26 Aralık 2021 Pazar

"Yalnızca yurtseverler" ölçütü ve Hong Kong seçimleri

26.12.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır
 
Pandemi gerekçesiyle 1 yıl ertelenen Hong Kong (HK) Temsilciler Meclisi seçimleri 19 Aralık’ta yapıldı. 11 Eylül 2020’de yayınlanan “ABD’nin kaybettiği ‘Soğuk Savaş’ mevzii: Hong Kong” başlıklı yazımda, bu erteleme hakkında "Covid-19 tabii ki işin bahanesi. Amaç, bu bir yıl içinde ABD-İngiltere emperyalizminin HK’a elini uzatmasını imkansız hale getirmek ve işbirlikçilerinin kolunu kanadını kırmak. Böylece, seçimlerde etkili olmalarının önünü kesmek" diye yazmıştım. Bu süre içinde ÇKP açısından maksat hasıl oldu diyebilirim.

HK seçim sistemi bildiklerim arasında en saçma olan, seçime en az benzeyen sistem. (Ayrıntılı bilgi için 11 Eylül 2016 tarihinde yayımlanan "O demokrasini de al git" başlıklı yazıma kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden erişilebilir.) Bu sistem, Britanya sömürgeciliğine bir başkaldırı olan 1967 HK olayları sonrasında İngiltere’nin yaptığı reform görünümlü bir aldatmaca. Gerçekte, hep İngiltere’nin kazanması üzerine kurgulanmış bir seçimden ibaret. HK halkına demokrasi ve temsilde adalet diye sunulan bu art niyetli sistem gerçekte bir kontrol mekanizmasıydı. Halkın tepkisini sistem içine çekmeyi ve böylece etkisizleştirmeyi amaçlıyordu. Bu sistemle yapılan seçimin bir sözde seçim-aldatmaca olduğunu görenlerin oranı küçümsenecek gibi değil. Bu yüzden olsa gerek, önceki yıllarda da seçimler HK halkının en az yarısının ilgisini çekmezdi.

ÇİN’İ BATI GÖZÜYLE BİLİYORUZ

Çin hakkında bütün bildiklerini Batı kapitalizminin dezenformasyon kaynaklarından (Batı kapitalizmini ideolojik ve kültürel olarak yeniden üretmekle görevli Batı basın-yayınından) öğrenen Çin cahili çok bilmişlerin bu saçma sistemden Çin’i sorumlu tuttuklarına tanık olmuşluğum bile var. Oysa Çin yönetimi sistemin özüne hiç dokunmadı. Zaten güçlünün kazanması üzerine kurgulanmış bir sistemin özüyle oynamaya gerek görmedi. Sadece temsilci sayılarında birkaç değişiklik yaptı, hepsi o kadar.

Seçime katılım yüzde 30,2’lik oran ile HK’un Çin’e devredilmesinden (1997) sonraki en düşük oran oldu. Bu oran 1991’de yüzde 39,1; 2000’de yüzde 43,57; 2016’da yüzde 58.29 olmuştu. 2016’daki bu (diğer yıllara göre) yüksek katılım 2014’te başlayan ve 2015’e de sarkan "Şemsiye Devrimi Hareketi"nin esintilerine bağlanıyor. Son seçimlerde yüzde 30,2’ye kadar düşen katılım oranında başlıca iki faktörün etkili olduğunu düşünüyorum:

1) Aday belirleme süreci: Adaylar, yeniden yapılandırılan Seçim Komitesi tarafından ÇKP’nin belirlediği "yalnızca yurtseverler" ilkesine uygun olarak fazla ince elenip sık dokundu ve sonunda 135 aday seçimde yarışmaya hak kazandı. 20 temsilci işte bu 135 aday arasından seçilecek. Seçim Komitesinin doğrudan atadığı 40 adayın da bu "yurtseverlik" kriterine uygun olarak atandığını sanırım söylemeye bile gerek yok.

"Yurtseverlik" derken aklınıza Çin muhibbi veya ÇKP yanlısı olma şartı gelmesin. Çin ve ÇKP’ye eleştirel duran biri de seçilebilir. HK meclisinde bu kadar muhalifliğe yer var. Bu tür muhaliflik ÇKP’yi rahatsız etmez (Az çok bunu andıran bir "yapıcı" muhaliflik zaten kendi içinde de var). Yeter ki ayrılıkçı ve emperyalizm işbirlikçisi olmasın.

2) Aday sayısında değişiklik: Önceki seçim sisteminde 70 temsilcinin 35’i doğrudan halk tarafından seçiliyordu. Bu yüzde 50’lik oran, kısmen de olsa, bir temsil edilme motivasyonu sağlıyordu. Seçim sisteminde bu yıl içinde yapılan değişiklikle 70 olan temsilci sayısı 90’a çıkarıldı. Fakat doğrudan yani halkın oylarıyla seçilen temsilci sayısı 35’ten 20’ye indirildi. 40 temsilci Seçim Komitesi tarafından atanırken 30 temsilci iş çevrelerinin oluşturduğu komite tarafından seçiliyor/atanıyor. Seçim hakkında görüştüğüm HK’daki dostların çoğu "Çin’in ağırlığı karşısında 20 kişilik temsilci anlamsız ve onları seçmek için oy vermek de gereksiz. O yüzden oy vermeye gitmedim" dediler.

ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ DE GİTTİ

Geçen yıl yaşanan emperyalizm destekli "ayaklanma girişimi"ne öncülük edenler, elebaşları ya tutuklandı ya da HK’dan kaçıp sahiplerine sığındılar. Onlardan geri kalan etkisiz gruplar boykot çağrısı yaptı. Çağrıyı yapanlardan 10 kişi tutuklandı. Bu grupların yaptığı boykot çağrısının seçim katılım oranı üzerinde anlamlı bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Bu gruplar artık HK halkı tarafından gösterilerin çığrından çıkmasından sorumlu tutuluyorlar ve büyük ölçüde tecrit edilmiş durumdalar. Emperyalizm işbirlikçisi damgası üzerlerine yapıştı.

Seçimden bir ay kadar önce, 16 Kasım’da yapılan Şi Cinping-Joe Biden görüşmesinden iki gün önce, ilginç ve üstünde durmaya değer bulduğum bir gelişme yaşandı: Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) HK’daki bütün faaliyetlerini sonlandırdı ve bürosunu kapatıp HK’yi terk etti. Yurtseverlerin gözü aydın... Bu konuya sonraki yazımda değineceğim için şimdilik burada bırakıyorum.

