nasıl bir uluslararası statü istiyor? Çin ne tür toplumsal ilişkiler istiyor? Nasıl bir siyasi kültür istiyor? Başka bir ifadeyle, ekonomik kriz ile yeni siyaset ve yeni kültür arasındaki ilişkiyi düşünmemiz gerekiyor. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasında Çin'de ortaya çıkan Yeni Kültür Hareketi'nin yeni bir siyasetin doğuşuna öncülük etmesi gibi, bugün de mali krizle siyaset arasındaki ilişkiyi sorgulamamız gerekiyor.  

Çin ekonomisi büyüdükçe daha geniş uluslararası işbirliklerine ve pazarlara açılma arayışına giriyor. Çin'in Afrika ve diğer bölgelerdeki varlığı Batı'da çok fazla tartışmaya ve kaygıya neden oldu. Peki Çin, ekonomik küreselleşme sürecinde alternatif bir kalkınma yolu bulmanın yanı sıra, Batı'nın diğer bölgelerde izlediği yolu tekrarlamaktan kaçınabilir mi? Bu önemli bir zorluktur. Çin bir zamanlar enternasyonalizm geleneğine sahipti ve Üçüncü Dünya'nın kaderi konusunda çok endişeliydi. Çin'in Üçüncü Dünya'da, özellikle Afrika ve Latin Amerika'daki itibarı hâlâ bu gelenekten yararlanıyor. Bu geleneklerin piyasalaşma ve küreselleşme koşullarında hâlâ rol oynaması mümkün müdür? Kapitalist ekonominin kendisi genişleyicidir ve enerji ve diğer kaynaklara olan talebi hem küresel ölçekte hem de ülke içinde genişleyicidir. İşte bu anlamda Çin'in modern enternasyonalizm geleneğinin yeniden önerilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrim ihraç eden türden bir enternasyonalizmden değil üçüncü dünya ülkelerinin bekası, gelişmesi ve sosyal haklarına yönelik samimi bir ilgi ve saygı ile küresel ölçekte eşitlik, demokrasi ve ortak kalkınma yolunun araştırılması anlamında bir enternasyonalizmden söz ediyorum. 

Uluslararası statü sorunları iç ilişkilerdeki değişiklerle ilgilidir. Çin ne tür bir iş kültürü ve siyasal kültür geliştirmeli? Bu, Amerikan hegemonyasından nasıl farklı olacak? Bu erken dönem kapitalizmden farklı olmalı. Piyasa, kültür ve politikada önemli bir rol oynar, ancak piyasa mantığı tahakküm mantığına dönüştürülemez. Ekonomik sistem perspektifinden bakıldığında, işçilerin statüsünün önemli ölçüde düzeltilmesi, ekolojik ve doğal çevrenin iyileştirilmesi gerekmektedir. Odak noktası siyaset ve ekonomi arasındaki değişen ilişkidir; ancak bu artık en az tartışılan konu. Mevcut yapısal kriz aynı zamanda eski egemen modelin krizidir. Şimdi yeni bir politika yaratmanın zamanıdır.

1990'lar sona erdi ve 2008 bir sonu işaret etti. 1989 sonrası süreç son yıllarda sona erme belirtileri gösterse de, olayın etkileri hala sürüyordu. Ancak 2008'e gelindiğinde bu sürecin sona erdiği söylenebilir. Küresel ölçekteki işareti, neoliberal ekonomik çizginin büyük bir krizle karşılaşmasıydı. Çin'de bu süreç "14 Mart olayı"ndan(11)  Wenchuan depremine, Pekin Olimpiyatlarından mali krize kadar bir dizi olayla birbirine bağlandı. Çin toplumu kendi küresel konumunu farklı bir şekilde yorumladı ve Çin'in risk yönetim mekanizması farklı biçimler aldı. Batı toplumunda bir süredir Çin'in yükselişi hakkında bir tartışma var. Ancak kriz sırasında insanlar birdenbire Çin'in ABD'den sonra ikinci sırada yer alan ve yüzleşilmesi gereken bir ekonomi haline geldiğini fark ettiler ve bunu beklenmedik bir hızla dile getirdiler. Bu değişim dramatik ve tesadüfi olabilir; ancak kazara değildir. Sorun muhtemelen Çin toplumunun uluslararası toplumdaki yeni kimliğine henüz uyum sağlayamamış olmasıdır. Çin toplumunun piyasalaşma sürecinde biriktirdiği çelişkiler ve küreselleşme sürecinde karşı karşıya kaldığı riskler de eşi benzeri görülmemiş boyutlardadır. Bir önerme olarak, "90'ların sonu"nun gerçek anlamı yeni bir siyaset, yeni bir yol, yeni bir yön arayışıdır. 


Notlar:

1. Yazar Wang Hui, "1989 krizi esas olarak ekonomik bir kriz değil, politik bir krizdi " derken o yıl yaşanan Tiananmen olayı ve o dönem ÇKP yönetimi arasındaki siyasi-ideolojik ayrılıklardan söz ediyor. Dönemin ÇKP Genel Sekreteri Hu Yaobang göstericilerin taleplerini kısmen haklı bulurken, liberal eğilimli başbakan Zhao Ziyang tamamıyla haklı bulmaktaydı. Dönemin en güçlü adamı ve reformların başlatıcısı ve denetleyicisi olan Deng Xiaoping (Dıng Şiyavping) gösterileri sosyalizm ve ÇKP karşıtı, Batı liberalizmi yanlısı olarak görüyor ve bastırılması gerektiğini düşünüyordu. Partinin rolü ve işleyişine dair yapılması gereken reformlar ve özelleştirmeler konusunda da ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktaydı.

2. "Taşları hissederek nehri geçmek": Aslında iki cümleden oluşan bir Çin atasözüdür: "Taşları hissederek nehri geç; adımını temkinli bir şekilde at, sonra bir adım daha". "Temkinli ve istikrarlı olmayı" betimleyen bu ifade-atasözünün bir mottoya dönüşmesi her ne kadar Deng Xiaoping ile ilişkilendirilse de, gerçekte ilk kullanan kişi ÇKP liderlerinden Chen Yun'dur. 1950'de ekonomiyle ilgili bazı kararların olası etkileri hakkında konuşurken sarf etmiştir. Çin liderleri, ekonomik reform sürecinde izledikleri yolu tanımlamak için sıklıkla bu popüler metaforu kullanırlar.

3. Üç kırsal sorun: Çince karşılığıyla "san-nong" sorunu : "tarım-tarımsal üretim" (nongye), "kırsal alan" (nongcun) ve "köylülük" (nongmin). Çince'de san, üç; nong, tarım anlamına gelir. Hu Jintao’nun ilk döneminde, Başbakan Wen Jiabao tarafından 2006’daki Ulusal Halk Kongresinde tanımlanmıştır.

4. Manor: Kelime anlami "malikane"dir ve toprak sahibi soyluya (lord, feodal bey vs) ait büyük bir evi ve çevresinde yer alan geniş arazileri betimlemektedir. Günümüzde Latin Amerika'da bir ailenin sahibi olduğu plantasyonlar buna bir örnektir. Feodalite kalıntısı diye nitelendirmek yanlış olmaz.

5. Xinhai Devrimi: 1911 devriminin antik Çin takvimine göre ifade edilişidir. Dr. Sun Yat-sen önderliğindeki modern reformcular-cumhuriyetçilerin başlattığı hareketin 1911 yılında imparatorluğu feshederek cumhuriyet ilan ettiği devrimdir. Xinhai, antik Çin takviminde miladi takvimin 60 yılına karşılık gelen bir dönemdir ve "(göksel) kökler ve (yeryüzü-yersel) dallar" anlamına gelir. 1911, Xinhai yılının başladığı yıldır ve bu nedenle devrim bu adla anılır.

6. Wenchuan depremi: 12 Mayıs 2008 tarihinde, saat 14:30 civarında Çin'in Sichuan eyaletinde meydana gelen 7,9 büyüklüğündeki depremdir. Depremin merkez üssü Wenchuan adlı küçük yerleşim birimi olduğu için deprem bu adla anılmaktadır. Unesco'nun dünya mirası listesinde yer alan bir bölge olan Sichuan'da meydana gelen deprem 90 bin civarında can kaybına neden olmuştur.

7. Parti ile hükümeti ayırmak düşüncesi 1982-1987 yılları arasında ÇKP Genel Sekreteri olan Hu Yaobang'a ait. Yaşanan sorunların başlıca sorumlusu olarak partideki yozlaşmayı ve liderin sorgulanamaz gücü ve yetkisini görüyordu. Parti ile hükümet ayrılmalı ve böylece partinin ülke yönetimine elini uzatmasının, her şeye müdahale etmesinin önüne geçilmeliydi. Partiyi hükümetten uzak tutmak partideki yozlaşma ve güç istismarının yönetime de taşınmasını önleyecekti. Hu'nun Çin'in siyasi sistemini reforme etmeyi amaçlayan diğer önerileri şunlardı: 

-Politbüro'ya girecek adayların atamayla değil doğrudan seçimle belirlenmesi; 

-Parti içindeki seçimlerde birden fazla adayın yer alması;

-hükümetin şeffaflığının artırılması; 

-Parti politikalarını belirlemeden önce kamuoyuna danışılması; 

-hükümet yetkililerinin hatalarından doğrudan sorumlu tutulması.

