25 Eylül 2021 Cumartesi

Diktatör Marcos’un kitap yazma sevdası

13.09.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos kitap yazmaya çok hevesli biriydi. Yirmi yıllık diktatörlüğüne bazıları tuğla kalınlığında bazıları altmış-seksen sayfadan oluşan 20 kitap sığdırdı. Bu parmak ısırtan entelektüel cömertliğini ilk öğrendiğimde, Marcos’un ipe sapa gelir, ciddiye alınabilir bir şeyler yazabilecek çapta biri olmadığını bildiğim için biraz da şaşırmıştım. Yine de, Part-time Marcos uzmanı olarak, hakkını teslim ettim: “Amerikan halkı onun gibi bir lidere sahip olmağı için çok hayıflanmıştır ve ABD yönetimleri Marcos’u kesin çok kıskanmıştır. Hatta Beyaz Saray hasedinden çatlamış-patlamış bile olabilir” dedim. 

Marcos’un kitapları insanlığın yüz yüze olduğu acil ve pek mühim sorunlara parmak basıyor ve sadece onun gibi bir “özel seçilmişin” akıl edebileceği çözümler veya öneriler sunuyor olmalı ki her biri Filipince, İngilizce, Rusça ve Çince olmak üzere dört dilde basılmış. Marcos, (anne tarafından) Çinli kanı taşıdığını söyler ve bununla övünürmüş. Çince basılmasının bir nedeni de bu olabilir. Sonunda, Filipinli arkadaşın yardımıyla beş kitabını temin ettim ve en ince olanından okumaya başladım. Kitabın daha yirmi sayfasını bile devirmemiştim ki, kendimi üstad gazeteci Muhlis Bey’in hayret ifadesiyle “Uy anamlar, ne akıllar ne fikirler” derken buldum. Bu cümle diğer kitaplarda da sık sık aklımdan geçti. 

Diktatör adına kitap yazmak

Kendini bilen biri, onurlu bir insan için kuşkusuz çok utanç verici, aşağılayıcı bir durum. Fakat faşist diktatörlerin çevresinde böyle erdemli insanlar bulunmaz. Varlığı diktatörün varlığına mecbur olan düşkün yanaşmalar ve (kendisi gibi) kötücül ruhlu ideolojik hempaları bulunur. Marcos uzmanı Filipinli araştırmacı Miguel Paolo P. Reyes’in araştırmaları Marcos’un adıyla yayınlanan o 20 kitabın bir cümlesinin bile Marcos’a ait olmadığını ortaya çıkardı. Zaten o kitaplarda geçen herhangi bir kavram hakkında bir paragraf olsun bir şeyler yazabilecek çapta biri değildi. 

Reyes, “Producing Ferdinand E. Marcos, the Scholarly Author” başlıklı makalesinde, hangi kitabın kimin tarafından yazıldığını kanıtlarıyla gösterdi. Kitaplar diktatör Marcos’un yazar-çizer kılıklı yanaşmaları tarafından yazılmıştı. Birkaçı (ince olanlar) Marcos’un propaganda ve iletişim sorumlusu Primitivo Mijares Jr. tarafından derlenmişti. Yazarlar arasında, Marcos için kitap yazmayı şimdi utanç verici bulanlar ve halktan özür dileyenler de çıktı, sessiz kalanlar da, yazdığını reddedenler de… Bir faşist diktatörle iş tutmanın utanç verici olduğunu ve mutlaka bedel ödeteceğini geç de olsa anladılar.

Konunun bir de başkasına ait bir eserin üstüne yatmak, kendi eseriymiş gibi sunmak -akademik adıyla intihal- boyutu var. Akademide yapıldığında, orijinal eserin sahibi (ç)alıntıya rıza gösterse bile, intihali yapanın akademik unvanını elinden alacak kadar ciddi bir akademik-ahlaki sorundur. Fakat diktatörler böyle derin ahlaki ayrıntılarla ilgilenecek kadar gelişmiş insanlar değildir. Onlar sadece kibirlerinin beslenmesi, zayıf egolarının şişirilmesi ve sönen yıldızlarının parlatılmasıyla ilgilenirler. Yapılanlar bunlara hizmet ediyorsa (ki hizmet etmek zorundadır) iyidir, faydalıdır ve gereklidir; hizmet etmiyorsa fuzulidir. Onlar her şeyin (ve hatta herkesin bile) sahibi olmak ayrıcalığına sahiptirler… Her şeyin kuralını koyma hakkına sahip sual edilemez varlıklardır…