4 Aralık 2021 Cumartesi

İktidarın “Batıyoruz, yağmalayın!” daveti ve Çin

 04-05 Aralık 2021 tarihli BirGün gazetesinde iki bölüm olarak yayınlanmıştır

Bir yıla yakın bir zamandır, Çin basınında bazı Çin firmalarının Türkiye’de yatırım yaptığına, bazı firmaların ise yatırım yapmaya ilgi duyduklarına dair haberler gözüme çarpıyor –pek sık olmasa da. Yatırımlar abartılacak ölçüde olmasa bile, Çin firmalarının yurtdışında (özelde Türkiye’de) yatırım yapması tek başına dikkate değer bir olgu. Yurtdışında yatırım yapmama politikası, ÇKP’nin üretilen değerin Çin’de kalması, “Çin halkına aktarılması” politikasından kaynaklanıyor. Türkiye’ye olan ilgi önce cep telefonu firmalarıyla başladı, onu beyaz-kahverengi eşya üreticileri izleyecek gibi görünüyor. Sırayı otomotiv firmalarının alması sürpriz olmaz. Peki, (1) yakın zamana kadar yurtdışında yatırım yapmaktan uzak duran Çin firmaları durup dururken neden Türkiye’ye ilgi göstermeye başladı, (2) AB üyesi ülkeler arasında yatırım yapabilecekleri en az beş-altı “gelişmekte olan” nispeten ucuz/rekabetçi ülke varken neden Türkiye ve (3) bu olası yatırımların Türkiye ekonomisine katma değer üretimi ve teknoloji açısından anlamlı bir katkısı olur mu? Bu konuya yazının ilerleyen bölümünde döneceğim. Yazı içeriğinin doğru anlaşılması ve konu bütünlüğü açısından önce bir girizgâh yapmak gerekiyor.

Batıyoruz, gelin yağmalayın!

Çinli eski diplomat arkadaşa göre, “Saray iktidarı (Bitik adam rejimi)” bir süredir dünyaya “Batıyoruz! Her şeyimiz sudan ucuz, gelin ve ne varsa yağmalayın” daveti yapıyormuş. Daha doğrusu, Türkiye ekonomisinin düştüğü durumu bilen dünya mesajı böyle anlıyormuş. Saray taifesinin ta dünyanın bu taraflarına doğru uzanan nafile turlarının içeriği bu daveti duyurmaktan ibaret; yani bir nevi tellal çıkarmak, belki de bir çeşit define arayıcılığı… Sonunda, bir hayal peşinde koşan o define avcısının, “İktidar olurken ve bunca saçma sapan iş yapıp ülke ekonomisini uçurum kıyısına sürüklerken, bazıları yüzlerce bazıları onlarca yılda oluşan bilimsel yasalara posta koyup racon keserken, yanaşmalarınla ülke kaynaklarını yağmalarken bizim paramıza mı güvendin” gibi bir cevapla baş başa kalması büyük olasılık.

Amacı yağma yapmak olmasa da, bu davete ilk (ve galiba şimdilik tek) icabet eden bir yıl kadar önce Çin oldu. Böylece, Çin, ticaret savaşlarıyla başlayan ve Covid-19 pandemisiyle ağırlaşan sorunları aşmak için kendisine bir çıkış kapısı araladı. 

Çin’in dış yatırım politikası

Saray iktidarının Çinli yatırımcılardan ne umduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok; aslında her şey ortada. Ama Türkiye’deki fabrikaları, sanayi tesislerini vs kapışacaklarını sanıyorsa veya ülkeyi fabrikaya boğmalarını (veya Çin’in borç-kredi vermesini) umuyorsa fena halde yanılıyor –bugüne kadar her konuda yanıldığı gibi. Çin (Çinli yatırımcılar), yurtdışında sadece kendisi için ciddi stratejik öneme sahip sanayi kuruluşlarını ve Çin teknolojisine anlamlı katkı yapacak firmaları satın alır -geçmişte İsveçli otomotiv firması SAAB’ı satın aldığı gibi. Bu tür kuruluşlar ise zaten Türkiye gibi ülkelerde bulunmaz. İhracatında ileri teknolojinin payı yüzde 3 civarında olan Türkiye sanayisinin Çin’i cezp edeceğini düşünmüyorum. Yani Türkiye’de Çin’in ilgisini çekebilecek özelliğe sahip sanayi kuruluşları olduğunu pek sanmıyorum. 

Türkiye’de bir üretim tesisi-fabrikayı satın almaktansa aynı sektörde faaliyet gösteren kendi üreticilerinin Türkiye’de yatırım yapması Çin açısından daha tercih edilir bir yoldur. Bu tercihte rol oynayan temel faktör yurtdışındaki üretimin Çin’deki üretimleri ile uyumlu olmasını sağlamaktır. Çünkü kurulan fabrikalarda üretilecek ürünlerin en değerli yani ileri teknoloji gerektiren ve anlamlı katma değer üreten parçaları Çin’de üretilip Türkiye’ye gönderilecektir. “Nasıl yani, Çinli üreticiler yatırım yaptıkları ülkede parça üret(tir)mez mi veya o ülkeden parça satın almazlar mı?” sorusunu duyar gibiyim. Tabi ki üret(tir)ir veya satın alırlar ama bunlar o sektör için “ıvır-zıvır” sayılabilecek sınıftan parçalar olur. Bu yatırımların ülkenin “Yerli ve Milli” üreticilerini boğmak gibi bir yan etkisinin ortaya çıkması da olasıdır. 

Çin’in yaptığı yatırımlarla teknoloji transferinde bulunacağını ummak ham hayaldir. Teknolojinin en değerli (ve bu yüzden de çok pahalı) ürün olduğunu en iyi bilen ülke belki de Çin’dir. Çünkü geçen 40-50 yıl içinde, teknoloji üretmek için önce bilim-bilgi üretmek gerektiğini ve bunun çok zahmetli ve pahalı bir süreç olduğunu yaşayarak gördü. Yani Çin’in öyle bedavadan teknoloji transferi yapacağını umanları bekleyen sonuç hayal kırıklığıdır. Teknoloji transferi yapması için tutacağı balığın çok büyük olması gerekir. Lafın kısası, Çin’den beklenen olası yatırımların Türkiye ekonomisi için anlamlı katma değer üreteceğini sanmıyorum. Zira ÇKP’nin “Üretilen değerin maksimum ölçüde Çin’de kalması, Çin halkına aktarılması” politikası ortada duruyor. 

Çin’e özgü kapitalistler

Çinli kapitalistleri Batılı kapitalistlerden ayıran özellik büyük ölçüde ÇKP müktesebatına tabi olmaları ve ÇKP’nin belirlediği ilke ve politikalar uyarınca faaliyet göstermeleridir. Tabii ki Çin firmalarının yurtdışında yatırım yapma kararını ÇKP’nin verdiğini söylemiyorum. ÇKP sadece doğrultuyu (ekonomi, dış politika ve yurtdışı yatırım ilkelerini) belirler ve Çinli yatırımcılar kararlarını buna göre verirler. Bazı kritik kararlar ÇKP’nin onayından geçer. Dolayısıyla, yurtdışında bir yatırım yapan/yapmaya niyetlenen bir Çinli yatırımcı (ki artık çoğu kamu ortaklı hale geldi) kendini iki soruyla karşı karşıya bulur: (1) Bu yatırımın kendi firması açısından ne ifade ettiği ve (2) uzun vadede Çin açısından ne ifade edeceği, Çin’e ne kazandıracağı. İlk soru kapitalistin sadece kendisini ilgilendiren, kendisinin sorduğu soruyken ikincisi ÇKP müktesebatının onun önüne koyduğu ve söz konusu yatırım öncesi cevaplanması gereken sorudur. 