Hu, göründüğü kadarıyla, Deng Xiaoping'in reform politikasını yanlış anlamış biriydi. Deng, bırakın Parti'nin gücünü azaltmayı ve zayıflatmayı, daha da güçlendirmeyi ve reformları Parti öncülüğü ve kontrolünde yapmayı planlıyordu. ÇKP'nin iktidarı bırakması bir tarafa, paylaşması bile Deng'in kitabında yoktu. Hu, zamanın liberalizm rüzgarına kapılıp Deng'i rahatsız edecek kadar ileri gitti. Ülkede özellikle üniversitelerde başgösteren -daha sonra Tiananmen faicasına kadar giden- ve Batı tipi bir demokrasi talep eden gösterileri destekleme hatası yaptı. Bu nedenle, Deng tarafından istifaya zorlandı. İstifasının ardından Parti Merkez Komitesi önünde hataları nedeniyle özeleştiri verdi. Bu ağır özeleştiri sayesinde Parti merkez komitesindeki yerini etkisiz biri (boş sandalye) olarak koruyabildi.

8. "Üç Temsil" Teorisi: 2000 yılında Jiang Zemin tarafından formüle edilen "Üç Temsil" Teorisi, Çin Komünist Partisi'nin neyi temsil ettiğine atıfta bulunmaktadır. Buna göre ÇKP;

-İleri üretim güçlerinin gelişme eğilimlerini temsil eder.

-İleri bir kültürün yönelimlerini temsil eder.

-Çin halkının ezici çoğunluğunun temel çıkarlarını temsil eder.

9. "Uyum İçinde-Ahenkli Toplum" (veya son yıllarda kullanıldığı şekliyle "Uyum İçinde-Ahenkli Sosyalist Toplum"): Bu ifade ta Konfüçyüs'ten beri kullanılmaktadır. Çin tarihinde "İlkbahar ve Sonbahar Dönemi" (MÖ 720 - 480) ve "Savaşan Devletler Dönemi" (MÖ 475 - 221) olarak bilinen birbirini takip eden iki 250 yıllık kargaşa dönemlerine ortaya çıkmış bir kavramdır. Konfüçyüs bu iki dönemin ortasında yaşamış (MÖ 551–479) ve (bu dönemde yaşayan düşünürler gibi) en temel arayışı "daha istikrarlı ve barışçıl bir toplum ve yaşam için gerekli kurum, araç ve yasalar" ortaya koymak olmuştur.  Bu yoğun arayışın sonuçlarından biri olan uyum içinde-ahenk kavramı, aralarında çeşitli bakımlardan anlamlı farklılıklar bulunan yüzden fazla devletin (devlet olarak anılmalarına rağmen bunlar aslında küçüklü-büyüklü beylikler) bu farklılıklara rağmen nasıl biraraya gelebileceği ve bir birlik oluşturabileceği sorusuna verilen cevapların bir toplamı veya sonucu olarak kabul edilmektedir. 

Başına "sosyalist" sözcüğü takılarak kullanıma sokulan ikinci ifade 2000'lerin ortalarında Çin Devlet Başkanı Hu Jintao tarafından tanımlanmıştır. Çin'de sosyoekonomik bir kavramdır. Piyasa ekonomisi ve kontrolsüz ekonomik büyümenin bir sonucu olarak Çin toplumunda ortaya çıkan ve çatışmaya yol açan sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğe bir yanıt olarak kabul edilir (ki bu durum Hu Jintao döneminde zirveye ulaşmıştır). Yönetim felsefesinin ekonomik büyümeden genel toplumsal denge ve uyum içinde olma-ahenk arayışına doğru kaymaya başlamasının ilk göstergesi kabul edilir. 

"Uyum içinde olmak-ahenk" kavramı hakkında ayrıntılı bilgi için Teori ve Politika Dergisi editörlüğünde yayınlanan "Çin ve Marksizm Uluslararası Sempozyumu" başlıklı kitapta yer alan "ABD Emperyalizminin Çin Sorunu ve Hegemonya Politikasına Karşı Çin Bilgeliği" başlıklı yazıma bakılabilir.

10. Kalkınmaya Bilimsel Bakış: Hu Jintao'ya ait bir teoridir. Ekim 2007'de yapılan 17. ÇKP Ulusal Kongresi'nde Partisi Anayasası'na yazılmıştır. Azgınlaşma ve kuralsızlaşma eğilimdeki piyasa ekonomisine bir çeki düzen verme, disipline etme amacı taşımaktadır. Merkeze kalkınmayı koymakla birlikte, amaçlanan kalkınmanın ilkeleri ve bileşenlerine ilişkin çok geniş bir kapsamı vardır. Bir özet aşağıdaki linkten okunabilir: http://www.china.org.cn/m/english/china_key_words/2021-09/21/content_77765465.html

11. 14 Mart Olayı: 2008 yılının 14 Mart günü Tibet'in başkenti Lhasa'da Budist rahiplerin başlattığı ayrılıkçı bir ayaklanma. Ayrılıkçı Dalai Lama ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle birkaç rahibin tutuklanmasının ardında başlayan gösterilerde Budist rahipler, Han (Çinli etnik grup) ve Hui (Çİnli Müslüman etnik grup) nüfusa ait işyerlerini, kamu kurumlarını, bankaları, otobüsleri, araçları vs ateşe verdiler. İki-üç gün süren ayaklanma üç kişinin ölümüne ve 350'den fazla insanın yaralanmasına neden oldu.


Kaynak: https://www.szhgh.com

16 Kasım 2024 Cumartesi

Yirminci Yüzyıl, Küresel Güney ve Çin'in Tarihsel Konumu

Yazar hakkında:

Prof. Dr. Wang Hui, Tsinghua Üniversitesi'nde Çin dili ve edebiyatı profesörü ve aynı zamanda Tsinghua Beşeri ve Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Enstitüsü'nün müdürüdür (ayrıca, Çin tarihçisidir). Günümüz Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) sosyalizm anlayışı ve politikalarına eleştirel duran, Çin'deki bazı liberal eğilimlilerin yakıştırmasıyla "Yeni Sol" akım içinde yer alan muhalif bir sosyalist entelektüeldir. Mayıs 1996'dan Temmuz 2007'ye kadar saygın ve etkili Dushu (Okuma-Edebiyat) dergisinin editörlüğünü yapmıştır. İngiltere'de "China’s Twentieth Century: Revolution, Retreat, and the Road to Equality" adıyla yayınlanan kitabı, Yordam Yayınları tarafından "ÇİN'İN YİRMİNCİ YÜZYILI Devrim, Geri Çekilme ve Eşitliğe Giden Yol" başlığıyla yayınlanmıştır

Giriş

Yirminci yüzyıl geçti. Yirminci yüzyıl Çin'inin tarihi mirasını ve dünya tarihindeki konumunu nasıl anlıyoruz? Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası'nın (1949) önsözünde, "Yirminci yüzyılda Çin'de önemli tarihi değişimler yaşandı"(1) ifadesi yer almaktadır. Emperyalizmin savaşları ve Soğuk Savaş Çin’i derinden etkilemiş olsa da, savaşların ve toplumsal krizlerin tetiklediği devrimler ve bu devrimler içinde özellikle Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, Çin’de ve dünyada yaşanan daha sonraki değişimler üzerinde silinmez bir etki yaratmıştır: Devrimler ve inşa süreçleri boyunca tamamlanan yalnızca ulusal bağımsızlık ve sanayileşme değildir, aynı zamanda, toplumsal, insan-doğa, jeopolitik ve diğer ilişkilerde de benzeri görülmemiş dönüşümler yaşanmıştır. Konuşma ve yazı dillerinden siyasal sistemlere, toplumsal örgütlenmelerden emeğe ve cinsiyete, kültürel modalardan gündelik yaşama, kır-kent ilişkilerinden bölgesel ilişkilere, dinsel inançlardan toplumsal etiğe kadar köklü değişimlerin yaşanmadığı alan neredeyse yok gibidir. "Kısa yirminci yüzyıl", benzeri görülmemiş yoğunluk, derinlik ve genişliğe sahip karmaşık, çok derin ve yoğun bir süreç tarafından şekillendirildi(2). Bugün insanların yirminci yüzyılın dönüştürdüğü yaşamdan farklı bir yaşamı hayal etmesi zor. Keşifler, yenilikler ve devrimlerin başarısızlıkları olmadan bu dönemin anlamını kavramak imkânsızdır.

Yüzyılın başlangıcı, Çin tarihinde küresel eşzamanlılığın ortaya çıkışını ve eşzamanlı ilişkilerin iç dengesizliğini dönüştürme mücadelelerini ve keşiflerini simgeliyor. Yirminci yüzyıl Çin'inin konumunu ancak Çin'in tarihsel bağlamı ve dünyadaki tarihsel altüst oluşların ikili perspektiflerinden anlayabiliriz.

Birinci Bölüm: Yüzyılın Doğuşu

On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarında, önemli değişimlerin yaşandığı bir ortamda, çeşitli güçler "zamanın eğilimleri" konusunda kendi değerlendirmelerini oluşturdular ve bu da zaman kavramı konusunda rekabet eden görüşlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Örneğin, siyasi düşünür ve reformcu Kang Youwei, Ritüeller Kitabı'nın Liyun Bölümü Üzerine Notlar'ın (1901'de yayınlanmış ancak kendi kayıtlarına göre 1884'te yazılmıştır) önsözünde 'Konfüçyüs Takvimi'ni, filozof Liu Shipei ise 1903'te "Sarı İmparator takvimi"ni önermiştir. Zamana ilişkin bu bakış açıları çoğu zaman birbirine zıttır. Ancak tarihin ve tarihsel zaman çizelgesinin birleştirilmesi konusunda yeni bir ilerleme bilincini paylaşıyorlardı.

