24 Ekim 2021 Pazar

Geleneksel 1'inci New-York kasaba panayırı

22 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Saray efradının Birleşmiş Milletler toplantısı için gittikleri NY’ta tertip ettikleri ”Kasaba Panayırı”nı, ay pardon, tanıtım-halkla ilişkiler organizasyonunu izlerken burada biz çok eğlendik. Çinli eski diplomat arkadaşa göre “Bu ‘organizasyon şamatasına’ kurgusal açıdan yaklaşılmalı ve sinema sanatı açısından değerlendirilmeli”ymiş. Ona göre, NY sokaklarında sergilenen bu şamata “Borat filmlerinden fırlamış sahnelere benziyormuş ve bir absürt komedi örneği” sayılabilirmiş. La havle…

Sen NY’da “Hollywood prodüksiyonu” esintili bir tanıtım-halkla ilişkiler organizasyonu düzenlediğine inan; ama bu muhteşem prodüksiyon Borat filmleriyle kıyaslansın ve elin ağzına sakız olsun. Maksat buysa yani bir şekilde kendinden söz ettirmekse, maksat hâsıl oldu diyebilirim. Velhasıl, dünya âlem yine kıskandı, yine hasedinden çatladı-patladı. Buradaki “Hollywood prodüksiyonu” benzetmesi bana değil eski diplomat arkadaşa ait. Yani bu konuda onunla aynı fikirde değilim. Ben, düzenlenen “kasaba panayırı”nın Hollywood yapımlarından değil Avrupa’daki (özellikle Almanya) Türklerin gürültülü düğün konvoylarından ve tabii ki Anadolu kasabalarında düzenlenen panayırlardan esinlendiğini düşünüyorum. Hepsinin ortak noktası ise şamatadan ibaret olmaları, şamata yapmayı amaçlamaları. “NY kasaba panayırı”ndaki tanıtımlarda kullanılan bozuk İngilizce ile bizim Almancıların bozuk Almancası arasındaki benzerlik de gözden kaçacak gibi değil.

 ABD yönetimi (ve tabii ki CEHAPE zihniyeti) hasedinden çatlasa patlasa bile, tarihe “Geleneksel 1. New-York kasaba panayırı” olarak geçmeyi sonuna kadar hak eden bu muhteşem organizasyonda birkaç eksik gözüme çarptı. Muteber olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, bu eksikleri (dünyanın ta bu tarafından da olsa) yazmayı vazife addediyorum: Şehir içi turu için bir üstü açık limuzin kiralanamaz mıydı? O araçta büyük yazar ve eşsiz eseri birlikte Amerikan halkını selamlayamaz mıydı? Kitap limuzinden halka ücretsiz fırlatılamaz mıydı? Madem kitap yazdın ve o eşsiz fikirlerini Amerikan yönetimi ve halkına hibe etmek istiyorsun, kitabı sebil niyetine fırlat insanların kafalarına veya kuşyemi gibi at önlerine okusunlar. Ancak özel/seçilmiş birinin dehasının eseri olabilecek o eşsiz fikirlerden yararlansınlar, irşat etsinler. Zira elin Amerikalısı para verip o kitabı satın almaz. Cimriliklerinden, ilgisizliklerinden veya okuma alışkanlıkları olmamasından değil “Bizim neden böyle bir Başkanımız yok” diye haset ettiklerinden almazlar. Üstü açık limuzinden beleş kitabı beşer onar fırlat kafalarına, bak nasıl okuyorlar –en az yarısı okur.

Panayırın kreması bence CBS TV’nin “Face the nation” programına çıkmaktı. “Yeter ki bir TV programına çıkalım, hangisi olursa olsun” sıkışmışlığının bedeli pek fena oldu. Bu program hakkında biraz bilgileri olsa, acaba yine de çıkarlar mıydı, emin değilim. Nice “büyük lideri” Beyaz Saray’ın “özel ricası” olan sorularla sıkıştırıp dünyanın gözü önünde zor duruma düşürmüş, fena çizik atmış bir yapımdan söz ediyorum.