Kitaplar üzerine birkaç söz 

Kitaplar bolca yalan ve demagojiyle süsülenmiş başarı hikâyeleri anlatmaya doyamayan bir retorikten ibarettiler. Kocaman kocaman lafların, süslü kavramların altı da içi de boştu. Bazı bölümleri okurken sanki Roma’da konuşma yapan Mussolini’yi dinliyormuşum gibi hissettim. O kadar demagoji yüklü ve o kadar korporatist… Sizde daha tanıdık birini dinliyormuşsunuz hissi uyandırması da mümkün. Velhasıl, her bir kitap hikmeti ancak benim gibi “Marcos uzmanları” tarafından anlaşılabilmiş, “Oku oku ipe diz” diye özetlenebilecek bir şaheserdi. Araştırmacı Reyes, “Marcos, insanüstü birisi olarak görülmek istiyordu. İnsanların onu çok meşgul ama son derece yetenekli ve bilgili bir adam olarak görmelerini istedi” diyor. Yani onun ağır kibrinden ve zayıf (ve şişkin) egosundan bahsediyor. Bu doğru; fakat konunun bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Kitaplar, toplumun/hedef kitlenin düşünce ve duygularını maniple etme arzusuyla; yani algı yönetimi amacıyla yazılmışlardı.

İçlerinde tam Marcos’un bir ABD ziyareti öncesine (1983) denk getirilmiş olan bir kitap da var. O yıllarda dünya artık Marcos’u tanımış, kim olduğunu anlamıştı ve Batı kamuoyunda kötü bir imajı vardı. Emperyalizm Marcos’u terk ediyordu… Bu kitapla Batı kamuoyunda gündeme gelmek ve bir imaj tazeleme fırsatı yakalamak istiyordu. Fakat umut ettiklerinin hiçbiri olmadı. Batı kamuoyunu aptal yerine koyma planı geri tepti. Hatta eski ABD Başkanı Jimmy Carter’dan bile bir randevu koparamamıştı. Üstüne üstlük Carter, “Demokrasi, insan hakları gibi kavramları Marcos’tan duymak mide bulandırıcı” demişti. Oysa Carter’ın Başkanlığı döneminde ABD’nin gözdesiydi.

Marcos, görsel-işitsel iletişim araçlarıyla sarıldığımız günümüz dünyasında iktidarda olsaydı, muhtemelen kitapla falan uğraşmazdı. Onun yerine, TV ekranlarında prompter önünde her gün saatlerce kafa ütülerdi. Zira konuşmayı çok severdi ve sesinin kitleler üstünde büyüleyici bir etkisi olduğuna inanırdı.

Marcos, ağır kibirli biriydi. Bir zamanlar yakın çevresinde bulunan bazılarının söylediğine göre, “Bütün sermayesi kibir ve zorbalıktan ibaretti. Herkes ve her şey onun kibrini beslemeye, zayıf egosunu şişirmeye mecburdu. Aksine davrandığını düşündüklerine karşı psikolojik şiddet uyguluyordu. Hatta polis ve muhafızları aracılığıyla fiziksel şiddet uygulattığı kişiler de oluyordu. Bu itiraz edilemeyen (şerrinden korkulan) zorbalığı Filipinler halkına ‘karizma’ diye pazarladılar.” Kitaplar da “Marcos imajı” pazarlamanın bir aracıydı; yani başta söylediğim gibi, algı yönetimi araçlarıydılar.

NOT: Kitaplar hakkında değerlendirme ve alıntılar da içeren daha kapsamlı bir derleme kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden okunabilir.

 


11 Eylül 2021 Cumartesi

Diktatör Ferdinand Marcos’un kitap yazma aşkı

Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos kitap yazmaya çok hevesli biriydi. Yirmi yıllık diktatörlüğüne bazıları tuğla kalınlığında bazıları altmış-seksen sayfadan oluşan 20 kitap sığdırdı. Bu parmak ısırtan entelektüel cömertliğini ilk öğrendiğimde, Marcos’un ipe sapa gelir, ciddiye alınabilir bir şeyler yazabilecek çapta biri olmadığını bildiğim için biraz da şaşırmıştım. Yine de, part-time Marcos uzmanı olarak, hakkını teslim ettim: Aklımdan “Amerikan halkı onun gibi bir lidere sahip olmağı için çok hayıflanmıştır ve ABD yönetimleri Marcos’u kesin çok kıskanmıştır. Hatta Beyaz Saray hasedinden çatlamış-patlamış bile olabilir” cümlesi geçti.