30 Ocak 1900 tarihinde gece yarısı - Gengzi (Fare) Yılı(3) ve aynı zamanda Qing Hanedanı İmparatoru Guangxu'nun saltanatının 26. yılı - Hawaii'de sürgünde yaşayan Çinli bir reformist, bilgin ve gazeteci olan Liang Qichao, gelişen olaylardan etkilenerek "Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı" başlıklı şiiri yazdı ve şunları dile getirdi: "Birdenbire bu gecenin hangi gece olduğunu, bu yerin neresi olduğunu merak ediyorum. Burasının iki yüzyıl arasındaki sınır, doğu ve batı yarımkürelerinin merkezi olduğunu fark ediyorum". Liang Qichao iki önemli yeni kavramı bir araya getirdi: Biri zamanı temsil ediyordu -yirminci yüzyıl- ve diğeri mekanı temsil ediyordu -Pasifik Okyanusu. Önceki anlatımlardan çok farklı olan bu yeni zaman-mekan perspektifi daha sonraları daha yaygın hale geldi ve Çin'in yirminci yüzyıldaki tarihsel konumunu araştırmak için yeni bir çerçeve sağladı. Önce zaman kavramına bakalım. Miladi (Gregoryen) takvim 1582'de oluşturuldu ve başlangıçta İspanya'nın denizaşırı Katolik topraklarında kullanıldı. Daha sonra, 1752'de Britanya, 1873'te Japonya, 1912'de Çin ve 1918'de Rusya tarafından benimsendi. Liang Qichao için yüzyıl, yalnızca yılları numaralandırma yöntemi değil, aynı zamanda, zamanın tarihsel eğilimlerini anlama ve tanımlama, eylemin temellerini yargılama yöntemiydi. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair tüm anlayışlar, tarihsel bilinçteki bu yoğun değişim içinde yeniden birleştirildi. Yirminci yüzyıl kavramı, "Gongyang Üç Çağ Teorisi"(4) gibi Konfüçyüs anlatılarıyla iç içe geçen bağlamda ortaya çıkmış olsa da, bu iç içe geçme durumu bu geleneksel anlatıların dönemin derin değişimlerinin doğasıyla baş edememesinin bir ürünüdür.

Yüzyıl kavramının evrenselleşmesi çağın yeni eğilimlerinin bir sonucudur. Mekânsal açıdan bakıldığında, Pasifik dönemi 19. yüzyılın sonlarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nin yükselişiyle yakından ilişkili olmuştur. Küresel kapitalist merkez Atlantik'ten Pasifik'e doğru kaymaya başladı: 19. yüzyılın eski imparatorluklarının uzağındaki bu geniş alanda, siyasetçi Yang Du'nun deyimiyle "ekonomik savaş ulusları" olan iki yeni siyasi-ekonomik varlık ortaya çıktı. Bunlar, dünyanın durumunu büyük ölçüde değiştiren ABD ve Japonya idi. Yirminci yüzyıl Çin'i ve kaderi bu dönüşümle yakından bağlantılıydı. Liang Qichao uzun şiirlerinde "ulusal emperyalizm" terimini kullanmaya başlamıştı ve 1903’te yirminci yüzyılın özelliklerini ekonomik açıdan ele alıyordu. Liang Qichao, o yıl ABD'yi gezerken bu "ekonomik savaş ulusu"nu yakından inceledi ve "Güven, Yirminci Yüzyılın Devi" adlı uzun makaleyi yayınladı. Bu makalede, ekonomik tekeller, aşırı üretim ve sermaye kontrolü gibi yirminci yüzyıl kapitalizminin yeni özelliklerini analiz etti. Makalesinde, "Güven, ekonomik alanın emperyalizmidir; siyasi alanın kaçınılmaz eğilimi emperyalizm yönündedir ve ekonomik alanın kaçınılmaz eğilimi güven yönündedir, her ikisi de doğal seçilimin kaçınılmaz sonuçlarıdır"(5) diye önerdi. Bu, "Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı" adlı eserinde dile getirdiği ABD'nin İspanya-Amerika Savaşı'ndan (1898) sonra Pasifik'e doğru genişlemesinin ardındaki itici güce ilişkin yorumunu destekliyordu.

Yirminci yüzyıl Çin’in ülke tarihinde kendini "yüzyıl" kavramıyla tanımladığı ilk dönemdi ve bu dönemin özelliklerine ilişkin yargılar tüm dünya düzenine ilişkin gözlemlerle yakından bağlantılıydı. Liang Qichao’nun "Yirminci Yüzyılda Pasifik Okyanusu İçin Bir Şarkı" (1900) ve "Güven, Yirminci Yüzyılın Devi" (1903); Kōtoku Shūsui’nin "Yirminci Yüzyılın Canavarı: Emperyalizm" (1901); J.A. Hobson’ın "Emperyalizm: Bir İnceleme" (1902); Paul Lafargue’ın "Amerikan Güveni ve Ekonomik, Sosyal ve Politik Önemi" (1903); Rudolf Hilferding’in "Finans Kapital"i (1910); Rosa Luxemburg’un "Sermaye Birikimi" (1913); Karl Kautsky’nin "Ultra-Emperyalizm" (1914); ve Vladimir I. Lenin’in "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" (1916) adlı eserleri, yirminci yüzyılın doğasını ele alan uzun bir dizinin parçalarıdır. Emperyalizm yalnızca yayılmacı bir ekonomik ve askeri sistem değil, aynı zamanda, ideolojik ve değer yelpazesidir. Bu yelpaze, geniş bir bilgi sistemi aracılığıyla başkaları ve kendisi hakkındaki çeşitli anlatılara müdahale eder. "Yüzyıl" bilinci hem bu sürece dair bir farkındalık hem de sürece karşı güçlü bir direniştir.

"Yüzyıl"ın gelişi bir olaydır: Bu zaman kavramının benimsenmesi, eski zaman kavramlarını sonlandırmak amacı taşıyordu. Böylece yirminci yüzyıl, doğal olarak  önceki kavramlardan türetilemez veya evrilemezdi: Ne hanedan kronolojilerinden, Sarı İmparator takviminden, Konfüçyüs takviminden ne de birbirini izleyen on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın zaman kavramları aracılığıyla kavranabilirdi. Ancak, diğer tüm zaman kavramları yirminci yüzyılın ön tarihi olarak yeniden inşa edilecektir. "Yüzyıl" kavramı, çeşitli mekan ve zamanları evrensel bir eşzamanlılık tarihi içinde bütünleştiren epistemolojik bir çerçeve sunar. Böylece, bu evrensel tarihin iç dengesizlikleri, çelişkileri ve çatışmaları üzerine düşünceler için kıvılcım işlevi görür. Yirminci yüzyılın tüm geçmiş dönemlerden farkı yalnızca zamana ait bir ayrım olması değil, aynı zamanda, zamanın eğiliminin kavranmasıdır. Bu eşsiz tarihi anda, Çin halkının modern Çin'in ön tarihini yaratması ve Çin'in dünyadaki eşsiz konumunu ayırt edebilmesi için 18. ve 19. yüzyılda ve hatta daha önceki dönemlerde Avrupa'da ve dünyada yaşanan sorunlar hakkında da düşünmesi gerekiyordu.

Dolayısıyla, yirminci yüzyılın tarihsel anlatısını tersinden anlamak gerekir: Yirminci yüzyıl, kendi ön tarihinin/tarih öncesinin sonucu değildir; kendinin yaratıcısıdır.

İkinci Bölüm: Çevre (Periferi) Bölgelerdeki Devrimler

Modern tarih anlatısının merkezi 19. yüzyıl Avrupasıdır. Klasik dönem, Ortaçağ, erken modern dönem, yirminci yüzyıl ve postmodern dönemlere ilişkin pek çok tarihsel ve kuramsal tartışma, büyük ölçüde Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyıl tarihsel bakış açısı ve sorun bilinci doğrultusunda yeniden inşa edilmektedir. On dokuzuncu yüzyıl ve modernlik kavramı neredeyse tamamen örtüşmektedir: Kökleri iki(li) devrime (Fransız Devrimi ve İngiliz Sanayi Devrimi) ve kapitalist modernlik anlatısına dayanmaktadır. Avrupa devrimleri, sermayesi, imparatorlukları ve bunların dalgalanmaları merkezi hikayeyi oluşturmaktadır. Dünyanın diğer bölgelerindeki değişimler bu merkezi hikâyeye göre ikincildir.

"Uzun on dokuzuncu yüzyıl" ile karşılaştırıldığında, yirminci yüzyıl kısa bir "aşırılıklar çağı" olarak kalır: I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, etnik temizlik, Soğuk Savaş, tiranlık, vb. hepsi başarısızlıkla sonuçlanan toplumsal deneylerdir.(6) 

Eric Hobsbawm bir zamanlar yirminci yüzyılın tek bir ülkenin kaderiyle yakından bağlantılı olduğundan yakınmıştı: Sovyetler Birliği. Bu tür anlatılarda Çin ve diğer Batı dışı dünya hangi konumu işgal ediyor?