Batılı kapitalist devletler kendi kapitalistlerinin faaliyetlerinden sorumlu tutulmamak gibi bir ayrıcalığa sahip. Oysa Çinli kapitalistler “Çin devletinin uzantısı gibi görülme” talihsizliğine sahipler ve her eylemleri doğrudan Çin devletinin hanesine yazılıyor. “Devletin uzantısı” saymak faturayı Çin devletine kesmeyi amaçlayan kasıtlı bir tutum. Bununla birlikte, bir anlamda Çin dış politikasının taşıyıcısı veya uzantısı oldukları da bir gerçek.

Bazı Çinli uzmanlar, son on yılda yurtdışı yatırımlarda dış politikanın yönlendirici rolünün artmaya başladığını söylüyorlar. Bu uzmanlara göre, Çinli kapitalistlere dünyada yol açma-pazar yaratma sorumluluğu uluslararası ilişkiler, dış politika vs aracılığıyla büyük ölçüde ÇKP tarafından üstlenilmiş durumda. Yakın zaman önce, Çinli yatırımcıların “Halkın karşı olduğu ve ülkenin zararına olarak gördüğü yurtdışı yatırımlara (Kanal İstanbul gibi) ilgi göstermemeleri-uzak durmaları” konusunda ÇKP tarafından “bilgilendirildiklerini” biliyorum. 

Çin yağmacı mı?

Bazı sol çevreler (ve liberaller ve sağın tamamı) tarafından dile getirilen “emperyalist Çin” tezine itibar etmediğimi, aslında ucuz bulduğumu, yazılarımı okuyanlar hatırlayacaktır. Dolayısıyla, “Gemi batıyor, ne varsa ucuz-pahalı yağmalayalım” diye düşünen soyguncu ortaklarla Çin’i aynı kefeye koymak Çin’e haksızlık etmek olur. Peki, o zaman Türkiye’de işleri ne? Türkiye’de Çin’i (Çinli kapitalistleri) cezp eden ne? 

Çin’i cezp eden faktörlerden biri “Bitik adam rejimi” tarafından ülke insanının yoksulluğunun pazarlanması yani sefalet düzeyindeki işçi ücretleridir. Durum öyle kötü ki, Türkiye’deki asgari ücret Çin’deki sıradan işçi ücretinin neredeyse yarısı kadar. Bu koşullar Batı kapitalizmine göre daha ucuza üretim yapmak zorunda olan Çinli kapitalistler için bulunmaz nimet. Tabii ki, düşük işçi ücretleri tercihlerini belirleyen tek etmen değil. 

ABD’nin başlattığı “Ticaret Savaşları” Çin’in dünya pazarlarına erişimini zorlaştırmayı hatta engellemeyi, hammadde ve enerji kaynaklarına erişimini de zorlaştırmayı amaçlıyor. Türkiye’de üretim yapmak ve “Made in Turkey” etiketi öncelikle AB ve diğer Avrupa ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine ihracatı kolaylaştırarak bu pazarlara erişim engelini aşmalarını sağlayacaktır. Bu arada, Saray rejiminin sebep olduğu AB ile ilişkilerdeki bozulmanın Türkiye’ye ödeteceği olası bedelin ekonomik boyutu Çinli üreticileri de etkiyecektir. Bir engeli aşmaya çalışırken bir başka engele takılma riskini gören Çinli yatırımcıların (gidici olan sorun kaynağı gidene kadar) bir süre daha beklemeyi tercih edeceklerini sanıyorum. 

Covid-19 pandemisiyle birlikte bozulan tedarik zincirleri sorununun bir türlü üstesinden gelinemediği gibi lojistik sorunları da büyüyor ve navlun bedeli çok yüksek bir maliyet oluşturmaya başladı. “Tedarik kaynaklarına ve hedef pazarlara yakın olmak politikası” belirleyen Çin için Türkiye bu açıdan cazip bir yer. Türkiye, Çin’in hedef pazarları olan AB-Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’ya Çin anakarasıyla kıyaslanamayacak kadar yakın. Dolayısıyla navlun maliyetini büyük ölçüde düşürecek ve teslimat süresini de kısaltacaktır.

Çin, yaşanmakta olan krizin aslında neo-liberal kapitalizmin krizi olduğunu ve pandemi ortadan kalksa bile krizin son bulmayacağını görüyor ve gelecekteki adımlarını da ona göre planlıyor. Pandemi ile kriz arasındaki ilişki bir nedensel ilişki değil; yani pandemi krizin nedeni değil. Neo-liberal kapitalizm zaten krizdeydi, pandemi sadece krizin üstünden yorganı çekti. 

“Çin usulü kalkınma” mümkün mü?

Ülke insanını açlığa ve sefalete mahkûm ederek “Çin gibi bir kalkınma” masalı anlatanlar da tıpkı o define arayıcısı gibi hayal görüyorlar. Kendilerine Çin’i örnek aldıklarını zannedenler fena halde yanılıyorlar. Çin’de 100 dolar aylıkla işçi çalıştırmak yirmi yıl geride kaldı. Köylerden kentlere akan o ucuz işgücüne işverenin üç öğün yemek ve yatacak yer sağlamak sorumluluğu vardı. O 100 dolar veya eşlerin ikisi de çalışıyorlarsa 200 dolar o zamanlar köyler için çok büyük bir gelirdi. Yani o üretim, kalkınmanın göçmen işçiler/ülke halkının açlığa mahkûm edilmesi karşılığında olduğunu söylemek gerçeği fazla eğip bükmek olur. Velhasıl, yaşananlar-gerçek durum Zola’nın Germinal romanında anlatılanlar gibi değildi. Ayrıca, Çin’in o endüstriyel kalkınma hamlesini başlatabilecek bir ulusal sanayi alt yapısı da vardı.

“Çin nasıl sanayileşti, nasıl kalkındı” sorusu o define arayıcısının fantastik akıl yürütmeleriyle anlaşılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir konu. O yüzden, konuya ilgi duyanlara daha önce Çin kaynaklarından çevirdiğim “Çin nasıl başardı: Sanayileşmeyi başaramayan ülkelerde eksik olan nedir?” başlıklı kapsamlı makaleyi okumalarını öneriyorum. İlgilenenler makaleye kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden erişebilirler.


27 Kasım 2021 Cumartesi

Sosyalizm Altında Bir Pazar Ekonomisi Geliştirebiliriz

Deng Xiaoping (Dıng Şivavping)’in 1979 yılında *Frank B. Gibney ve *Paul T. K. Lin’e verdiği röportajın Çinceden çevirisidir.