Marcos’un kitapları insanlığın yüz yüze olduğu acil ve pek mühim sorunlara parmak basıyor ve sadece onun gibi bir “özel seçilmişin” akıl edebileceği çözümler veya öneriler sunuyor olmalı ki her biri Filipince, İngilizce, Rusça ve Çince olmak üzere dört dilde basılmış. Marcos, (anne tarafından) Çinli kanı taşıdığını söyler ve bununla övünürmüş. Çince basılmasının bir nedeni de bu olabilir. Sonunda, Filipinli arkadaşın yardımıyla aşağıda adlarını anacağım beş kitabını temin ettim ve en ince olanından okumaya başladım.

“Yeni Filipinler Toplumu Üzerine Notlar”

1974 yılında basılan bu kitabın (Marcos’un “Yeni” vurgusuna dikkat) daha yirmi sayfasını bile devirmemiştim ki, kendimi üstad gazeteci Muhlis Bey’in hayret ifadesiyle “Uy anamlar, ne akıllar ne fikirler!” derken buldum. Bu cümle diğer kitaplarda da sık sık aklımdan geçti. Bu kitap Marcos’un 1971’de hile ve tehditle yaptığı Anayasa değişikliği sonrasında yazılmış. O değişiklikle bütün yetkileri elinde topladı, hemen ardından sıkıyönetim ilan etti ve muhaliflere yönelik çok kapsamlı bir tutuklama başlattı, bazı muhalifleri öldürttü. Basını susturdu. Kitap bu süreçte demokrasinin katledilişini demokrasinin rayına oturuşu ve ileriye doğru yol alışı; hukukun yok edilişini hukukun üstünlüğünün gerçek anlamda tesis edilmesi; basının susturulmasını çok seslilik ve eleştiri ortamının sağlanması; yaygın tutuklamaları ulusal güvenlik ve komünizm tehdidinin bertaraf edilmesi gibi bugünlerde çok aşına olduğumuz yalanlarla bezemeye çalışıyor. Yazılma amacı bu. 

“Bir Filipinli İdeolojiye Doğru”


Bu kitapta Marcos, Filipin halkına tarihini 1972’de ilan ettiği sıkıyönetim -aslında, Marcos darbesi- ile başlattığı bir “Yerli ve Milli İdeoloji” bahşetmeye çalışıyor. Kitap 1983’te yani Marcos diktatörlüğünün iyice çatırdamaya başladığı, meşruiyetinin bütün dünyada hızla aşındığı, emperyalistlerin Marcos’u terk etmeye başladığı, ülkenin her açıdan çöküşe gittiği ve seçmen kaybının hızlandığı bir dönemde yazılmış. Yani Marcos’un tabanını bir ideolojik formasyon çerçevesinde konsolide etme ve toparlanma çırpınışı olarak okunabilir. Kitabı okurken sanki Roma’da konuşma yapan Mussolini’yi dinliyormuşum gibi hissettim. O kadar demagoji yüklü ve o kadar korporatist… Sizde daha tanıdık birini dinliyormuşsunuz hissi uyandırması da mümkün. (Bu kitaba adını veren makaleyi edinmek isteyenler e-posta gönderebilirler)

“Kriz Çağında Üçüncü Dünya”