Baştan beri “kasaba panayırı” deyip duruyorum. Önceki yazılarımdan birinde “Ülkeye musallat olan siyasal İslamcılar ezik, kibirli ve haset kasaba cahil-cühelasından başka bir şey değiller” diye yazmıştım. Kasaba cahil-cühelasının elinden büyük tanıtım ve halkla ilişkiler organizasyonu diye çıka çıka ancak işte böyle “düğün konvoyu esintili kasaba panayırı” çıkar. Diplomasi kulislerine de makara malzemesi çıkmış olur. 

Bence bu “1. NY kasaba panayırı”, ay pardon, halkla ilişkiler ve tanıtım organizasyonu bir kült yapım haline gelmeyi hak ediyor. İleriki yıllarda, kendi alanında bir kült olan “Dünyayı Kurtaran Adam” filmiyle bile yarışabilir. Bu filmde Cüneyt Arkın dünyayı kurtarıyordu. Yine dünyayı kurtarmak iddiasındaki diğer yapımın, NY kasaba panayının, kahramanı bakalım kendini dahi kurtarabilecek mi...

Rabb-ül Âlemin herkesi çevresinde çapsızlıkta kendisiyle yarışan yeteneksiz yancılar bulundurmaktan ve onların yaptığı iyiliklerden esirgesin. 

17 Ekim 2021 Pazar

Diktatör Marcos’un zehirli mirası: “Failed state” Filipinler (II)

16 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Önceki yazıda devrik diktatör Marcos’un geride bir çökmüş devlet (failed state) bıraktığından bahsetmiş, “Böyle bir yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, o yapı yutulamayacak kadar büyük bir lokma olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez” demiştim ve “Peki, yapılması gereken nedir?” sorusuyla bitirmiştim. 

Marcos, bir faşist diktatörlük kurmak ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu yetkileri alana kadar anayasayı ve yasaları defalarca değiştirdi. Sonunda amacına ulaştı; yani hukuku fiilen ortadan kaldırdı. Hukukun yerini Marcos’un emirleri, kararları, tehditleri ve mesajları aldı. Kesile biçile Marcos’un faşist diktatörlüğü için ideal kostüm haline getirilen anayasa Başkan’a çok büyük yetkiler tanıyordu. Gerçekte, hukuk ortadan kaldırıldığı için yetkilerinin sınırı yoktu. Yani o sınırı belirleyen hukuk artık yoktu. İstediği yetkiyi dilediği gibi kullanabilirdi, zaten kullanıyordu da. 

Corazon Aquino, Başkanlığı işte bu sınırsız yetkilerle yani ortadan kaldırılmış hukuk (veya fiili hukuksuzluk) koşullarında devraldı. İstese, başta yargı ve polis (ve bir ölçüde ordu) olmak üzere bütün kurumlardaki Marcos’la iş tutan ve faşizan sağ ile iltisaklı görevlileri bire kadar temizleyebilir, onun adına suç işleyen/suça ortak olan yanaşmaların hepsini tutuklatabilir ve Marcos’tan miras kalan o çürümüş-kokuşmuş “failed state’i” bir gecede tasfiye edebilirdi. Ama yap(a)madı. Oysa o suç ortağı yanaşmaların hepsi ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar çok suç işlemişlerdi. 

Aquino yönetimi, hukuku ortadan kaldırmak için Marcos tarafından defalarca değiştirilen, hukuku katletme aracı haline getirilen anayasadan hukuk çıkarmaya çalıştı. Oysa hukuk guguk lafları etmek bu durumda anlamsız hatta düpedüz ahmakçaydı. Yapılması gereken, bu fiili hukuksuzluğun verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanarak hukuksuzluk eseri ve hukuksuzluğa dayanan rejimi ve devlet yapısını yıkıp geçmek, ezip gitmekti. Bu fiili hukuksuzluk durumunda, "Bu kararname ile bütün kamu görevlileri istifa etmiş sayılacaktır" diye bir 'Başkanlık kararnamesi' yayınlamasının önünde hiçbir engel yoktu. Böylece, devrilen faşist rejimi (ve devletini) bir gecede bile tasfiye edebilir ve ülkede hukukun tesis edilmesine, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına ve bir demokratik cumhuriyetin kurulmasına öncülük edebilirdi. Bu, Aquino yönetiminin Filipinler halkına borcuydu. Ama yap(a)madı. Çünkü Aquino’da cisimleşen ittifakın önceliği ve hedefi Marcos’tan kurtulmaktı. Kapsamlı bir demokrasi programları (hatta restorasyon programları bile) yoktu. Sonuç olarak, burjuva muhalefet halkın umudunu çaldı… 