Emperyalizmin yükselişi, büyük güçlerin sömürge topraklarını paylaşmak için hem rekabet etmeleri hem de işbirliği yapmaları ve küresel güç merkezinin Pasifik'e kayması, yirminci yüzyılın temel sorunlarını anlamak için gerekli tarihsel koşulları oluşturmaktadır. Çin açısından bakıldığında, sadece emperyalizm olgusundan söz edersek, 1840-1870 yılları arasında emperyalizm üzerine pek çok klasik yazarın çizdiği kadar net bir sınır çizmek bugün zordur

Dünya kapitalist merkezinin yer değiştirmesinin yanı sıra, yirminci yüzyılın doğuşu çevre bölgelerde bir dizi devrimi de beraberinde getirdi. Emperyalizm yalnızca bir uluslararası sistem değil, aynı zamanda, toplumların içine sızan askeri, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bir sistemdir. Yirminci yüzyılı ondokuzuncu yüzyıldan net olarak ayıran şey, emperyalist çağın iç ve dış koşullarından beslenen ve Batı dışı coğrafyalarda gerçekleşen devrimlerdir. Bu dönemin yeniliği, kapitalizmin merkez bölgelerden küresel sahneye yayıldığını anlatan kalkınmacı hikâyeden ibaret değildir. Daha ziyade, bir yandan sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin ekonomik kalkınmalarını engelleyen emperyalist hegemonyaya karşı direnişleri ve siyasal bağımsızlık ve kültürel hayatta kalma mücadeleleri, diğer yandan da bu direniş ve dönüşüm sürecinde hem hedeflere ulaşmayı hem de yeni toplumsal biçimlerin keşfini engelleyen iç toplumsal ilişkilerdeki dönüşümler tarafından şekillendirilmiş olmasıdır. Örneğin bu savaş ve devrim çağında, yirminci yüzyıl Çin'inin savaş aracılığıyla geçirdiği dönüşümleri anlamak için bu dönemde Çin'deki savaşların özelliklerinin ne olduğunu sormak gerekir. Kuzey Seferi (1926-1928), Tarım Devrimi Savaşı (1927-1937), Japon İşgaline Karşı Direniş Savaşı (1937-1945), Kurtuluş Savaşı (1946-1949) ve Afyon Savaşları (1839-1842, 1856-1860), Çin-Fransız Savaşı (1884-1885) ve Çin-Japon Savaşı (1894-1895) gibi yirminci yüzyıldan önceki savaşlar önemli farklılıklara sahiptir. Bunlar, savaşta seferber edilen devrimci örgütlerin çatışmaları, savaş yoluyla yürütülen devrim çatışmaları, savaş sırasında devrimci bir ülke inşa etme kavgaları, savaş yoluyla yeni bir siyasi "halk" öznesi yaratma mücadeleleri, ulusal kurtuluş savaşını uluslararası anti-faşist savaşla birleştiren savaşlar ve ulusal kurtuluş hedefine iç devrimci savaşlarla ulaşan ve uluslararası sosyalist harekette yankı uyandıran savaşlardır.

Yirminci yüzyıl Çin’i bu bağlamda doğdu. Bu nedenle yirminci yüzyıl, Eric Hobsbawm'ın öne sürdüğü gibi yalnızca tek bir ülke (Sovyetler Birliği) ile tanımlanmayacak; daha ziyade, çevre bölgelerdeki devrimler ve bunları izleyen sonuçlarla ilişkilendirilecektir. Bu yüzden, yirminci yüzyılın başlangıç ​​ve bitiş noktalarını tartışmak, bu dönemin devrimci dalgalarının, karmaşık süreçlerinin ve gerileyen biçimlerinin çoklu nedenlerini keşfetmek anlamına gelir. Bu konunun analizine, emperyalist sistemin tekdüze olmayışını analiz ederek başlanmalıdır. Emperyalist dünya sisteminin tekdüze olmayışı bu uluslararası sistemin "zayıf halkasını" oluşturuyorsa, büyük güçler arasındaki rekabetin yol açtığı iç bölünmeler de iç devrimler için "zayıf halka"yı oluşturur. Dolayısıyla, emperyalizm çağında iki tür zayıf halka vardır. Birinci tür "zayıf halka", Lenin'in söylediği gibi, "kapitalizmin mutlak bir yasası olarak ekonomik ve siyasal gelişmenin eşitsizliği"dir. Bu da "sosyalizmin zaferinin önce birkaç, hatta tek bir kapitalist ülkede mümkün olduğu" sonucuna götürür. Bir diğer "zayıf halka" ise içerideki eşitsiz siyasal ve ekonomik gelişmeden ve, ayrıca, ezilen uluslar içindeki emperyalist işbirlikçiler-aktörler arasındaki çelişkilerden kaynaklanmaktadır. İkinci "zayıf halka" Çin devrimci güçlerinin geniş kırsal kesimde, eyalet sınırlarında ve çevre bölgelerde hayatta kalıp gelişmeleri için gerekli koşulları sağladı.(7)

"Kısa yirminci yüzyılı" devrimler yüzyılı olarak görüyorum. Bu devrimci yüzyıl, Avrupa'da veya Amerika Birleşik Devletleri'nde ekonomik ve askeri hegemonyanın kurulmasından değil, böyle bir hegemonyanın kurulması sürecinin neden olduğu yeni "tekdüze olmama durumundan-çeşitlilikten (nonuniformity)" -daha doğrusu, bu  "tekdüze olmama durumundan-çeşitlilikten" kaynaklanan devrimci fırsatlardan- kaynaklandı. Bu devrimci fırsatlar, ulusal, politik ve toplumsal devrimler gibi bir dizi birbiriyle bağlantılı büyük olaydan oluşur. Rus-Japon Savaşı (1904-1905), 1905 Rus Devrimi'ni doğrudan tetiklemiş, bu da Polonya Sosyalist Partisi'nin kitlesel grevine ve aynı yıl gerçekleşen Lodz ayaklanmasına ilham kaynağı olmuş ve bu da İran Meşrutiyet Devrimi'ni (1905-1911) ve Türk Devrimi'ni (1908-1909) etkilemiştir. Bu devrimler, 1911 Çin Devrimi'yle birlikte Asya'da (ve Doğu Avrupa'da) bir devrim dizisi oluşturdu.(8)

Bu devrimler silsilesine dahil edebileceğimiz Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi ve Çin'de Birinci Birleşik Cephe çatısı altında gerçekleşen 1924 Milliyetçi Devrimi, Çin komünistlerinin önderlik ettiği toprak devrimi hareketinin öncülüğünü yapmıştır. Ekim Devrimi genellikle Avrupa savaşları bağlamında anlaşılmaktadır. Ancak bu bakış, bu devrim ile Asya devrim dizisi arasındaki sürekliliği göz ardı etmek olur. Bu devrimler silsilesiyle yakından ilişkili olan bir diğer olgu da, farklı ülkelerde ve bölgelerde farklı biçimlerde gelişen sömürgecilik karşıtı hareketler ve ulusal bağımsızlık hareketleridir; örneğin Hindistan bağımsızlık hareketi. Tüm bu devrimler ve hareketler farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda gerçekleşmiş, farklı modern yollar oluşturmuş olsalar da, birbirleriyle bağlantıları ve birbirlerinden esinlenmeleri açıktır. Yıllar sonra bu devrimler ve hareketler Bandung Konferansı'nın (1955) ve Bağlantısızlar Hareketi'nin (1961'den günümüze) tarihi temellerinin bir parçası oldu. Dolayısıyla "kısa yirminci yüzyıl"ın doğuşu, ancak devrim ve değişim fırsatları arayışı içinde tespit edilebilecek "zayıf halkaların" keşfedilmesiyle başlamak zorundaydı. Devrim ve değişim fırsatları arayışı açısından bakıldığında, "kısa yirminci yüzyıl"ın çoklu başlangıcını işaret eden olgular Avrasya jeopolitik rekabeti değil Çin-Japon Savaşı ve Rus-Japon Savaşı'ndan sonra Asya'da oluşan yeni yapılanmanın yol açtığı devrimci durum; emperyalist savaşlar değil bu savaşların tetiklediği ve yukarıda sözü edilen devrimler dizisinin şekillendirdiği "Asya'nın uyanışı"dır.

Dolayısıyla, zamansal açıdan bakıldığında, "kısa yirminci yüzyıl" 1914’te değil 1905-1911 yılları arasında başladı; mekânsal açıdan tek bir noktadan değil bir dizi başlangıç noktasından başladı; fırsat açısından ise yıkıcı savaşlardan değil emperyalist sistemi ve eski rejimleri yıkıp geçmeyi amaçlayan arayışlardan doğdu. Jeopolitik açıdan yirminci yüzyıl sadece sömürge sonrası bir dönem değil, aynı zamanda, metropol sonrası (post-metropolitan) bir dönemdi(9). Bu dönemde çevre bölgelerdeki (periferi) devrimler ve reformlar sadece kendi bölgelerini değil, aynı zamanda, dünyanın merkez-çevre ilişkilerini de dönüştürdü, merkez bölgeleri ve bu bölgelerin yaşadığı dönüşümleri önemli ölçüde etkiledi. Küresel Güney ülkelerinin küresel GSYİH'nın yaklaşık yüzde 60'ını, BRICS ülkelerinin ise yüzde 30'unu oluşturduğu bir dönemde "metropol sonrası dönemin" özellikleri ancak yakın zamanda anlaşılmaya başlandı.(10) Yaygın olarak kullanılan trans-jeopolitik kavramlar olan "üç kıtacılık", ulusal bağımsızlık hareketleri ve Bağlantısızlar Hareketi'nin yükselişi ve bu yörüngenin yakınlarında Küresel Güney'in ortaya çıkışı, hepsi bu ardışık devrimci süreçten kaynaklanmaktadır. 