Tam adı “Alternatif Arayışı: Kriz Çağında Üçüncü Dünya, 1980” olan bu kitap yayınlandığında Marcos, bütün yetkileri elinde toplayıp sıkıyönetim ilan edeli sekiz yıl olmuştu. Bu süreçte Marcos'un bizzat önderlik ettiği kurumsallaşmış yolsuzluk nedeniyle enflasyon hızla yükselmiş, ekonomi çöküşün eşiğine gelmişti. Marcos’a göre ise “Filipinler üçüncü dünya ülkesi olduğu için, ABD-Batı tarafından benimsenen kapitalist uygulamalara dayanamıyordu.” Marcos’un “Gülümseyen sıkıyönetim”i Batılı kapitalizme ve komünizme alternatif olacaktı: Filipin alternatifi. Bu kitap "Marcos'un" kendi "anayasal otoriterliğini" (faşist diktatörlüğünü) dünyanın bir diktatörlük olarak görmeye başlamasından duyduğu rahatsızlık üzerine yazılmış. “Anayasal otoriterliğinin” bir diktatörlük olmadığını göstermeye ve kendisinin bir ekonomik-siyasi model sunduğunu anlatmaya çalışıyor. Kitapta rejiminin gerçek yüzünü gösteren gülünç bir yazım hatası da var: 128. sayfada, "halkın %1'den azı veya %53'ü sıkıyönetimin kaldırılması gerektiğine inanıyor" diye yazıyor.

“Demokrasiye Üçüncü Dünya Yaklaşımı”

Tam adı “Yeni Filipin Cumhuriyeti: Demokrasiye Üçüncü Dünya Yaklaşımı (“Yeni” vurgusuna dikkat)” olan bu kitap (1982), 20 kitap içinde en hacimli olanı. Tam 490 sayfa. Belli ki çöküş hızlandıkça, iktidarı kaybetme (ve halkın eline düşme) korkusu arttıkça daha fazla yalana ihtiyaç duymuş. Marcos, bu kitapta 1972'de neden olağanüstü hal ilan ettiğini ve tüm yetkileri elinde topladığını ve eski Amerikan tarzı cumhuriyeti terk ettiğini anlatıyor. ''Bağımsızlığın coşkusu içinde siyasi sistemimize Batılı tipteki siyasi yapıları soktuk. Sadece birkaç yıl sonra bu kurumlar çökmeye başladı. O zamanlar ulusların seçebilecekleri iki örnek vardı: Batılı endüstriyel (kapitalist demek istiyor) sistem ve komünist sistem.” 

Komünizme şiddetle karşı çıkan Marcos, “Gelişmiş ülkelerden istediğimiz, üçüncü dünyanın üçüncü bir yol bulmasına izin vermeleri. Artık benzersiz karakterimize ve özel gerçeklerimize yanıt veren bir siyasi ve ekonomik sistem oluşturmalıyız'' diyor. “Anayasal otoriterlik” olarak nitelendirdiği kendi rejiminin (faşist diktatörlüğünün) üçüncü dünyaya özgü bir siyasi ve ekonomik sistem olduğunu ve bu soruna çözüm getirdiğini anlatıyor. Sisteminin başarılarını sayıp döküyor. Oysa onun başarılarını saydığı bu dönemde enflasyon ve yoksulluk alıp başını gitmiş ve ekonomi çöküşün eşiğinde yalpalamaya başlamıştı. 

Bu kitabın bir diğer özelliği, tam Marcos’un bir ABD ziyareti öncesinde denk getirilmiş olması. O yıllarda dünya artık Marcos’u tanımış, kim olduğunu anlamıştı ve Batı kamuoyunda kötü bir imajı vardı. Emperyalizm Marcos’u terk ediyordu… Bu kitapla Batı kamuoyunda gündeme gelmek ve bir imaj tazeleme fırsatı yakalamak istiyordu. Fakat umut ettiklerinin hiçbiri olmadı. Batı kamuoyunu aptal yerine koyma planı geri tepti. Hatta eski ABD Başkanı Jimmy Carter’dan bile bir randevu koparamamıştı. Üstüne üstlük Carter, “Demokrasi, insan hakları gibi kavramları Marcos’tan duymak mide bulandırıcı” demişti. Oysa Carter’ın Başkanlığı döneminde ABD’nin gözdesiydi.