Yağmalanan Filipinler

Aquino, uçurumdan yuvarlanmakta olan bitmiş bir ekonomi devraldı. Yönetimi boyunca da ekonomiyi toparlayamadı. Aksine enflasyon yükselmeye devam etti. Ülke kaynakları Marcos ve yanaşmaları tarafından o kadar yağmalanmıştı, ülke o kadar soyulmuştu ki kaynaklar tükenmişti. Oysa kaynak ortada duruyordu: Yapılması gereken şey, ülkeyi yağmalayanlar, soyanlar kimlerse, halktan çaldıklarını son kuruşuna kadar geri almaktı. Yani Marcos rejimiyle iş tutarak zenginleşen yağmacıların mülklerine el koymak, hepsini mülksüzleştirmekti. Bunun yerine sadece Marcos’un servetinin peşine düşüldü. Oysa Marcos, yandaş-yanaşmalarının ve yakınlarının ülkeyi yağmalanmasına aracılık ederek kendi payını alıyordu. Onun payı diğerlerinin yanında çok küçük sayılırdı. Fakat bu yağmacılara ve servetlerine neredeyse hiç dokunulmadı. 

Sonuç yerine

Aquino yönetimi, Marcos rejiminin verdiği hasarı rötuşlamayı ve devleti restore etmeyi denedi. Fakat, hasarı kısmen rötuşlasa bile, Marcos öncesindeki devleti restore edemedi. Çünkü yeni bir devlet veya devleti yeniden kurmak gerekiyordu. Ama yapıl(a)madı. Marcos’un bıraktığı mafiyöz devlet yapısı rötuşlandı, o kadar. Sonuç ortada: 35 yıldır kendini toparlayamayan, sürekli yeni Marcoslar üreten bir mafiyöz “failed state”. 

Gerçekte ortada bir devlet de yoktu. Filipinler devlet olma vasfını kaybetmişti. Çünkü devlet denen yapının sağlam kurumları olur ve o kurumsal yapıya işlerlik sağlayan ve “meşru” kılan şey hukuktur. Hukuk ortadan kaldırılırsa, devlet de ortadan kalkmış demektir. Kurumlar ise, başta polis ve yargı (ve ordunun bir bölümü) olmak üzere, bu mafiyöz rejimin yan kollarına, uzantılarına dönüşmüşlerdi. Ülke bir mafiyöz suç örgütünün eline düşmüştü, onun keyfi yönetimi altındaydı. Marcos’un mafiyöz suç örgütü devletin yerini almıştı. Filipinler’de olan buydu.

Uzun süre faşist diktatörlük rejimlerine maruz kalan ülkelerin kaçınılmaz kaderi Filipinler benzeri bir “failed state”e dönüşmek oluyor. Bunun hiçbir istisnası yok. İşte Filipinler ve Suharto faşizminden sonraki Endonezya… Örnekler çoğaltılabilir. Kendi ülkelerinin bu kaderden kaçınabileceğini veya bu sonla karşılaşmayacağını düşünenler ya başlarına geleni anlamaktan uzaklar, ya gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyorlar, ya hayal görüyorlar ya da halka yalan söylüyorlardır.

13 Ekim 2021 Çarşamba

Diktatör Marcos’un zehirli mirası: “Failed state” Filipinler (I)