Gibney: Oldukça uzun bir süre Çin, Amerika Birleşik Devletleri'ne kapalı kaldı. Çin gibi bir ülke için hızlı modernleşmeyi başarmak gerçekten büyük bir zorluk. Görünüşe göre Çin yeni bir devrim yapmak zorunda.

Deng Xiaoping: Modernleşme, büyük bir yeni devrimi temsil ediyor. Devrimimizin amacı, üretici güçleri özgürleştirmek ve geliştirmektir. Üretici güçleri geliştirmediğimiz, ülkemizi müreffeh ve güçlü kılmadığımız ve insanların yaşam standartlarını iyileştirmediğimiz sürece devrimimiz boş laftır. Eski topluma ve eski sisteme karşı çıkıyoruz çünkü onlar halkı ezdiler ve üretici güçlerin gelişimine engel oldular, zincire vurdular. Artık bu sorun hakkında netiz. Dörtlü Çete, “Sosyalizmde yoksul olmanın, kapitalizm altında zengin olmaktan daha iyi olduğunu” söyledi. Bu saçma.

Tabi ki kapitalizmi istemiyoruz. Fakat sosyalizm altında yoksul olmayı da istemiyoruz. Üretici güçlerin geliştirildiği, ülkemizin müreffeh ve güçlü olduğu bir sosyalizm istiyoruz. Sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğuna inanıyoruz. Bu üstünlük, sosyalizmin üretici güçleri geliştirmek için kapitalizmden daha elverişli koşullar sağladığını göstererek kanıtlanmalıdır. Bu üstünlüğün belirgin hale gelmesi gerekirdi. Fakat bizim bu konudaki farklı anlayışımız nedeniyle, üretici güçlerin gelişimi özellikle 1976'ya kadar olan son on yıllık dönemde gecikti. 1960'ların başında Çin, gelişmiş ülkelerin gerisindeydi fakat fark şimdiki kadar büyük değildi. 1960'ların sonundan 1970'ler boyunca geçen 11-12 yılda, diğer ülkeler ekonomilerini, bilim ve teknolojilerini hızla geliştirdikleri (ve kalkınma hızı artık yıl hatta ay olarak değil gün olarak hesaplandığı) için fark büyüdü. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar geçen uzun bir süre boyunca dünyanın geri kalanından tecrit edilmiş durumdaydık. Bu tecritten biz sorumlu tutulamayız; tam tersine, uluslararası Çin ve sosyalizm karşıtı güçler bizi bir tecrit durumuna hapsetti. Ancak 1960'larda diğer ülkelerle temas ve işbirliğini artırma fırsatları bize kendini gösterdiğinde, kendimizi tecrit ettik. Sonunda, elverişli uluslararası koşullardan yararlanmayı öğrendik.

Dört modernizasyonu gerçekleştirmeliyiz. Bu hedefe ulaşmak için kendi çabalarımıza, doğru ilke ve politikalara ve belirli etkili önlemlere güvenmeliyiz. Bazı insanlar modernleşme hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimizden kuşku duyuyorlar ve bize dört modernleşmeyi hangi temelde gerçekleştirebileceğimizi soruyorlar. Modernleşme hedefine ulaşmak için aşağıdaki dört elverişli koşula sahibiz:

Birincisi, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkeyiz. Çin, geniş toprakları ve bol enerji ve mineral kaynakları olan bir ülke. Neredeyse tüm demir, demir dışı ve nadir metallere sahibiz. Bu kaynaklar kullanılırsa, büyük bir ekonomik güç üreteceklerdir.

İkincisi, son 30 yılda yaptığımız çılgınca işler bir tarafa, sanayi, tarım, bilim ve teknoloji için ciddi bir temel attık ve böylece dört modernleşmeyi başarmak için bir temel oluşturduk. Şu anda 2 milyondan fazla takım tezgâhımız var ve yılda 100 milyon tondan fazla petrol, 600 milyon tondan fazla kömür ve 30 milyon tondan fazla çelik üretiyoruz. Kısacası, dört modernizasyonu gerçekleştirmek için maddi temeli oluşturduk.

Üçüncüsü, Çin halkının hazır olduğuna inanıyoruz. Yaklaşık on yıl boyunca, Lin Biao ve Dörtlü Çete tarafından dayatılan zihinsel prangalar, insanların düşüncelerini dizginledi ve onların bilgi ve yaratıcılıklarını tam olarak ortaya koymalarını engelledi. Şimdi, Çin halkının girişimini harekete geçirmek ve zekâ ve bilgeliklerini tam olarak devreye sokmalarını sağlamak için Çin halkının zihnini özgürleştirmenin gerekli koşullarını yaratmaya, Başkan Mao Zedong'un önerdiği gibi, “yüz çiçeğin açmasına ve yüz düşünce okulunun rekabet etmesine izin verme” politikasını tekrarlamaya teşvik ediyoruz. Aynı amaçla demokrasiyi güçlendiriyor ve geliştiriyoruz. Ancak bazı insanlar gelişen demokrasimizi anarşiyi savunmakla karıştırıyor. Aslında, Lin Biao ve Dörtlü Çete günlerinde anarşi uygulanıyordu. Anarşi altında kalkınma söz konusu olamaz. Çin'e 1950'lerde veya 1960'ların başında gelmiş olsaydınız, toplumsal davranışımızın iyi olduğunu görürdünüz. Bu zor zamanlarda, insanlar disiplini gözettiler, genel durumu göz önünde bulundurdular, kişisel çıkarlarını ortaklaşmanın, devletin ve toplumun genel çıkarlarıyla birleştirdiler ve hükümetle olan zorlukları vicdanlarını dinleyerek aştılar. 1959'da başlayan üç yıllık ekonomik zorlukları bu şekilde aştık. Ancak Lin Biao ve Dörtlü Çete, bu iyi toplumsal davranışı tamamen bozdu. Şimdi, Pekin'deki “Xidan Duvarı” çalışmayan insanların bir süredir sık sık rahatsızlık yarattığı bir yer olmuştur. Dörtlü Çete'nin ideolojisinden tehlikeli bir şekilde etkilendiler ve sorun çıkarmak ve hatta casusluk yapmak için toplanıyorlar. Birkaçı iyi niyetli olsa da, aslında Dörtlü Çete ideolojisiyle iç içeler. Aşırı bireycilik ve anarşi uyguluyorlar. Bu gençlerin sayısı az olsa da etkileri çok büyük. Genç neslin yetiştirilmesi adına onlara karşı ciddi bir tavır benimsedik. Bu nedenle, demokrasiyi güçlendirirken sosyalist hukuk sistemini de geliştirmemiz gerektiğini savunuyoruz. Zihnimizi özgürleştirmeli ve uzun süredir geçerli olan iyi toplumsal davranışı yeniden kurmalıyız. Dört modernleşmeyi gerçekleştirmek için halkın girişimini tam olarak harekete geçirmeye çalışacağız. Ancak bir ön şartımız var: Toplumsal istikrar ve birlik ile karakterize edilen bir siyasi durum yaratmamız gerekiyor. Bu arada eğitim personeline de önem vermeliyiz. Uzun yıllar boyunca bilimsel araştırmaları ve eğitimi ihmal ettik ve bu alanda büyük kayıplara yol açtık. Bu nedenle, bilimi ve eğitimi güçlendirmeli, yetenekli personeli keşfetmeli ve onlardan iyi yararlanmalıyız. Özetle, halkımızın girişimini harekete geçirmeliyiz. Halkın bilgi ve zekâsını kullandığımız sürece Çin'in büyük umutları olacaktır.