“Birleşmiş Milletlerin 40 Yılı”

Bence, en takdire şayan kitabı (1985), uluslararası topluma seslenmesi nedeniyle, bu şaheseridir. Emsalsiz düşüncelerini bir uluslararası kuruluşa sebil niyetine kuşyemi gibi serpiştirdiği bu eser şu cümlelerle başlıyor: “Bu kitabı yazıyorum çünkü insan ırkının dinozorlar gibi yok olmaya mahkûm olduğuna inanmayı reddediyorum. Zihninin yaratıcılığı ve ruhunun dayanıklılığıyla yüzyılların afetlerinden kurtulan tek canlı olan insan yaşadığı dünyayı ölümden çok yaşam dünyasına dönüştürecektir, bundan eminim...” Breh, breh… BM’ye bağlılık belirttikten, yeni bir yapılanma önerdikten ve satır aralarında ayar da verdikten sonra kitabı şöyle bitiriyor: “Yine de, insanların ve ulusların doğasını değiştirebileceğimize dair bir umudum olmasaydı bu kitabı yazmazdım.” Ne kadar mütevazı bir amaç… 

Diktatör adına kitap yazmak

Kendini bilen biri, onurlu bir insan için kuşkusuz çok utanç verici, aşağılayıcı bir durum. Fakat faşist diktatörlerin çevresinde böyle erdemli insanlar bulunmaz. Varlığı diktatörün varlığına mecbur olan düşkün yanaşmalar ve (kendisi gibi) kötücül ruhlu ideolojik hempaları bulunur. Marcos uzmanı Filipinli araştırmacı Miguel Paolo P. Reyes’in araştırmaları Marcos’un adıyla yayınlanan o 20 kitabın bir cümlesinin bile Marcos’a ait olmadığını ortaya çıkardı. Zaten o kitaplarda geçen herhangi bir kavram hakkında bir paragraf olsun bir şeyler yazabilecek çapta biri değildi.

Reyes, Producing Ferdinand E. Marcos, the Scholarly Author” başlıklı makalesinde, hangi kitabın kimin tarafından yazıldığını kanıtlarıyla gösterdi. Kitaplar diktatör Marcos’un yazar-çizer kılıklı yanaşmaları tarafından yazılmıştı. Birkaçı (ince olanlar) Marcos’un propaganda ve iletişim sorumlusu Primitivo Mijares Jr. tarafından derlenmişti. Yazarlar arasında, Marcos için kitap yazmayı şimdi utanç verici bulanlar ve halktan özür dileyenler de çıktı, sessiz kalanlar da, yazdığını reddedenler de… Bir faşist diktatörle iş tutmanın utanç verici olduğunu ve mutlaka bedel ödeteceğini geç de olsa anladılar.

Konunun bir de başkasına ait bir eserin üstüne yatmak, kendi eseriymiş gibi sunmak -akademik adıyla intihal- boyutu var. Akademide yapıldığında, orijinal eserin sahibi (ç)alıntıya rıza gösterse bile, intihali yapanın akademik unvanını elinden alacak kadar ciddi bir akademik-ahlaki sorundur. Fakat diktatörler böyle derin ahlaki ayrıntılarla ilgilenecek kadar gelişmiş insanlar değildir. Onlar sadece kibirlerinin beslenmesi, zayıf egolarının şişirilmesi ve sönen yıldızlarının parlatılmasıyla ilgilenirler. Yapılanlar bunlara hizmet ediyor (ki hizmet etmek zorundadır) iyidir, faydalıdır ve gereklidir; hizmet etmiyorsa fuzulidir. Onlar her şeyin (ve hatta herkesin bile) sahibi olmak ayrıcalığına sahiptirler… Her şeyin kuralını koyma hakkına sahip sual edilemez varlıklardır…

Kitaplar üzerine son söz

Kitaplar bolca yalan ve demagojiyle süsülenmiş başarı hikâyeleri anlatmaya doyamayan bir retorikten ibarettiler. Kocaman kocaman lafların, süslü kavramların altı da içi de boştu. Velhasıl, her bir kitap hikmeti ancak benim gibi “Marcos uzmanları” tarafından anlaşılabilmiş, “Oku oku ipe diz” diye özetlenebilecek bir şaheserdi. Araştırmacı Reyes, “Marcos, insanüstü birisi olarak görülmek istiyordu. İnsanların onu çok meşgul ama son derece yetenekli ve bilgili bir adam olarak görmelerini istedi” diyor. Yani onun ağır kibrinden ve zayıf (ve şişkin) egosundan bahsediyor. Bu doğru; fakat konunun bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Kitaplar, toplumun/hedef kitlenin düşünce ve duygularını maniple etme arzusuyla; yani Marcos rejimi için algı yönetimi amacıyla yazılmışlardı. 