13 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Sanırım 2007 yılıydı, Filipinler diktatörü Marcos’u deviren “Halkın Gücü Hareket”nin lideri ve Marcos sonrasının Devlet Başkanı Corazon Aquino’yu Manila’da o zamanki Başkan G. Macapagal Arroyo’ya karşı düzenlenen demokrasi ve anayasa mitinglerinden birinde konuşma yaparken görmüştüm. (Arroyo, ABD eski Başkanı Bill Clinton’un üniversiteden sınıf arkadaşıydı.) Joseph E. Estrada’nın Devlet Başkanlığı döneminde (1998-2001), Marcos’tan miras kalan devletin mafiyöz yapısı iyice güç kazanmış, bir anlamda mafya iktidar olmuştu. Bu durumun sorumlusu ve bir anlamda ülkedeki mafyanın da başı sayılan Başkan görevden alınmış ve yerine yardımcısı Arroyo geçmişti. Başkan yardımcısı olarak Arroyo, aslında olup bitenlerin suç ortağıydı ve bazı mafiyöz ailelerle yakın ilişkisi biliniyordu. Ülkede yükselen protestolar ve huzursuzluk karşısında çareyi muhalefete ve topluma baskıyı artırmakta buldu. Aquino’nun konuşma yaptığı Manila’daki o miting bu baskılara dönük protesto gösterilerinden biriydi. Aquino’yu o mitingde konuşma yaparken görünce hissettiğim şey öfkeyle karışık acıma duygusu oldu. Altı yıl ülkeyi yöneten birinin düştüğü bu durum içler acısıydı. Başkanlığı döneminde yapabileceği çok şey varken neredeyse köklü-radikal hiçbir değişim yapmamıştı. Marcos’un yarattığı-sebep olduğu “failed state” (başarısız-çökmüş devlet) yerinde kalmıştı. Bu konuya yazının ilerleyen bölümünde tekrar döneceğim. Önce, ülkeyi bir “failed state”e dönüştüren faşist diktatör Marcos’un “harika” siciline biraz göz atalım.

“Kahraman”ın yalan dolgulu özgeçmişi

Marcos, kerameti kibrinden menkul her “özel/seçilmiş kişi” gibi, oku oku ipe diz diye özetlenebilecek özlü sözler döktürmeye hevesli biriydi. İşte iki örnek: “Sık sık tarihte nasıl anılacağımı merak ediyorum: Bir bilge mi? Askeri kahraman mı? Kurucu mu?” Breh breh… II. Dünya Savaşı sırasında Marcos, orduda yedek subay olarak görev yaptı. Biyografisinde yazılanlara göre, savaşta kahramanca roller oynamış, Japonlar tarafından yakalanıp esir alınmış ve işkence görmüştü. Gerilla liderliği yapmış ve gerilla hareketinde önemli bir şahsiyet olmuştu. Bu iddiaları siyasi kariyerinde önemli bir rol oynadı. Ancak, diktatörün son günlerinde açılan ABD arşivleri savaş sırasında Marcos’un Japonya karşıtı faaliyetlerde hiç rol oynamadığını ortaya çıkardı. Orduda geri hizmet sayılacak bir görevde bulunmuştu. İktidarının son günlerinde (13 Şubat 1986, devrilmesinden iki hafta önce) Amerikan CBS TV’nin (bildiğiniz nedenle) “sabıkalı” programı “Face the nation”ın uzaktan yaptığı yayında kendisine ABD arşivlerinin ortaya çıkardığı bu gerçek (yalan kahramanlık hikâyesi) hatırlatıldığında, “Bunlara inanıyor musunuz? Bunlar yalan. Bir kahramanı gözden düşürmeye, (seçim) zaferimi çalmaya çalışıyorlar” diye karşılık vermiş. Oysa seçimi çalan kendisiydi.

Bu program gibi ünlü TV yapımlarında sorulan bazı soruların Beyaz Saray’ın “özel ricası” üzerine sorulduğunu kendi biliyor muydu veya çevresinde bunu bilecek çapta kimse var mıydı, emin değilim. Programcılar sefil bir diktatörü bir TV programında bütün dünyaya rezil ettiler. Daha sonraları, diktatör Marcos’un muhterem zevcesi büyük ses sanatçısı (güzel şarkı söylermiş), kültür insanı (kültür projelerindeki yolsuzlukları anlamında), okur-yazar-entelektüel, iyi bir Katolik ve birinci sınıf bir yalancı ve arsız İmelda hanımefendi, “O programın kendilerine kurulan bir komplo olduğunu” söylemiş. Oysa Marcos’un imajını oluşturan ABD idi. Amerika tarafından özel olarak seçilmiş, parlatılmış ve önü açılmıştı. İngilizce ifadeyle, “A handy puppet, hired by USA and fired by USA”. (ABD tarafından istikbal edilen ve ABD tarafından harcanan bir kullanışlı kukla) 

Marcos’un şu özlü sözü ise bir kamyon arkası yazısı güzelliğindedir: “Tarih tarihçilere bırakılmamalıdır. Aksine, Churchill gibi olun. Tarih yapın ve sonra yazın”. İnsanın “Yürü be Marcos! Kim tutar seni” diyesi geliyor. Bu tarihçilik iddiasını yukarıda bahsettiğim kendi (yalan dolgulu) tarihiyle birleştirince ortaya çıkan “tarih yapma ve yazma” hevesinin nasıl bir şey olduğu da anlaşılıyor. Kısaca, yalana dayalı veya uydurma bir tarih yaratmak ve yazmak diyebiliriz. 