Küresel Güney nedir? Güney, sadece bir bölge veya "geri kalmış" ya da yoksullaşmış bir alan değildir. Bandung Konferansı geleneğinde olduğu gibi, Doğu ile uyum içindedir ve farklılıkları koruyarak birlik oluşturur. Çin ve Küresel Güney artık sömürge dönemi metropollerinin tümüyle egemen olduğu çevresel alanlar değil; metropol döneminden metropol sonrası döneme geçişi hızlandıran çığır açıcı güçlerdir. Bu süreç bir asır önce başladı ve yirmi birinci yüzyılı anlamanın temellerinden birini oluşturmaktadır.

Üçüncü Bölüm: Yerini Alma-Yerine Geçme Politikaları ve Sürekliliğin Yaratılması 

Yüzyılın doğuşu, farklı zaman dilimlerindeki dünyaların eşzamanlılık dünyasında eşitsizliğe (uneveness) dönüşmesini ifade eder ve böylece tarihi yatay bir eksende izlemenin mutlak bir gerekliliğini yaratır. Bu zamansal dönüşüm aslında söz konusu "mekânsal devrim"in yarattığı bir koşuldur. Mekânsal devrim öncülü bağlamında zamansal ilişkiler giderek daha yatay bir nitelik kazanırken, güncel değişimler –ve bu değişimleri tanımlayan söylemler– artık diyakronik (zamansal ardıllık) ilişkileri tanımlamakta kullanılan uzunlamasına-boylamsal bir eksende anlatılamaz. Bunun yerine, birden fazla zaman dilimine yayılarak açıklanması gerekir. Bu olguyu kavramsal yatay hareket olarak özetliyorum. Kavramsal yatay hareketin işlevi, farklı zaman dilimlerine ait tarihsel içerikleri aynı söylem biçimleriyle ifade edilebilen eşzamanlı gerçekliklere dönüştürmektir.

Peki bu bağlamda politika nasıl gerçekleşiyor/politikanın yeri nedir?  Bir dizi yeni kavram veya kategori olmadan yirminci yüzyılın siyasetini ve onun tarihsel önemini anlatmak imkânsız görünüyor. Ancak, aynı zamanda, tercüme edilmiş veya yeni türetilmiş bu kavramlar tarihsel senaryoları inşa etmek ve açıklamak için temel kategoriler olarak kullanıldığında, söylem sistemleri ile toplumsal koşullar arasında çoğu zaman belirgin bir uyumsuzluk görülür. Bu çağda birey, yurttaş, devlet, ulus, sınıf, halk, siyasi parti, egemenlik, kültür ve toplum gibi kavramlar yeni siyasetin merkezinde yer almaktadır. Üretim, üretim biçimleri, toplumsal oluşumlar ve bunlarla ilişkili kavramlar Çin ve diğer toplumları tanımlamak için temel kategoriler haline gelir. "Zayıf halkalar", "dost-düşman ilişkileri", "sınır bölgeleri", "orta yol", "Üç Dünya", "birleşik cephe" vb. kavramlar emperyalist koşullar altındaki küresel ve yerel gerçekliklerin değerlendirilmesinden ve bu gerçeklikler hakkındaki stratejik ve taktik düşüncelerden kaynaklanmaktadır.

Ezilen alt kesimler (subaltern) çalışmaları alanında önde gelen Hintli bilim insanı Dipesh Chakrabarty, Hindistan ve diğer Batı dışı ülkelerde devrimci özneler arama çalışmalarının köylüler, kitleler, alt tabaka-kesimler vb. gibi Batının proletarya kategorisi yerine geçen bir dizi ikame kategori ürettiğini buldu.(11) Ancak tekrarlama ve (proleteryanın) yerini alma-yerine geçme olgusu yalnızca proletarya gibi kategorilerde değil, aynı zamanda, yukarıda belirtilen kategorilerin hemen hepsinde de görülür. Hem devrim hem de karşı devrim bu yerini alma-yerine geçme olgusunu bünyesinde barındırmaktadır.

Bu kategoriler ne sadece 19. yüzyıl mantığıyla, ne de kendi klasik kökleriyle açıklanabilir. Bu temel kavramların, kategorilerin ve önermelerin çoğu ("sınır alanlar" ve "orta yol" gibi belirli mücadeleler sonucu ortaya çıkan birkaçı hariç) 19. yüzyıl Avrupa'sına ait kavram ve önermelerinin çevirisinden ve benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak devlet, egemenlik, halk, sınıf, yurttaş, siyasal parti vb. gibi terim veya kavramların siyasal içeriği yalnızca Avrupalı kökleriyle tanımlanamaz. Yirminci yüzyıl devrimcileri ve reformcuları bu kavramları, kategorileri ve önermeleri belirli siyasi pratikler için kullandılar ve bu durum yeni dönemin tarihçileri için büyük sıkıntıya yol açtı. Örneğin, "feodal" başlangıçta yanlış kullanılan bir terim ise, o zaman, öncesindeki ve sonrasındaki toplum biçimlerini tanımlamanın dayanağı nedir? Benzer şekilde, 19. yüzyılda Avrupa kapitalizmi ve sömürgecilik geliştikçe sosyalistler, gerçek, geleceğe dönük devrimci özne olarak görülen "proletarya" kavramını icat ettiler. Yirminci yüzyıl Çin'inde devrimci özne olarak proletaryayı aramak da bu sürecin bir devamıydı. Oysa sanayileşmenin bu denli zayıf olduğu bir toplumda, işçi grupları sayı, ölçek ve örgütlenme düzeyi bakımından çok küçüktü ve kapitalist grubun da onun karşısında bir sınıf oluşturup oluşturmadığı tartışmalıdır. Bu, Çin Devrimi'nin bir "yanlış anlaşılma"nın ürünü olduğu anlamına mı geliyor?

Yirminci yüzyıl Çin'inin pek çok kategorisi ve teması on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sının bir tekrarlarından ibarettir. Ancak her tekrar aynı zamanda bir yerine geçme-yeri almadır. Bu yalnızca farklı bağlamların sonucu değil, aynı zamanda bir politik yerine geçme-yeri almadır. Dolayısıyla, devlet, ulus, egemenlik, siyasi parti, halk, sınıf vb. gibi kategorilerin belirli tarihsel koşullar altında nasıl oluştuğunu ve anlamlarını; halk savaşlarının nasıl dönüştüğü ve önceki siyasal partilerden farklı yeni siyasal örgütlenmeleri (aynı isimlerle de olsa) ve devlet biçimlerini (sovyet gibi) nasıl yarattığını; örgütlenme ve seferberlik aracılığıyla köylülerin devrimde nasıl itici bir güç veya siyasal sınıf haline geldiğini; Milletler Cemiyeti içindeki egemenlik ve egemenlik anlaşmazlıklarının ve bu uluslar arasındaki savaşların nasıl anlaşılacağını sorgulamak gerekir. Bu anlamda, bu kategorilerin hiçbirisi yalnızca 19. yüzyıl mantığıyla açıklanamaz ve kavramların klasik kökenlerine dayandırılamaz. Bu kavramlar tarihsel anlatıları yeniden düzenledi ve eski anlatıların egemenliğini kırarak yeni politikaların önünü açtı. Bu, o dönemin söylemsel pratiklerinin kavram veya kategorileri yanlış kullanmadığı anlamına gelmez. Daha ziyade, bu kavram ve kategorilerin siyasal açılımını yapmadan bunların gerçek anlamını, gücünü ve sınırlarını anlayamayız ve dolayısıyla bunları yirminci yüzyıl Çin'inin özgünlüğünü anlamak için kullanamayız. Bu yabancı kavramlar, onları doğuran koşullardan çok farklı tarihsel koşullarda kullanıldığında yalnızca yeni bilinç, değer ve eylemler üretmekle kalmadı, aynı zamanda, yeni bir siyasal mantık da üretti. Dolayısıyla, Çin Devrimi'ni bir içsel bakış açısıyla anlamadan yirminci yüzyıl Çin'inin önemini açıklamak zordur.

Bu siyasal yerini alma-yerine geçme, yirminci yüzyıl Çin'inin iki benzersiz yönünü anlamak için metodolojik bir öncül sağlamaktadır: Bu, basit bir aktarım değil, aksine, devrim ile süreklilik arasında diyalektik bir ilişki kuran belirli tarihsel koşullar ve geleneksel bağlamlar altında gerçekleşen bir yerine geçme-yerini almadır. Yirminci yüzyıl Çin'inin iki benzersiz özelliğini bu bakış açısıyla yeniden inceleyebiliriz.