Dördüncüsü, dört modernleşmeyi gerçekleştirmek için dış dünyaya açılma yönünde doğru bir dış politika izlemeliyiz. Dört modernizasyonu gerçekleştirmek için öncelikle kendi çabalarımıza, kendi kaynaklarımıza ve kendi temellerimize güvensek de, uluslararası işbirliği olmadan bu hedefe ulaşmamız imkânsızdır. Dört modernizasyonu hızlandırabilmemiz için dünyanın dört bir yanından gelen ileri bilimsel ve teknolojik başarılardan ve ayrıca yurtdışından gelen potansiyel fonlardan tam olarak yararlanmalıyız. Geçmişte bu fırsata sahip değildik. Daha sonra, şartlar değiştiğinde, bir süre kullanamadık. Bu fırsatı kullanmayı öğrenmemizin zamanı geldi.

Dört Modernizasyonun ilkeleri ve hedefleri Başkan Mao Zedong ve Başbakan Zhou Enlai tarafından formüle edildi. Fakat Dörtlü Çete'nin müdahaleleri nedeniyle bunları fiilen uygulayamadık. Dörtlü Çete'nin devrilmesinden sonra, neden oldukları sayısız sorunu çözmek için büyük çaba sarf ettik. Geçen yıla kadar dikkatimizi modernizasyon olgusuna çevirmeye başlamamıştık.

Çin için en önemli politik görev nedir? Dört Modernizasyonun başarısıdır. Modernizasyon hamlesi sırasında karmaşık sorunları çözmek zorundayız ve zorluklarla karşılaşmaya mecburuz. Örneğin, kurumlarımızda fazla personel var. Ayrıca modern bilim ve teknolojiye hâkim olmamız gerekiyor ancak henüz yeterli yetkin personelimiz yok. Esas olarak yaratmış olduğumuz siyasi istikrar ve birlik durumuna ihtiyacımız var. Ancak hala çözülmesi gereken birçok sorun var. Uluslararası işbirliğine katılıyoruz. Ancak yine de gelişmiş yabancı bilim ve teknolojiyi ve yabancı sermayeyi özümseme konusunda öğrenme deneyimine ihtiyacımız var. Bununa birlikte, çeşitli zorluklara ve sorunlara rağmen modernleşme yönünde doğru yolu seçtiğimize inanıyorum. Engelleri yavaş yavaş kaldırabileceğimize, zorluk ve eksikliklerimizin üstesinden geleceğimize inancımız tamdır. Belki iki veya üç yılda kayda değer bir başarı elde edemeyiz. Ancak birkaç yıl içinde büyük bir değişiklik olacak. Bazı insanların dört modernleşmeyi başarabileceğimize dair hala kuşkuları olda da, Çinli liderler ve Çin halkının çoğunluğu modernizasyon programımızı başarcağımıza inanıyorlar.

Gibney: ABD, Çin sosyalizmini Sovyetler Birliği'nin bir kopyası olarak yorumlayarak büyük bir hata yaptı. Çin, başlangıçta Sovyetler Birliği'nin sosyalist tarzını tamamen taklit ettiği ve benimsediği için ideolojik olarak kafası karışmış olabilir mi ve bu kafa karışıklığı Çin’e özgü bir sosyalist yol oluşturamama başarısızlığına yol açmış olabilir mi?

Deng: Çin'in sosyalist yolu, Sovyetler Birliği'nin yoluyla aynı değil. Çin sosyalizminin, Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren kendine has özellikleri olduğu için ta en başından beri birbirlerinden farklıydılar. Örneğin, kapitalist girişimlerin sosyalist dönüşümünde yoksun bırakma/el koyma yerine kurtarma politikasını benimsedik. Sonuç olarak, ülke ekonomisini etkilemeden burjuvaziyi ortadan kaldırmayı ve sosyalist dönüşümü gerçekleştirmeyi başardık.

Ayrıca, Başkan Mao Zedong'un savunduğu gibi, hem merkeziyetçilik hem de demokrasi, hem disiplin hem de özgürlük, hem irade birliği hem de kişisel serbestlik ve canlılık ile karakterize edilen siyasi durum Sovyetler Birliği'nin durumuna benzemiyor. Bununla birlikte, bazı ekonomik sistemlerimiz, özellikle işletme yönetimi ve organizasyonu, Sovyetler Birliği'nden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, ileri kapitalist ülkelerden ileri işletme, yönetim yöntemlerini ve bilimsel gelişmeyi miras almamız avantajdır. Ekonomimizin bu yönlerini dönüştürmekte halen pek çok zorluk yaşıyoruz.

Gibney: Çin halkının girişiminin harekete geçirilmesi harika. Ama gelecekte, Çin sosyalist bir ülke olarak kalırken ve sosyalizmin sınırları içinde hareket ederken bir tür piyasa ekonomisi geliştirecek mi?

Deng: Piyasa ekonomisi sadece yabancı sermayeli işletmeleri kapsar. Ülkeyi bir bütün olarak düşünürsek, bu bir sorun değil. Devlete ait sektörler ve kolektif mülkiyet sektörleri, hala ekonomimizin temel dayanağıdır. Ekonomimizde yurtdışındaki Çinlilerden kapitalizm şeklinde bazı yatırımlar gelse de, bu normal yabancı yatırımlardan farklıdır. Çünkü yurtdışındaki bu Çinlilerin çoğu Çin'e sosyalist anavatanlarını geliştirmeyi umarak saygıyla gelirler. Bazı insanlar, Çin'in dört modernleşmeyi yabancı yatırımların yardımıyla gerçekleştirmeye çalışırsa kapitalist yolu gireceğinden korkuyorlar. Hayır, kapitalist yolu benimsemeyeceğiz. Çin'de artık burjuvazi yok. Hâlâ eski kapitalistler var ama onların sınıf statüleri değişti. Kapitalist ekonomiye ait olan yabancı yatırım ekonomimizde bir yer tutsa da, bu ekonomimizin sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor ve bu nedenle Çin'in sosyal sistemini değiştirmeyecek. Sömürücü bir sınıf üretemeyen sosyalizmi karakterize eden şey ortak refahın elde edilmesidir.