“Failed state” Filipinler

Marcos, Nisan 1986’da NY Times’a verdiği röportajda “En büyük arzum, barış içinde Ilocos Norte'ye (doğup büyüdüğü yer) dönmek ve orada yaşamak ve ülkemde normale dönüşün bir parçası olmak” demiş. Bu normale dönüş, kolayca tahmin edileceği gibi, Marcos rejiminin-diktatörlüğünün bir şekilde devamı anlamına geliyor. Başka bir röportajında ise Aquino için “Zavallı kız, çok fazla darbe alacak. Bu iş onun yutabileceğinden büyük bir lokma” diye şefkat gösterisi yapmış. “Büyük lokma” dediği şey geride bıraktığı çürümüş-kokuşmuş, çökmüş devlet. Bu yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, lokma gerçekten yutulamayacak kadar büyük olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez. Peki, yapılması gereken nedir?


3 Ekim 2021 Pazar

Özellikle Çin’e Özgü bir Sosyalizm İnşa Etmek

Deng Xiaoping (Dıng Şiyavping), 30 Haziran 1984


Dörtlü Çete'nin saf dışı edilmesinden ve Çin Komünist Partisinin On Birinci Merkez Komitesinin Üçüncü Genel Toplantısından bugüne, doğru ideolojik, politik ve örgütsel çizgi belirledik ve bir dizi ilke ve politika formüle ettik. “Bu ideolojik çizgi nedir?” sorusunun cevabı, “Marksizm’e bağlı kalmak ve onu Çin gerçekleriyle bütünleştirmektir. Başka bir ifadeyle, yoldaş Mao Zedong'un savunduğu gibi, olgulardan hareket ederek gerçeği aramak -ve onun temel fikirlerini desteklemek”. Marksizm’e ve sosyalizme bağlı kalmak bizim için çok önemlidir. Afyon Savaşı'ndan sonra bir yüzyıldan uzun bir süre Çin, saldırganlık ve aşağılanmaya maruz kaldı. Devrimimizin başarılı olmasının nedeni, Çin halkının Marksizm’i benimsemesi ve yeni demokrasiden sosyalizme giden yolda devam etmesidir.

“Çin halkı kapitalist yolu seçseydi ne olurdu?” diye sorabilirsiniz. Kendilerini özgürleştirebilirler ve sonunda ayağa kalkabilirler miydi? Tarihi gözden geçirelim. Kuomintang, 20 yıldan fazla bir süre kapitalist yolu izledi. Buna rağmen, Çin halen yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplumdu ve bu gerçek, bu yolun hiçbir yere götürmeyeceğini kanıtladı. Buna karşılık, Marksizm’e ve Marksizm’i Çin'in koşullarıyla bütünleştiren Mao Zedong Düşüncesine bağlı Komünistler, kendi yollarına gittiler ve kırsaldan kente doğru ilerleyip şehirleri kuşatarak devrimi başardılar. Bunun aksine, Marksizm’e inancımız olmasaydı ya da Marksizm’i Çin’in koşullarıyla bütünleştirmeseydik ve kendi yolumuzu izlemeseydik devrim başarısız olurdu ve Çin parçalanmış ve bağımlı kalırdı. Dolayısıyla, devrimde zafer kazanmamızı sağlayan itici güç Marksizm’e olan inancımızdı.

Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunda, eski Çin'den neredeyse hiç sanayisi olmayan harap bir ekonomi miras kaldı. Tahıl sıkıntısı vardı, enflasyon çok yüksekti ve ekonomi kaos içindeydi. Fakat nüfusun beslenme ve istihdam sorunlarını çözdük, emtia fiyatlarını sabit tuttuk, finans ve ekonomi alanlarını birleştirdik ve ekonomi hızla toparlandı. Bu temelde büyük ölçekli bir yeniden yapılanma başlattık. Neye güvendik? Marksizm’e ve sosyalizme güvendik. Bazıları neden sosyalizmi seçtiğimizi soruyor. Buna mecburduk diye cevap veriyoruz; çünkü kapitalizm Çin'i hiçbir yere götürmeyecekti. Kapitalist yolu seçmiş olsaydık, ülkedeki kaosu sonlandıramaz, yoksulluk ve geri kalmışlığı ortadan kaldıramazdık. Marksizm’e bu nedenle bağlı kalacağımızı ve sosyalist yolda devam edeceğimizi defalarca ilan ettik. Ancak Marksizm ile Çin’in koşullarıyla bütünleşmiş bir Marksizm’i ve sosyalizm ile de Çin’in koşullarına uyarlanmış ve özellikle Çin’e özgü bir sosyalizmi kastediyoruz.

Sosyalizm nedir ve Marksizm nedir? Geçmişte bu konuda çok net değildik. Marksizm, üretici güçlerin geliştirilmesine büyük önem verir. Sosyalizmin komünizmin birincil/ilk aşaması olduğunu ve ileri aşamada herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesinin uygulanacağını söylemiştik. Bu, son derece gelişmiş üretici güçler anlamına gelir ve çok büyük bir maddi zenginlik bolluğu gerektirir. Bu nedenle, sosyalist aşama için temel görev üretici güçleri geliştirmektir. Sosyalist sistemin üstünlüğü, son tahlilde, bu güçlerin kapitalist sisteme göre daha hızlı ve daha fazla gelişmesiyle kanıtlanabilir. Onlar geliştikçe insanların maddi ve kültürel yaşamları da sürekli gelişecektir. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonraki eksikliklerimizden biri üretici güçlerin geliştirilmesine gereken önemi vermemiş olmamızdır. Sosyalizm, yoksulluğu ortadan kaldırmak demektir. Yoksulluk sosyalizm değildir, aksine, daha az komünizmdir.

Çin'in hâlâ az gelişmiş bir ülke olduğu göz önüne alındığında, üretici güçleri geliştirmek ve insanların yaşam standardını yükseltmek için nasıl bir yol izleyebiliriz? Bu bizi tekrar sosyalist yolda mı devam edelim yoksa durup kapitalist yola mı dönelim sorusuna getiriyor. Kapitalizm, Çin nüfusunun yalnızca yüzde 10'undan daha azını zenginleştirebilir; geriye kalan yüzde 90'dan fazlasını asla zenginleştiremez. Ancak sosyalizme bağlı kalırsak ve herkese yaptığı işe göre dağıtma ilkesini uygularsak, refahta aşırı eşitsizlikler olmayacaktır. Sonuç olarak, üretici güçlerimizin önümüzdeki 20 ila 30 yıl içindeki gelişme sürecinde hiçbir kutuplaşma olmayacaktır.

Politik çizgimiz, modernizasyon programına ve üretici güçlerin sürekli gelişimine odaklanmaktır. Bir dünya savaşı dışında hiçbir şey bizi bu çizgiden ayıramaz. Bir dünya savaşı çıksa bile, savaştan sonra yeniden yapılanmaya devam ederdik. Modernizasyon programımızın asgari hedefi, yüzyılın sonuna kadar nispeten konforlu bir yaşam standardına ulaşmaktır. Bunu ilk kez Aralık 1979'daki ziyareti sırasında eski Başbakan Masayoshi Ohira'ya söyledim. Nispeten rahat bir yaşam standardıyla, kişi başına düşen GSMH'nın 800 ABD Doları olmasını kastediyoruz. Bu sizin için düşük bir seviye ama bizim için gerçekten iddialı bir hedef. Çin'in şu anda 1 milyar nüfusu var ve o zamana kadar 1,2 milyara ulaşmış olacak. GSMH 1 trilyon dolara ulaştığında, kapitalist dağıtım ilkesini uygularsak, insanların çoğu yoksulluk ve geri kalmışlık batağına saplanmış olarak kalır. Ancak sosyalist dağıtım ilkesi, tüm insanların nispeten rahat bir yaşam sürmesini sağlayabilir. Bu yüzden sosyalizme bağlı kalmak istiyoruz. Sosyalizm olmadan Çin bu hedefe asla ulaşamaz.