Birinci benzersiz özellik (veya özgünlük, Kamuran Kızlak), "kısa yüzyıl"ın başlangıcıyla, özellikle devrimci devlet inşa sürecinde eski hanedan ile yeni devlet arasındaki süreklilik konusuyla ilgilidir. Yirminci yüzyıl, Asya ulusal devrimleri ve anayasal demokrasi ile başladı ve 1905 Rus Devrimi, 1905-1911 İran Meşrutiyet Devrimi, 1908-1909 Türk Devrimi ve 1911 Çin Devrimi’ni "Asya’nın Uyanışı"nın açılış olayları olarak kabul edebiliriz. 1911 Çin Devrimi, Asya'nın ilk cumhuriyetinin kurulmasını sağladı ve devrime gerçek bir başlangıç ​​anlamı kazandırdı. 1905 Rus Devrimi'ni Asya devrimleri dizisinin içine yerleştirmemin nedeni, yalnızca tetikleyicisinin Rus-Japon Savaşı ve Rusya'nın Qing Hanedanlığı topraklarında aldığı yenilgi değil, aynı zamanda, bu savaş ve devrimin Çin ulusal devrim sürecini hızlandırması (Çin'in Tongmenghui'si veya Çin Devrimci İttifakı aynı yıl kuruldu), cumhuriyetçiler ve anayasacılar arasında sert tartışmalara yol açması ve daha sonra İran ve Türkiye'deki devrimlere ilham vermesidir.

Asya'nın Uyanışı'nı imparatorlukların çöküş çağı olarak I. Dünya Savaşı'yla ilişkilendirebiliriz. 1905 Rus Devrimi başarısızlıkla sonuçlansa da, devrim ve savaşların dumanı arasında çöken devasa ve çok sayıda etnik grup barındıran Rus imparatorluğunda çürüme belirtilerini ortaya çıkardı. Rus Devrimi ve milliyetçi güçler birlikte yürüdüler ve Rusya'nın sınır bölgelerinde, Polonya ve Ukrayna'da ulusların kaderini tayin ilkesi geçerli oldu. Sınır komşuları daha sonra "federe cumhuriyetler" olarak Sovyetler Birliği'ne katılsalar da, 1991'deki dağılma Sovyet yapısının ulusal ilkeye derinden bağlı olduğunu ortaya koydu. 1867 yılında kurulan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1918 yılında yıkıldı. Avusturya ve Macaristan kendi cumhuriyetlerini kurarken, imparatorluğun parçaları olan küçük devletler de bağımsız devlet statüsüne kavuştular. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içinde devrim ve reform öneren milliyetçi anlayışı –Otto Bauer’in teorisiyle tutarlı olarak– tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ve Asya'ya yayılan geniş bir toprak parçasına ve büyük bir nüfusa sahipti. İmparatorluğun yükselişi, Avrupa'da denizaşırı keşifler çağını başlatan, uluslararası öneme sahip dünya tarihi olaylarından biriydi. Önceki devrimlerden kurtulan bu imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı'nın dumanı içinde çöküşe sürüklendi. Yeni doğan Türkiye Cumhuriyeti kurumsal çoğulculuğunu terk ederek daha küçük bir toprak parçası ve daha az karmaşık bir yapı benimsedi. Bu üç büyük imparatorluğun ardı ardına çöküşünde milliyetçilik, anayasal reform ve karmaşık kurumsal çoğulculuğun dağılması aynı olayın farklı yüzleriydi. 1918’de Woodrow Wilson’ın ortaya koyduğu "on dört madde" ulusal ilkeyi kendi kaderini tayin adına emperyal çıkarların üstüne yerleştirdi. Ulus, milliyetçilik ve ulus-devlet, imparatorluğun antitezi olarak yirminci yüzyılın tamamında siyasal mantığa egemen oldu.

Qing Hanedanlığı ilk bakışta diğer imparatorluklara çok benziyordu: 1911'deki bölgesel ayaklanma tüm imparatorluk sisteminin çöküşüne yol açtı ve ayrılıkçılık ve bağımsızlık rüzgarları imparatorluğun her yanına yayıldı. Felsefi düzeyde etnik milliyetçilik Han, Moğol, Tibet ve Uygur halklarının olduğu bölgelerde yankı buldu. Entelektüel bir devrimci lider olan Zhang Taiyan, Qing Hanedanlığını Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarıyla karşılaştırdı.(12) Ancak, şaşırtıcı olsa da, şiddetli kargaşaya, parçalanmaya ve yabancı işgallerine rağmen, istikrarsız cumhuriyet sonunda birlik içinde kalmayı, önceki imparatorluğun topraklarını ve nüfusunu korumayı başardı. Peki, birleşik çok etnik yapılı imparatorluk ile çok etnik yapılı egemen devlet arasındaki sürekliliği nasıl açıklayabiliriz? 

Modern Çin’in ikinci benzersiz özelliği, "kısa yirminci yüzyıl"ın sonunda, devrim ve devrim sonrası dönemler arasında sürekliliğin olmasıdır. Asya’da 1917 Rus Devrimi’yle başlayan "kısa yirminci yüzyılda", ulusal devrimci hareketler artık yalnızca burjuva anayasal demokrasisiyle değil, aynı zamanda, toplumsal devrimlerle ve sosyalist yönelimli devlet inşa eden belirli türden hareketlerle de ittifak halindeydi. Rusya'daki Ekim Devrimi, Avrupa savaşlarının bir ürünüydü. Ancak Asya devrimlerinin ruhunu yansıtıyordu; çünkü ulusal devrimi sosyalist bir ekonomik program ve devlet inşası projesiyle birleştiren 1911 Çin Devrimi'nin çizdiği yolu devam ettiriyordu.(13) Diğer yandan, geri kalmış bir tarım ülkesinde kapitalizmin (burjuvazisi olmayan kapitalizmin) gelişebilmesi için sosyalist bir devlet ve eylem programının oluşturulması gerekiyordu.(14) 1911 Çin Devrimi'ni 1905 Rus Devrimi, 1905-1911 İran Meşrutiyet Devrimi ve 1908-1909 Türk Devrimi'nden ayıran temel özellik ulusal hareketleri, sosyalist ulus inşası hareketleri ve uluslararası devrimlerle bağdaştırmasıydı. Bu özellik, Amerikan ve Fransız Devrimleri'nde örneği görüldüğü gibi, yirminci yüzyıl devrimleri ile on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıldaki devrimler arasındaki köklü farklılığın habercisiydi. Dolayısıyla 1911 Çin Devrimi, 1905 Rus Devrimini izleyen devrimler dizisi açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Başka bir ifadeyle, bu "kısa yüzyılın" ("aşırılıklar çağı"ndan daha geriye uzanan) gerçek başlangıcını işaret eden dönüm noktası 1905 Rus Devrimi değil 1911 Çin Devrimi’ydi. Kısa ömürlü 1911 Devrimi, uzun Çin Devrimi için harekete geçme çağrısıydı. 1911 Çin Devrimi, 1917 Rus Devrimi ve küresel sosyalist kampın kurulması 19. yüzyıldan beri kapitalizmin tek yönlü genişlediği küresel manzarayı yeniden şekillendirdi. Dolayısıyla, 19. yüzyıl sonlarında başlayan dünya düzenini "devrim" perspektifinden bakmadan anlayamayız.

Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalist ülkeleri birbiri ardına dağılırken, ulusal ilke ve piyasa demokrasisi temelli kapitalist sistem çifte zafer kazandı. Batı'da bu değişim daha önceki imparatorlukların dağılmasına benzetildi ve ulusların ve halkların "despotik" Sovyet imparatorluğundan kurtuluş anı ve anayasal demokrasiye doğru atılmış bir adım olarak görüldü. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da devrim çağı ile devrim sonrası arasındaki kopuş açıkça görülüyordu. Ancak Eric Hobsbawm'ın tanımladığı "aşırılıklar çağı"nın sonundan bu yana, Çin yalnızca siyasi yapısının, nüfus bileşiminin ve büyüklüğünün bütünlüğünü korumakla kalmadı, aynı zamanda, sosyalist devlet sistemi tarafından yönetilen piyasa odaklı bir ekonomik dönüşümü tamamladı veya halen tamamlama yolunda. Neden?

Bu soruyu yanıtlarken ilk olarak göz önüne alınması gereken nokta, bir yandan Qing Hanedanlığı ile günümüz Çin ulusu arasındaki ilişkiler, diğer yandan ise imparatorluk ve cumhuriyet sistemleri arasındaki ilişkilerdir. İkinci nokta sosyalizm ile piyasa ekonomisi arasındaki ilişkiyle ilgilidir. 1989'dan sonra (Tiananmen olayından bahsediyor, K. Kızlak), Çin'in siyasi yapısını koruyarak ekonomisini bu kadar hızlı geliştirebileceğini kimse beklemiyordu. Benzer şekilde 1911'i takip eden çalkantılı yıllarda da, o dönemde yaşanan toplumsal çalkantının nereye varacağını kimse tahmin edemiyordu. Modern Çin'in siyasi yapısı 1949'da başlayan devrimci ulus inşa sürecinin ürünüdür. Ancak ülkenin büyüklüğü ve egemenlik ilişkileri, Qing Hanedanlığı ile 1911 Devrimi'nden sonra doğan cumhuriyet arasında kurulan sürekliliğe dayanmaktadır. Başka bir deyişle, devrimin, dönüşümün ve sürekliliğin yaratılması -kaçınılmaz olarak süreklilikte kopuşlar olarak da ifade edilen- Çin'in "kısa yirminci yüzyılının" hayati sırlarını özetlemektedir. Bu benzersiz siyasal sürece bir de "egemenliğin sürekliliği" merceğinden bakılırsa, Çin'in devrim ve devlet inşa sürecinde "egemen sürekliliğin" ortaya çıkışı, yenilenmesi ve tamamlanmasının, yeni bir siyasal öznenin doğuşu ve onun siyasal bütünleşme kapasitesinin giderek artmasıyla birlikte gerçekleştiği ortaya çıkar.