Paul T. K. Lin: Çin, sosyalist piyasa ekonomisine çok erken ve çok hızlı kısıtlamalar getirerek bir hata yaptı. Bu nedenle, Çin'in sosyalist piyasa ekonomisini planlı bir sosyalist ekonomi rehberliğinde daha büyük bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Deng: Bir piyasa ekonomisinin yalnızca kapitalist toplumda mevcut olduğunu ve yalnızca “kapitalist” piyasa ekonomisinin var olduğunu iddia etmek yanlıştır. Neden sosyalizm altında bir piyasa ekonomisi geliştiremeyelim? Bir piyasa ekonomisi geliştirmek, kapitalizmi uygulamak anlamına gelmez. Ekonomik sistemimizin dayanak noktası olarak planlı bir ekonomiyi sürdürürken, bir piyasa ekonomisini de hayata geçiriyoruz. Ama bu sosyalist bir piyasa ekonomisidir. Sosyalist piyasa ekonomisi, yöntem olarak kapitalist bir piyasa ekonomisine benzese de aralarında farklılıklar da vardır. Sosyalist piyasa ekonomisi, esas olarak devlete ait işletmeler, kolektif mülkiyet işletmeleri ve hatta yabancı kapitalist işletmeler arasındaki karşılıklı ilişkileri düzenler.

Son tahlilde, bunların hepsi sosyalist bir toplumda sosyalizm altında yapılır. Piyasa ekonomisinin sadece kapitalizm altında var olduğunu söyleyemeyiz. Piyasa ekonomisi, feodal toplum gibi erken bir dönemde embriyo aşamasındaydı. Bunu sosyalizm altında kesinlikle geliştirebiliriz. Benzer şekilde, kapitalist ülkelerin işletme ve yönetim yöntemleri de dâhil olmak üzere faydalı yönlerinden yararlanmak, kapitalizmi benimseyeceğimiz anlamına gelmez. Bunun yerine, sosyalizmde üretici güçleri geliştirmek için bu yöntemleri kullanıyoruz. Kapitalizmden bir şeyler öğrenmek bir araç olmaktan öteye gitmediği sürece, sosyalizmin yapısını değiştirmeyecek veya Çin'i kapitalizme geri getirmeyecektir.

*Frank B. Gibney, “Encyclopaedia Britannica, Inc. of the United States” Derleme Komitesi Başkan Yardımcısı

*Paul T. K. Lin, Kanada McGill Üniversitesi Doğu Asya Enstitüsü Direktörü.

Not: Deng Xiaoping'in eserlerinin Çincesinden yaptığım çeviriler Çin'in bugün izlediği yolun teorik temelleri ve tarihine ilişkin doğru bilgiler sunmayı amaçlamaktadır. Deng'in düşüncelerine katıldığımı veya Çin'in izlediği yolu onayladığımı kesinlikle göstermez.  


9 Kasım 2021 Salı

ABD'nin Afganistan hezimeti

ABD yönetiminin Taliban’la görüşmeye başlamasının üstünden iki yıldan uzun bir zaman geçti. Son günlerde Kabil’de yaşananları gördükçe, konuyla ilgilenenlerin aklından muhtemelen “bu süre içinde çekilmenin ayrıntılarını ve sivillerin tahliyesini görüşmedilerse acaba ne konuştular?” sorusu geçiyordur. ABD’nin bu kadar hazırlıksız yakalanması, süreci yönetecek bir planının olmaması tarihe geçecek bir beceriksizlik örneği. Bu durum Amerika için ağır bir hezimet olduğu kadar ABD’ye her yere uzanan ve şeyi kotarabilen bir büyük akıl atfedenler için de anlaşılması zor bir durum. Bu konu dışında ne görüştülerse, ABD çekilme karşılığında ne koşul öne sürdüyse veya ne talep ettiyse hepsi boşuna zaman kaybı sayılır. Çünkü Taliban’ın verdiği sözleri tutmayacağını ABD de biliyor olmalı. Ne de olsa, her tonda ve renkte (siyasal) İslamcılar onun eseri. 

Biden yönetimi çözülmeye başlayan ABD hegemonyasını restore etme iddiasıyla gelmişti. Fakat Afganistan’dan kaçarcasına çekilme ve Kabil’den dünyaya yansıyan o yürek paralayıcı görüntüler o iddiasını Afganistan’a gömdü. Dünyanın gözü önünde yaşananlar, ABD’nin yarı gerçek yarı efsane ve rivayetten oluşan o “büyük ve güçlü emperyalist devlet aklı”na sahip olmadığını hem Amerikan kamuoyuna hem de dünyaya gösterdi. Yaşananlar o “süper (emperyalist) aklın” bir “mit”ten ibaret olduğunun kanıtı gibi. Hegemonya çözülürken onu yöneten (emperyalist) akıl da zayıflıyor, niteliksizleşiyor. Şimdi dünya bu manzaranın bir beceriksizliğin mi yoksa umursamazlığın mı eseri olduğunu soruyor? Göründüğü kadarıyla her ikisi de… 

Beceriksizlik ve plansızlık o kadar büyük ki, geride bıraktığı ve dünyadaki bütün İslamcı teröristlerden oluşacak bir düzenli orduyu donatabilecek kadar tank, uçak, helikopter dâhil ağır silah, ileri teknoloji ürünü elektronik silah ve askeri ekipmanın İŞİD ve diğer İslamcı terör örgütlerinin eline geçmesi an meselesi. Korkulanın olması durumunda, ABD, bu teröristlerin modern ağır silahlarla donatılmasının da sorumlusu olacaktır. 

ABD, yenildi mi?

ABD’nin Afganistan’dan çekilirken sergilediği görüntü, arkasına bakmadan kaçan bir yenilmiş ordunun halini çağrıştırıyor. Bir Çinli askeri uzman durumu şöyle özetliyor: “Bir savaş bölgesinden önce siviller tahliye edilir. Asker ancak bundan sonra çekilir. ABD, Afganistan’da bunun tam tersini yaptı. Bütün askeri gücünü çekerek o bölgelerdeki sivilleri adeta düşmanlarının (Taliban’ın) ellerine teslim etti. Güvenliğinden sorumlu olduğu sivillere ‘bakın başınızın çaresine’ dedi.” Şimdi Taliban, elinde isim listeleri ve yanlarında muhbirlerle köşe bucak dolaşarak ABD ile bir şekilde işbirliği yapmış, yardım etmiş bu insanları arıyor. Başlarına ne geleceğini tahmin etmek hiç zor değil. Bu bir insan avı… Bu bir can pazarı… 

ABD, Afganistan’da kaldığı süre içinde, 2001’de işgale karar verdiğinde açıkladığı hedeflerin hiçbirine ulaşamadığı gibi, orada beklemediği bir çıkmazla karşılaştı. ABD’nin geç de olsa anladığı gerçek, orada kurduğu zayıf ve kukla hükümetler ve inşa ettiği cılız devlet aygıtı, Afganlardan oluşan ama bir ulusal ordu olmaktan uzak paralı askerler kalabalığı ve (artık içten bozulmaya yüz tutan) kendi ordusuyla orada bir savaş kazanamayacağı gerçeğidir. ABD, Afganistan konusunda yanıldı, hem de çok yanıldı. Tıpkı bugüne kadar anlı-şanlı akademisyen ve politikacılarının uydurduğu o büyük teoriler ve dünyaya Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uygun yeni bir nizam vermeyi amaçlayan (Yeşil Kuşak, Tek kutuplu dünya, Ilımlı İslam, BOP vs) projelerde çuvalladıkları gibi. Bu açıdan bakıldığında, ABD yenildi. Bu bir siyasi yenilgi; fakat sonuçları bir askeri yenilgiden daha ağır olacak. Askeri açıdan ne zafer kazanabildi ne de yenildi. Sadece savaşı pat durumunda tutabildi, o kadar. 