Mevcut dünya açıktır. Batı ülkelerindeki sanayi devriminden sonra Çin'in geri kalmasının önemli bir nedeni de kapalı kapı politikasıydı. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra başkaları tarafından ablukaya alındık. Bu yüzden ülke adeta kapalı kaldı. Bu da bizim için zorluklar yarattı. Son otuz (ya da daha fazla) yılın deneyimi, kapalı kapı politikasının inşayı engelleyeceğini ve gelişmeyi durduracağını göstermiştir. İki tür dışlama olabilir: Biri diğer ülkelere yönelik olacaktır; diğeri, kapılarına diğerlerine kapatan bir bölge veya bölüm olmaksızın, Çin'in kendisine yöneltilecektir. İki tür dışlama da zarar verici olacaktır. Hızlı gelişmemiz gerektiğini düşünüyoruz, ancak çok hızlı değil; çünkü bu gerçekçi olmaz. Bunun için iç ekonomiyi canlandırmalı ve dış dünyaya açmalıyız.

Çin'in gerçeklerinden yola çıkarak, öncelikle köylülük sorununu çözmeliyiz. Nüfusun yüzde sekseni halen kırsal alanlarda yaşıyor ve Çin'in istikrarı bu alanların istikrarına bağlı. Şehirlerdeki çalışmalarımız ne kadar başarılı olursa olsun, bu başarı kırsal kesimde istikrarlı bir temel olmadan pek bir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle, nüfusun yüzde 80'inin girişimini tam olarak devreye sokmak için ekonomiyi canlandırarak ve orada açık bir politika benimseyerek başladık. Bu politikayı 1978 yılı sonunda benimsedik ve birkaç yıl sonra istenilen sonuçları elde ettik. Şimdi Altıncı Ulusal Halk Kongresi'nin son İkinci Oturumu, reformun odağını kırsal kesimden şehirlere kaydırmaya karar verdi. Kentsel reform sadece sanayi ve ticareti değil, bilim ve teknolojiyi, eğitimi ve diğer tüm çalışma alanlarını da içerecektir. Kısacası, ülkede reformları sürdüreceğiz ve dış dünyaya daha da geniş açılacağız.

14 büyük ve orta ölçekli kıyı kenti açtık. Yabancı yatırımı ve ileri teknolojileri memnuniyetle karşılıyoruz. Yönetim de bir tekniktir. Sosyalizmimize zarar verecekler mi? Muhtemel hayır; çünkü sosyalist sektör ekonomimizin temel dayanağıdır. Sosyalist ekonomik temelimiz o kadar büyük ki, sarsılmadan onlarca ve yüz milyarlarca dolar değerindeki yabancı fonu emebilir. Yabancı yatırım, kuşkusuz ülkemizde sosyalizmin inşasında önemli bir katkı işlevi görecektir. Şimdi olduğu gibi, bu ek destek vazgeçilmezdir. Doğal olarak, yabancı yatırımın ardından bazı sorunlar ortaya çıkacaktır. Ancak olumsuz etkisi, gelişmemizi hızlandırmak için yapabileceğimiz olumlu kullanımdan çok daha az önemli olacaktır. Sadece küçük bir risk içerebilir, çok fazla değil.

Pekâlâ, bunlar bizim planlarımız. Yeni deneyimler biriktirecek ve yeni sorunlar ortaya çıktıkça yeni çözümler deneyeceğiz. Genel olarak, seçtiğimiz yolun, biz bunu Çin’e özgü sosyalizm inşası olarak adlandırıyoruz, doğru olduğuna inanıyoruz. Beş buçuk yıldır bu yolu takip ettik ve tatmin edici sonuçlar elde ettik; gerçekten de, şimdiye kadarki gelişme hızı bizim tahminlerimizi aştı. Bu yolda devam edersek, yüzyılın sonuna kadar Çin'in GSMH'sını dört katına çıkarma hedefine ulaşabileceğiz. Böylece dostlarımıza artık daha da emin olduğumuzu söyleyebilirim.