Çin Devrimi, Fransız ve Rus Devrimleri’nden farklı olarak tek bir olayla tanımlanamaz. Aksine, toplumun her alanda –siyasi, ekonomik, kültürel, askeri, vb.– harekete geçirilmesi ve dönüştürülmesiyle ilgili uzun bir süreçtir. Devamlı kendini dönüştürme, hatta kendini inkar etme yoluyla süreklilik yaratma sürecidir. Bu süreç, yalnızca küresel ilişkilerdeki konumunu sağlamlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda, küresel eşitsizliği de değiştirmiştir. Devrim, yalnızca elle tutulur karakterler ve olaylar tarafından değil, aynı zamanda, olayları başlatan ve bunların patlak vermesiyle birlikte iç içe geçen fikirler, değerler, gelenekler ve görenekler gibi görünmeyen güçler tarafından da şekillendirilir. "Çin halkının" siyasal öznelliği bu uzun süreç içerisinde doğdu ve güçlendi. Modern Çin'in tarihsel sürekliliği, katılımcılarının çeşitli tarihsel güçler altında ürettiği belirli tarihsel olaylardan doğmuştur. Yirminci yüzyıl Çin'inin devrim ve dönüşüm yoluyla kendi sürekliliğini yaratma enerjisi ve kapasitesi, günümüzün ve geleceğin zorluklarıyla yüzleşmenin temelini oluşturuyor.

Yirminci yüzyıl Çin tarihinin yorumu ya da çağdaş Çin ve geleceğine ilişkin tartışma, ancak süreklilik konusu temel alınarak yapılabilir. Süreklilik, ne geleneksel Çin'in ve uygarlığının doğal bir uzantısı olarak ne de modern devrimlerin ve dönüşümlerin bir uydurması olarak görülebilir. ne geleneksel Çin'in ve medeniyetinin doğal bir uzantısı olarak görülebilir ne de modern devrimlerin ve dönüşümlerin bir uydurması olarak görülebilir. Süreklilik tartışması, yirminci yüzyılda Çin'indeki devrimler ve dönüşümler olmadan var olamazdı: Hem Çin devrimi ve reformunun pratik deneyimleri hem de modern Çin ile klasik uygarlık (imparatorluklar Çin'i, K. Kızlak) arasındaki ilişki bu çerçevede anlaşılmalıdır.

Dördüncü Bölüm: Metropol Sonrası Dönemde Kriz ve Fırsat

Yirminci yüzyılın küresel özelliklerinden biri, küresel kapitalizmin merkezinin dışındaki çevre bölgelerde ortaya çıkan devrimler ise, o zaman bu devrimler dizisi aynı zamanda küresel ilişkilerde yeni siyasal öznelerin ortaya çıkışı anlamına geliyordu. Farklı tarihsel koşullara göre sırasıyla, ezilen uluslar, Bağlantısızlar Hareketi, Üçüncü Dünya ve Küresel Güney olarak adlandırıldı. Bu adlandırmalar altındaki uluslar ve halklar, çeşitli tarihsel koşullar ve kültürel geçmişlerine göre büyük farklılıklar göstermektedir. Endonezya Devlet Başkanı Sukarno'nun 1955 yılında toplanan Bandung Konferansı'nın açılış töreninde ifade ettiği gibi, katılımcı ülkeler "Barış, birlik ve işbirliğinin hakim olduğu bir dünyada bir araya gelmemiştir. Uluslar ve ulus toplulukları arasında büyük uçurumlar oluşuyor. Mutsuz dünyamız parça parça edilmiş ve işkence görmüştür ve bütün ülkelerin halkları, kendi kusurları olmaksızın, savaş köpeklerinin bir kez daha zincirlerinden kurtulmasından korkarak yaşamaktadırlar."(15) On yıllar sonra bile, uluslar, dinler, etnik gruplar, sınıflar, cinsiyetler ve insanlık ile doğa arasında çelişkiler hâlâ varlığını sürdürüyor ve bir krizler zinciri oluşturuyor.

Neoliberal küreselleşmenin tarihsel temelleri, emperyalizm ve Soğuk Savaş döneminde oluşan finans, teknoloji, doğal kaynaklar, kitle imha silahları ve iletişim gibi alanlardaki tekelleşmelere dayanmaktadır. Sanayi ve elektrik devrimlerinden biyoteknolojik ve dijital devrimlere kadar uzanan zaman diliminde bu küresel düzen ve onun içsel eşitsizlikleri, Çin ve Asya bölgesinin kalkınma ihtiyaçlarını karşılamada, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin kalkınmasına destek sağlamada veya adil küresel kalkınma ve ekolojik krizlerin üstesinden gelmek için yeni bir çerçeve sunmada giderek daha başarısız hale geliyor. Ezilen uluslar, Üçüncü Dünya ve Bağlantısızlar Hareketi emperyalizme ve hegemonya politikalarına yanıtsa, o zaman Küresel Güney, neoliberal küreselleşmenin getirdiği krizler zincirini ele almalı ve çevre bölgelerin yükselişini barındıran yeni bir siyasi, ekonomik ve kültürel ilişki ve yeni bir uluslararası düzen savunmalıdır.

Bandung dönemindeki uluslararası konjonktürle bugünkü konjonktürü karşılaştırdığımızda en önemli fark veya gelişme, devrim ve dönüşüm yoluyla küresel düzenin hegemonik yapısını kısmen değiştiren Çin ve diğer çevre bölgelerin yükselişidir. Hegemonya Bandung döneminden beri devam etti; ancak engellenemez biçimde geriliyordu. Sömürge dönemindeki savaş krizi, sömürgeler, nüfuz alanları ve sözü edilen güç dengeleri için rekabet eden emperyalistler arasındaki çatışmalardan kaynaklanmışken, günümüzde barışa yönelik en büyük tehdit -hegemonik yapıların gerilemeye başlamasıyla birlikte- çevre bölgelerin sergilediği yükselişi bastırma çabalarından kaynaklanmaktadır. II. Dünya Savaşı'nın ardından, Doğu'yu da kapsayan Küresel Güney ülkeleri ulusal kurtuluş ve sosyalist hareketler sayesinde modernleşmenin temel koşullarına kavuştular. Bu temel sayesinde bazı ülkeler ve bölgeler bağımsız ve işbirliğine dayalı kalkınma yoluyla önemli ilerlemeler kaydetmiş ve küresel süreçlerde daha adil bir düzen arayışında olmuşlardır. İç ve dış krizlerin eşlik ettiği Küresel Kuzey ülkeleri, neoliberal küreselleşmeden uzaklaşarak daha açık bir sınırlama ve tekelciliğe doğru kaymıştır ve bölgesel savaş krizleri daha büyük ölçekli küresel çatışmalara dönüşme potansiyeli taşımaktadır. ABD ve Avrupa Birliği'nin defalarca uyguladığı finansal, ticari ve teknolojik kısıtlamalar ve yaptırımlar bir hegemonya krizinin yansımalarıdır. Küresel Kuzey ülkeleri doğal kaynakları artık sömürge dönemindeki gibi tekellerine alamazlar. Hegemonik devletlerin tekeli kitle imha silahlarından medyaya kadar her alanda geriliyor. Bandung Konferansı'nda gündeme gelen barışın savunulması sorunu, yeni bir dönem bağlamında yeni bir aciliyet ve farklı anlamlar taşıyor. Günümüzde daha yoğun yaşanan çatışmalar, finans, teknoloji, doğal kaynaklar, kitle imha silahları ve iletişim olmak üzere beş tekelci yapının içindeki içsel değişimlerle yakından ilişkilidir.

Öncelikle hegemonyanın hâlâ var olduğu ancak belirgin şekilde gerilemeye başladığı finansal sisteme bakalım. Çin'in birçok ülkeyle yaptığı ticaret anlaşmalarında kendi para birimini kullanması nedeniyle Renminbinin (Yuan) uluslararasılaşması süreci başlamıştır. ABD ve Avrupa Birliği'nin Rusya-Ukrayna savaşı sırasında uyguladığı mali yaptırımlar iki ucu keskin bir kılıç gibi davranmıştır. Diğer ülkelere zarar verirken, dolar sisteminin apaçık zaaflarını da ortaya koymuştur. Finansal hegemonya sistemi sona ermedi ama çevresindeki mücadele giderek yoğunlaşıyor.

İkincisi, mevcut durumda teknoloji tekelindeki kriz, finans sektöründeki krizden bile daha şiddetlidir. ABD'nin "Yarı İletkenler Üretmek Amacıyla Yardımcı Teşvikler Yaratma (CHIPS) ve Bilim Yasası" (2022) bunun tipik bir örneğidir. Batılı olmayan ülkeler teknolojik atılımlar yapıp özerkliklerini güçlendirdikleri anda, Küresel Kuzey ülkeleri Küresel Güney ülkelerini bastırmak, yaptırım uygulamak, sınırlamak veya bölmek için gerekli her türlü yola başvuruyorlar. Neoliberal küreselleşmenin dayattığı kargaşa süreci yoğun çatışma sürecine dönüşüyor.