ABD, Afganistan’ı neden terk etti

11 Eylül 2001 saldırısından sonra, ABD, Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiğinde amacı (isteyen strateji diyebilir) NATO’yu yeni “terörle mücadele gücü” konsepti çerçevesinde konsolide etmek ve uçak saldırılarıyla ağır zarar gören hegemon güç algısını onarmaktı. Bunun dışında, Afganistan’ı işgal amaçlarına, Rusya, Çin ve İran’a yönelik bir incelikli stratejinin de eşlik ettiğini gösteren bir kanıt yok elimizde. İşgalin başında açıkladıkları hedeflere ulaşılabilseydi -strateji başarılı olsaydı- Çin ve Rusya’ya karşı kullanmak için bu iki ülke/gücün dibinde bir Amerikan kuklası devlet kurabilirdi. Oysa şu haliyle Afganistan, ABD’yi İran, son yıllarda ilişkileri bozulan Pakistan, Çin ve Rusya (ve Taliban) arasına sıkıştıran ve bu yüzden oyun kurma olanağı tanımayan bir bölge. 

ABD’nin Afganistan’ı terk etmesinin iki temel nedeni olduğunu düşünüyorum: (1) Savaşı kazanamayacağını (ve kullanışlı bir Amerikan kuklası devlet kuramayacağını) anlamış olması. (2) Değişen emperyalist dış politika stratejisi. 

Afganistan’ın ABD için artık stratejik bir önemi bulunmuyor. Bugünkü haliyle Afganistan, ABD’nin hiçbir işine yaramayan, aksine, ağır mali yük getiren ve askeri gücünü zayıflatan bir çıkmaz yol. Dolayısıyla, kendisi için stratejik önemi olmayan bir yer için para harcamak ve askeri güç bulundurmak istemedi. Şimdi o parayı ve askeri gücü, değişen dış politika stratejisine uygun olarak, Çin’i (ve Rusya’yı) çevrelemek, sıkıştırmak amacıyla kullanacaklar. 

Özet olarak, olup biteni anlamak için moda deyimiyle “büyük resme bakıldığında”, aslında ABD’nin sarsılan emperyalist hegemonyasını yönetmeye çalıştığı görülüyor. ABD yönetimi, içeride Amerikan rüyasının, dışarıda ise hegemonyanın birbirine paralel olarak giderek gerilediğinin, belki de çöküşe doğru gittiğinin farkında ve işte bu gerilemeyi yönetmeye çalışıyor. Çin (ve Rusya’ya) karşı oluşturmaya çalıştığı ittifak ve Pasifik’e verdiği önem/öncelik ve yaptığı yığınak bu gerilemeyi yönetme çabalarından başka bir şey değil. Ayrıca, buradaki askeri uzmanlar ABD ordusunda da ciddi bir bozulmanın olduğunu, muharebe gücünden çok şey kaybettiğini ve bu bozulma durdurulamadığı takdirde kof bir güce dönüşme olasılığı bulunduğuna dair değerlendirmeler yapıyorlar. 

ABD, geri dönebilir mi?

ABD’nin bölgeye geri döneceğini ileri sürenler bu görüşlerini şu iki temel önermeye dayandırıyorlar: (1) ABD’nin Afganistan’ı başta Çin ve Rusya olmak üzere bölgeye istikrarsızlık (yani İslamcı terör ve kaos) yayan bir kaynak haline getirmek istediği ve (2) bunun sonucu olarak, Afganistan ve bölge iyice istikrarsızlaştıktan (ve haliyle insan hakları ihlalleri göz yumulamaz hale geldikten sonra) bölgeye kurtarıcı olarak döneceği tezi.

ABD’nin yukarıdaki paragrafta özetlendiği gibi bir “büyük akılla” hareket ettiğini veya strateji izlediğini ileri sürmek Amerikan emperyalizmine sahip olmadığı bir “süper akıl” bahşetmek olur. Benim baktığım yerden, Amerikan yönetiminin Afganistan konusunda böyle büyük bir akılla hareket ettiğini veya strateji izlediğini gösteren bir emare yok. Belki “Neden biz uğraşıyoruz. Rakiplerimiz olan komşularının başına bela olsun, onlar uğraşsınlar” demiş olabilirler. Bunun dışında, ABD’nin Taliban’ı (ve diğer İslamcı terör örgütlerini) o komşuların başına bela etmek ve istikrarsızlaştırmak için ayrıntılı-incelikli bir strateji oluşturup uygulayabilecek kapasitesinin olduğu fazlasıyla kuşkulu. ABD emperyalizmi üzerine yazan ve konuşanların gözden kaçırdıkları nokta, hegemonya zayıflarken -hatta çözülürken- ABD emperyalizmini yeniden üreten o emperyalist devlet aklının da epeyce niteliksizleştiği ve gücünden çok şey kaybettiği gerçeği. Amerikan emperyalizminin sonsuz kötülük potansiyeli olduğunu biliyoruz; ama yapabilirlik başka bir şey. ABD, içten de çürüyor. Belki umut diye gelen Biden’ın veya ardılının elinde patlamaz; ama bu gidiş fazla uzun sürmeyecek gibi görünüyor… ABD’nin bir türlü doğru anlayamadığı ve baş edemediği Çin de bu süreci kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor. Amerika’yı sürekli el yükseltmeye (dolayısıyla daha fazla yıpratmaya) zorlayan bir güç oyunu kuruyor ve ustaca oynuyor. 

ABD’nin Afganistan’a bir daha hangi nedenle olursa olsun dönebilmesi çok zor. Çünkü (1) ülkenin kim(ler) tarafından ve nasıl yönetileceği artık Amerika’nın umurunda bile değil. (2) Şimdi bütün Afganistan halkı ABD’ye düşman oldu, sadece Taliban değil. Bu durumda, dönmek istese bile karşısında kötü kaderine, cellâdının ellerine terk ettiği bütün bir Afganistan halkını bulacaktır. 