Görsel-işitsel iletişim araçlarıyla sarıldığımız günümüz dünyasında iktidarda olsaydı, muhtemelen kitapla falan uğraşmazdı. Onun yerine, TV ekranlarında prompter önünde her gün saatlerce kafa ütülerdi. Zira konuşmayı çok severdi ve sesinin kitleler üstünde büyüleyici bir etkisi olduğuna inanırdı.

Marcos, ağır kibirli biriydi. Bir zamanlar yakın çevresinde bulunan bazılarının söylediğine göre, “Bütün sermayesi kibir ve zorbalıktan ibaretti. Herkes ve her şey onun kibrini beslemeye, zayıf egosunu şişirmeye mecburdu. Aksine davrandığını düşündüklerine karşı psikolojik şiddet uyguluyordu. Hatta polis ve muhafızları aracılığıyla fiziksel şiddet uygulattığı kişiler de oluyordu. Bu itiraz edilemeyen (şerrinden korkulan) zorbalığı Filipinler halkına ‘karizma’ diye pazarladılar.” Kitaplar da “Marcos imajı” pazarlamanın bir aracıydı; yani başta söylediğim gibi, algı yönetimi araçlarıydılar. 

Diktatörden özlü sözler:

Marcos özlü sözler döktürmeye de hevesliydi. İşte birkaç örnek:

-Tarih tarihçilere bırakılmamalıdır. Aksine, Churchill gibi olun. Tarih yapın ve sonra yazın.” İnsanın “Yürrü be Marcos, kim tutar seni” diyesi geliyor.

-“Sık sık tarihte nasıl anılacağımı merak ediyorum: Bir bilge mi? Askeri kahraman mı? Kurucu mu?” İkinci Dünya Savaşı sırasında Marcos, orduda yedek subay olarak görev yaptı. Biyografisinde yazılanlara göre, savaşta kahramanca roller oynamış, Japonlar tarafından yakalanıp esir alınmış ve işkence görmüştü. Gerilla liderliği yapmış ve gerilla hareketinde önemli bir şahsiyet olmuştu. Bu iddiaları siyasi kariyerinde önemli bir rol oynadı. Ancak, sonradan açılan ABD arşivleri, savaş sırasında Marcos’un Japonya karşıtı faaliyetlerde gerçekte hiç rol oynamadığını ortaya çıkardı. 

-“Egemen bütünlüğümüzü korumak için onlara kimsenin bize temiz ve demokratik bir seçimin nasıl yapılacağını söylemesine gerek olmadığını kanıtlamalıyız.” Bu lafları 1986’daki son seçimden önce etmişti. O seçimi çaldı ve bu da onun sonu oldu. Halk tarafından devrildi.

5 Eylül 2021 Pazar

Batı’nın bencil insan merkezciliği ve pandemiyi Çin’in insan-doğa felsefesi ile çözmek

Batı'da 17. ve 18. yüzyılları kapsayan aydınlanma hareketi insan aklının ışığını yaktı. İnsanlar Orta çağın tanrı baskısından kurtuldular ve dünyayı akılla kontrol etmeye başladılar. Fakat bunu bir dizi ciddi sorun da izledi. Aklın ışığının rehberliğinde insan düşüncesi özgürleşti, insanlık üç bilimsel ve teknolojik devrim yaşadı ve üretkenlikte büyük atılım gerçekleştirdi. Ancak, aynı zamanda, kaynak açlığı bir dizi ciddi zorluk yarattı. Örneğin fosil yakıtların çok yaygın-büyük miktarda kullanılması bugün yaşadığımız küresel ısınma ve "sera etkisi" sorununu beraberinde getirdi. "Sera etkisi" dünya iklimini giderek daha dengesiz-değişken yaptı. Hava kirliliği daha yaygın hale geldi. Ormanlık çayırlar hızla geriliyor ve kurak alanlar genişliyor. Yumurta için tavukların sömürüldüğü, balıklar için suyollarının boşaltıldığı gerçek dünyadaki bu sınırsız yıkıcı sömürü belki de insanlığın yavaş yavaş kendi mezarını kazdığı anlamına geliyor olabilir.