Üçüncüsü, Küresel Güney ülkeleri bağımsızlıklarını kazandıkça ve ekonomik özerklikleri arttıkça, Küresel Kuzey'in doğal kaynaklar üzerindeki tekelinde de bir kriz ortaya çıktı. Avrupa ve ABD'nin Kuşak ve Yol Girişimi'ne karşı sergilediği düşmanlık ve direniş, sömürge döneminden bu yana devam eden batının kaynaklar üzerindeki tekelinde benzeri görülmemiş güçlükleri yansıtıyor. Dolayısıyla, Çin’in Avrupa hegemonyasından farklı bir modeli nasıl geliştireceği ve küresel ölçekte kalkınma stratejisini nasıl net bir biçimde ortaya koyacağı Küresel Güney ülkeleri açısından hayati bir konudur.

Dördüncüsü, kitle imha silahları konusunda hâlâ bir tekel söz konusu; ancak bu tekel dışında kalan güçler-ülkeler de var. Bu durum, küresel bir nükleer kriz ve silahlanma yarışı tehlikesinin ortaya çıkmasına neden oldu. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ve Avustralya-Birleşik Krallık-ABD (AUKUS) arasındaki üçlü anlaşma, kitle imha silahları üzerindeki tekeli sürdürmek ve bu hedefi daha da ileriye taşıyacak küresel ölçekte yeni stratejik çerçeveler oluşturmak amacıyla tasarlanmıştır.

Beşincisi, iletişim tekeli gücünü korumaya devam ediyor. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından, Batı'nın büyük medya kuruluşlarının tekeli sadece devam etmekle kalmadı, giderek daha da güçlendi. TikTok gibi sosyal medya platformlarının ortaya çıkışı ve ABD Kongresi'ndeki oturumlar, ABD ve Avrupa'nın medya tekelini kısmen kırabilecek her türlü teknolojiyi -ister büyük bir ulusal medya kuruluşu ister bir sosyal medya platformu olsun- bastırmak için her türlü yolu kullanacağını kanıtlıyor. Ancak ABD ve Avrupa'nın oluşturduğu ve yürürlüğe koyduğu yeni kısıtlayıcı dijital politikalar bu bölgelerin durumunun giderek zorlaştığını gözler önüne seriyor.

Bu değişimler yaşanırken durmayan şey Asya'nın küresel ekonomideki konumunun sürekli yükselişi, Afrika ülkelerinde ekonomik kalkınma için yeni olanaklar, Latin Amerika ülkelerinin giderek artan biçimde bağımsız kalkınma arayışına girme eğilimi ve yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi dalgalarıdır. Samir Amin, otuz yıl önce küreselleşmenin düzen değil düzensizlik olduğunu söyledi. Bugün ise bu düzensizlik, zincirleme krizlerle giderek artan bir şekilde çatışmalara dönüşmekte ve küresel barış ve kalkınma için önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Geniş bir küresel hareket olarak Küresel Güney'in hedefi yalnızca tek taraflı kalkınmayı sürdürmek değil, aynı zamanda, daha adil, barışçıl ve çevre dostu bir dünya düzeni için çalışmaktır. Bu amaçla finans, teknoloji, medya, doğal kaynaklar ve kitle imha silahları üzerindeki tekellerin ortadan kaldırılması ve barışı savunmak için küresel silahsızlanmanın örgütlenmesi hayati önem taşımaktadır. Bu anlamda, Küresel Güney hareketi yalnızca Güney'deki bir hareket değil, küresel ilişkilerde değişimi teşvik eden ve insan uygarlığının hayatta kalması ve gelişmesi için yeni bir evrensellik arayan küresel bir harekettir.


Notlar

1 Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası, giriş bölümü, son erişim 20 August 2024, http://www.npc.gov.cn/zgrdw/englishnpc/Constitution/node_2825.htm.

2 "Kısa yüzyıl", İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm'ın, 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar geçen dönemi tanımlamak için ortaya attığı bir terimdir. Bkz. Eric Hobsbawm, The Age of Extremes: The Short Twentieth Century, 1914–1991 (London: Abacus, 1995).

3 Gengzi (Fare) Yılı (庚子年), geleneksel Çin altmış yıllık zaman döngüsündeki bir yılı ifade eder. 1900, en bilinen Gengzi yılıydı. Bu yıl içinde, Qing Hanedanlığı'nın Guangxu İmparatoru (光绪帝) yönetiminde desteklediği sömürge karşıtı ve yabancı karşıtı Boxer İsyanı ve ardından Japonya, Rusya, Britanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan güçlerinden oluşan Sekiz Millet İttifakı'nın işgali yaşandı. Bu yıl, o dönemdeki ulusal aşağılanmayı ve krizi temsil ediyor.

4 Savaşan Devletler döneminde (MÖ 475-221) Konfüçyüsçü bilgin Gongyang Gao'ya atfedilen "Gongyang Üç Çağ Teorisi" (公羊三世说), tarihin her biri farklı bir ahlaki ve siyasi gelişme düzeyini temsil eden belirgin "çağlar" boyunca ilerlediği bir Konfüçyüsçü zaman görüşü önerir.

5 Liang Qichao 梁启超, ‘Ershi shiji zhi juling tuolasi二十世纪之巨灵托辣斯’ [Trust, the Giant of the 20th Century], Xinmin Congbao 新民丛报 [New Citizen Journal], no. 40–43 (2 November to 4 December 1903).

6 Eric Hobsbawm'ın kuramlaştırdığı "uzun on dokuzuncu yüzyıl", 1789'daki Fransız Devrimi'nden 1914'te Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına kadar geçen tarihsel dönemi ifade eder. Bu dönem, sanayi kapitalizminin yükselişi, milliyetçiliğin yayılması ve Avrupa imparatorluklarının genişlemesi gibi önemli değişimlerle karakterize edilir.

7 V. I. Lenin, ‘On the Slogan for a United States of Europe’, Lenin Collected Works, vol. 2, 709.

8 1911 Çin Devrimi, aynı zamanda Xinhai Devrimi olarak da bilinir, Çin'in son imparatorluk hanedanı olan Qing Hanedanlığı'na son vermiş ve Çin Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açmıştır.

9 "Metropolitan", Londra ve New York gibi metropoller ile temsil edilen Batılı sömürgeci güçleri ve bunların koloniler, yarı-sömürgeler ve post-sömürgeler üzerindeki egemenlik ilişkilerini ifade eder. Dolayısıyla "post-metropolitan dönem" olarak adlandırılan dönem, "post-kolonyalizm" anlamına gelmektedir. Günümüzde Çin ve Doğu Asya’nın ekonomik yükselişi ve dünya düzenindeki değişimlerle birlikte "(Batı) Merkez Sonrası" dönem başlamıştır. Bu süreç, yirminci yüzyılda çevre bölgelerde yaşanan devrimler ve değişimlerle başlamıştır. Bu alanların merkez bölgeler üzerindeki etkisi öylesine artmıştır ki, bugün Batı toplumu kendi "post-merkez" veya "post-metropol" gerçekliğiyle yüzleşmek durumundadır.

10 Tricontinental: Institute for Social Research, Hyper-Imperialism: A Dangerous Decadent New Stage, Studies on Contemporary Dilemmas no. 4, 23 January 2024, https://thetricontinental.org/studies-on-contemporary-dilemmas-4-hyper-imperialism/#toc-section-6-1.

11 Dipesh Chakrabarty, ‘Belatedness as Possibility: Subaltern Histories, Once Again’, The Indian Postcolonial: A Critical Reader, vol. 1, eds. Elleke Boehmer and Rosinka Chaudhuri (London: Routledge, 2011), 163–76.

12 Zhang Taiyan, ‘Zheng chou Man lun’ [Correct Discourse on Hatred of Manchus), Xinhai geming qian shinianjian shilun xuanji [Selected Essays From the Ten Years Preceding the 1911 Revolution], vol. 1, ed. Zhang Nan and Wang Renzhi (Beijing: Sanlian shudian, 1963), 98.

13 Lenin, Çin Devrimi'nin ayırt edici özelliklerini ilk olarak 1912-1913 yıllarında fark etti. 1919 yılında, sosyalist devrimin "emperyalistler tarafindan ezilen tüm sömürgelerin ve ülkelerin tüm bağımlı ülkelerin, uluslararası emperyalizme karşı mücadelesi olacağını" savundu. See Vladimir Lenin, Collected Works of Lenin, vol. 30 (Beijing: People’s Publishing House, 1957), 137. For Lenin’s ‘discovery’ of the 1911 Revolution, see Wang Hui, ‘The Politics of Imagining Asia’, in Depoliticised Politics (Beijing: Joint Publishing, 2008).

14 1911 Çin Devrimi'nin sosyalist yönü, "modern Çin'in babası" ve cumhuriyetin ilk başkanı olan Sun Yat-sen'in devlet kurma programının yalnızca ulusal bir siyasal devrimi değil, aynı zamanda, kapitalizmin zayıflığını aşmayı amaçlayan bir toplumsal devrimi de içermesi gerçeğiyle somutlaştırılmıştı. Bunu başarmak için kullandığı temel taktikler, Henry George'un teorilerinden etkilenen bir politika olan toprak mülkiyetini eşitlemek ve toprak değerinde vergi artışları yapmaktı.

15 Asian-African Conference Bandung, Indonesia 1955, Asia-Africa Speaks from Bandung (Jakarta: Ministry of Foreign Affairs Republic of Indonesia, 1955).