Bu krizin kaynağı, büyük ölçüde insanla ilişkili faktörler, insan doğasının yabancılaşması ve Batı kültüründeki insan merkezciliğin savunulmasıyla bağlantılı olabilir. İnsan merkezcilik, insan ve doğanın ayrı (yani insanın doğanın üstünde) olduğuna ve insan yaşamının içsel bir değere sahip olduğuna inanırken, diğer varlıkların (hayvanlar, bitkiler, maden kaynakları vb.) insanın ihtiyacına göre bir şekilde sömürülebilecek kaynaklar olduğuna inanır. Etik alanıyla ilgilenen çok sayıda felsefeci, insan merkezciliğin köklerini Yahudi-Hıristiyan kutsal kitaplarında anlatılan yaratılış hikâyesinde bulur. (Oysa aynı martaval Kuran’da da anlatılır. Yazarların bundan bahsetmemesi muhtemelen Kuran’ı bilmemelerinden kaynaklanmaktadır, Kamuran Kızlak.) Bu yaratılış hikâyelerine göre, Tanrı, insanları kendi suretinde yaratmış ve yeryüzünü "fethetmek" ve diğer tüm canlıları "yönetmek" için gönderilmiştir.

Bu pasaj, hem insanın doğa üzerindeki üstünlüğünün bir tezahürü hem de doğal dünyanın asıl değerinin insanlara fayda sağlamak olduğuna dair araçsal bir doğa görüşüne cevaz verme olarak yorumlanmıştır. Bu fikir sadece Yahudi ve Hıristiyan teolojisi ile sınırlı değildir. Aristoteles'in Politika ve Immanuel Kant'ın Ahlak Felsefesinde de bulunabilir. Yeryüzündeki tek akıl sahibi varlık olması ve bu nedenle başkalarına kendi iradesini dayatma yeteneğine sahip olması, insanı başlı başına doğanın Lord unvanlı hak sahibi (yani mülk sahibi, K. Kızlak) yapar. Doğa bir amaçlar sistemi olarak kabul edilirse, bu Lord’un (mülk sahibi,görevi doğanın nihai amacına ulaşmaktır.

İnsan merkezcilik insanın evrendeki en önemli varlık olduğuna inanır. Dünyayı insan değerleri ve deneyimi açısından açıklar veya görür. Batı’daki insan merkezli modernleşme, insan uygarlığında tahribata neden olmuştur. 21. yüzyıla girerken, özellikle yeni koronavirüsün yol açtığı yıkım göz önüne alındığında, modernleşme sürecinde ortaya çıkan sorunlar üzerinde düşünmek gerekiyor 

Hem 2003 yılında Çin'i etkisi altına alan SARS virüsü hem de bugünlerde tüm dünyayı etkileyen yeni koronavirüs “insanların doğayı yağmalamaları nedeniyle ödedikleri bedel” olarak görülebilir. Hayvanlarda doğal olarak bulunan virüsler, insan faaliyetlerine bağlı olarak ara konaklar aracılığıyla insanlara geçer. Vebanın getirdiği insanlık trajedisi Batı uygarlığı için defalarca yapılmış bir uyarıdır. Bu uyarı, Batı uygarlığına insan merkezciliği terk etmesi, doğaya saygı duyması, doğayla denge içinde yaşaması ve insan kavramlarını yenilemesini söylemektedir.

COVID-19'un yarattığı büyük risklerden nasıl kaçınabilir ve günümüz dünyasının hastalıklarına doğru tedavileri nasıl bulabiliriz? Batı uygarlığı bir darboğaza yaklaşırken, belki de cevap Konfüçyüsçülük, Budizm ve Taoizm'i birleştiren geleneksel Çin felsefesinde bulunabilir.

Bir Çin atasözü, “deniz hiçbir nehri reddetmez” der. Çin kültürünün ruhu -hoşgörülü olmak- Batı'nın sözde “birleşme/birleştirme teorisi”nde bulunmaz. İnsanlığın Avrupa ve Amerikan uygarlıklarına büyük sorumluluklar yüklemeye devam etmesi için hiçbir neden yoktur. Modern zamanlarda insan ırkının gelişmesiyle birlikte çeşitli sorunlar ortaya çıktı ve artık insanlığın yeni bir yönetim biçimine ihtiyacı var. Batı merkezli dünya düzeni zayıflama belirtileri göstermeye başladı. Çin'in temsil ettiği Batılı olmayan dünya çok yönlü bir şekilde yükseliyor ve insanlık tarihi “Batı merkezli çağ” sonrası döneme girmeye hazırlanıyor. Çinli ataların bilgeliği, insani yaşam topluluğunu insan topluluğuna ve dünya kavramını (doğru uyum yoluna geri dönmesine rehberlik edecek) dünyadaki her şeyi içerecek şekilde genişletmeleridir. Çin'in 5000 yıllık uygarlığı, kapsamlı ve derin geleneksel Çin kültürünü beslemiştir. Kültürün özü, üzerinde durduğumuz temel olmaya devam ediyor. İnsan ve doğa arasındaki uyum geleneksel Çin felsefesindeki en temel kavramdır. 

Batı uygarlığı denizde doğdu ve keşif, rekabet ve yayılma yoluyla ilerledi. Batı, sürekli mücadele ederek dünyayı birleşik bir ekonomik pazar haline getirmeyi başardı. Ancak dünya için uyumlu, düzenli ve sürdürülebilir bir kalkınma sistemi kurmayı başaramadı. Çin kültürü son derece kapsayıcıdır ve kültürel geleneğimiz evrendeki yaratılışın kaynağına geri dönme gücü içerir. Küresel çatışmaların giderek keskinleştiği ve şiddetlendiği günümüzde, Çin uygarlığı, dünya uygarlıkları arasındaki diyaloga katılma ve insan düşüncesinin daha üst düzeyde gelişmesine katkıda bulunma sorumluluğu, hakkı ve fırsatına sahiptir.

Eski Çin bilgesinin ideolojisine göre, dünyadaki her şey özdeştir. Bu, insanlığın ortak kaderinin oluşturduğu topluluk demektir. Görünüşte, insanlık için ortak bir geleceği olan bir topluluk önerisi, insan grupları arasındaki gerilimleri ve çatışmaları çözmeyi amaçlamaktadır. Bu öneri kişilerarası ve devletler-arası ilişkiler boyutu da içermektedir. İnsanlık için ortak gelecek topluluğunun bir diğer önemli boyutu ise insan ve doğa arasındaki ilişkidir. Bir klasik Çin felsefesi yazını olan Tao Te Ching'de Laozi, insanların evrenin yasasını takip etmesi gerektiğini defalarca vurgulamaktadır. Tao, gökyüzü altında bulunan her şeyin annesi, tüm enerjinin kaynağı, göğün ve yerin kökeni ve her şeyin kaynağıdır. Gökyüzü altındaki her şey Tao'nun oğullarıdır. İnsan ve gökyüzünün altındaki her şey özdeş varlıklardır. İnsan, öldürmek, çalmak ve kötülük etmek yerine tüm varlıklara eşit ve saygıyla davranmalıdır. Konfüçyüsçülük, "Tao"nun iyilik ve doğruluk içeriğini teslim eder ve doğru kuralların daha çok gözetilmesini, yanlış kuralların ise uzak tutulmsını önerir. Günümüzün uluslararası toplumu, ırk, etnik köken, renk, bölge, dil, kültür, din, cinsiyet, ülke ve sınıf sınırlamalarını aşmalıdır. Ancak aynı havayı soluduğumuzu, aynı kaderi paylaştığımızı, salgınla mücadele için birlikte çalışmamız ve doğayla uyum içinde yaşamamız gerektiğini anladığımızda toplum olarak krizi tersine çevirme şansımız olabilir. 

Her ülkenin kendi yolunda hareket ettiği veya komşusuna zarar verme politikası izlediği parçalanma yoluna girersek, pandemi krizinin sonunu görmeyeceğimiz gibi sonuçları muhtemelen daha büyük bir küresel felaketi de tetikleyebilir.

Dünya ülkeleri, kendi ülkelerinin çıkarları için birbirini suçlamak ve salgınla mücadele fırsatını kaçırmak yerine, insanlığın ortak özlemlerine ve görevlerine odaklanmalıdır. İnsanlık, doğa yasalarını çiğnemenin sonuçlarıyla yüzleşmeli, gökyüzünün (Çin dinlerine göre gökyüzü tanrıdır) yolunu izlemeli, en kısa zamanda düzeltmeler yapmalı, mevcut grafik düşünceyi aşmalı ve “doğa ve insanın birliği”ni öneren eski Çin felsefesini tüm insanlığın esenliği için yeniden kazanmalıdır.

Globaltimes’tan alınmıştır

Yazarlar: Pu Jingxin ve Guo Song