Hizmete hevesli taşeronlar

ABD, kendisinin dönemediği veya giremediği Afganistan’daki işlerini-ilişkilerini “Sahip! Senin işine yaramak istiyorum. Ne olur bana, senin gözüne girebileceğim bir görev bahşet. Ülfet etsek seninle ağyara ne” diye çırpınan “hizmete hevesli taşeronlar”ı aracılığıyla yürütmek isteyebilir; kendisi doğrudan işin içinde ol(a)mayacaktır. Efendisi için “Hulusi” niyet besleyen böyle taşeronlar her emperyaliste nasip olmaz. Yakın geçmişte ABD’nin işine yaramak için çırpınan böyle birini hatırlıyoruz: Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın “Bu ahmak benden bile Amerikancı” diye alay ettiği (ve gözünü kırpmadan harcadığı) Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos. F. Marcos’un başına ne geldiyse, günümüz Marcosgillerinin başına gelecek olan da odur.

Taliban’ın bildiği, dünyanın anlayamadığı…

Taliban yöneticileri adeta dünya medyasın starları haline geldiler. Her biri bir büyük TV kuruluşunun ekranından dünyaya ılımlı mesajlar veriyorlar (içeride ise bildiklerini okuyorlar). TV’lerde, basında gördüğümüz o ılımlı-aklıselim mesajlar vermeye çalışan yöneticiler Taliban’ın sadece bir kanadını (ve kendilerine çok yakın olanları) temsil ediyorlar ve söyledikleri de sadece o kanadı bağlayacaktır. Bu ılımlı mesajlar dünyadan kabul görme isteğine bağlanıyor. Buralarda Taliban’ı böyle mesajlar vermeye mecbur eden bir diğer olasılıktan söz ediliyor: Eli kulağında sayılabilecek bir “Gerçek İslam bu değil” kavgasında dünyayı hesaplaştığı rakiplerine karşı kendi yanında görme arzusundan 

Taliban’ın siyasi ömrünün uzun olmayacağını düşünenlerdenim. Burada benim gibi düşünenlerin sayısı az değil. Gerekçelerimi aşağıda birkaç maddeyle özetleyeceğim:

1. İnsan sermayesi eksikliği kendini her alanda çok ağır bir biçimde hissettirecek.

2. Kurulan derme çatma devlet yapısı ülkeyi idare etmeyi beceremeyecek.

3. Siyasi birlik sağlayan bir hükümet kurulamayacak.

4. Uygar dünya tarafından tanınmamak ülkeyi ekonomik olarak bitirecek.

5. Muhalefet güçlenecek ve uygar dünyadan uluslararası destek bulacak.

6. Uygar dünyanın dışlayıcı tavrı nedeniyle Çin (ve Rusya), Taliban’la ilişkilerinde dikkatli ve mesafeli olacak.

7. Taliban’ın ılımlı görünme çabaları, olası zikzakları ve iktidarı paylaşamama sorunları bir iç hesaplaşma, “Gerçek İslam bu değil kavgası” başlatacak. Bunun bir iç savaşa dönüşmesi yüksek olasılık.

Pakistan yönetiminin Taliban yöneticilerine kendi rejimleri gibi bir (Ilımlı!) İslami yönetim suflesi verdiğine dair bilgiler alıyoruz. Böyle bir İslami rejimin Taliban’ın yarısından fazlası için kabul edilemez, İslam dışı bir yönetim olarak görülme olasılığı çok yüksek. Taliban’ın “yeteri kadar İslami olmayan böyle bir şeriat rejimine” razı olması durumunda örgüt içinde (ve birlikte savaştıkları yabancı örgütlerle) bir “Gerçek İslam bu değil” hesaplaşmasının başlaması kaçınılmaz görünüyor (ekonomik tükeniş de bunu hızlandıracaktır). Bugün o ılımlı mesajları veren örgüt işte bu gerçeği görüyor ve olası bir iç hesaplaşmada dünyanın kendi yanlarında durmasını sağlamak için yatırım yapıyor. Yani Afganistan’ın geleceğinin kendisi olduğunu söylüyor ve oyunu ona göre oynuyor.

ÇİN AÇISINDAN DURUM

Çin'in bugüne kadar izlediği uluslararası ilişkiler-dış politika yaklaşımı “ekonomik ilişkiler aracılığıyla ülkeler arasında ilişkileri ilerletmek ve kalıcı hale getirmek (ve stratejik ilişkilere evrilmesini sağlamak)” olarak özetlenebilir. Bu politika görece de olsa istikrar ve yeterli güvenlik sağlayabilen bir devlet yapısının olduğu koşullarda iş görüyordu. Fakat Çin, bu defa bu politikanın yetersiz kaldığı belki de tıkandığı bir durumla karşı karşıya. Şimdi, bugüne kadar “ülkelerin iç işlerine karışmamak” ilkesiyle özenle kaçındığı siyasi ilişkilerin tam ortasına duruyor. Bu tabii ki Çin’in tercihi değildi; koşulların zorlamasıyla kendisini bu durumda buldu. ÇKP kaynaklarına göre, “Sorumlu bir büyük güç olan Çin’in dünya barışına ve istikrarına katkıda bulunma sorumluluğu ve yükümlülüğü var. Çin, komşusu Afganistan sorununun çözümüne katkıda bulunmazsa kendisini sorumlu bir büyük güç olarak kabul edemez”… Şimdi o “sorumlu bir büyük güç” ciddi bir sınavla karşı karşıya. Dünyanın kıyısından köşesinden bile dâhil olmaktan kaçındığı bir devasa sorunun çözümü için çabalamak ona kaldı.

İstikrarsızlık korkusu

Çin’in (ve Rusya’nın) korkusu, Afganistan’da oluşacak bir istikrarsızlığın büyüyüp bir iç savaşa dönüşmesi. Böyle bir iç savaş Pakistan’ı da önüne katarak bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir. Büyük olasılıkla dünya bu iç savaşı bir “iç sorun” olarak gözden uzak tutacak ve hiç kimse müdahale etmeyecektir. O yüzden, bunun "çok kıyıcı" bir iç savaş olacağından endişe ediliyor. Çin, Afganistan'ın içine düşmesi olası bu felaketin farkında. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, "ABD ve NATO güçlerinin aceleyle geri çekilmesi Afganistan'daki güvenlik tehditlerini yoğunlaştırdı. Afganistan için üç önceliğimiz olmalı: Birincisi, savaşın Afganistan'da daha da yayılmasını, özellikle topyekûn bir iç savaşı önlemeliyiz. İkincisi, Afganistan içi müzakereleri mümkün olan en kısa sürede yeniden başlatmalı ve siyasi uzlaşma sağlamayı hedeflemeliyiz. Üçüncüsü, her türlü terörist gücün Afganistan'da zemin kazanmasını engellemeli ve Afganistan'ın bir daha asla teröristlerin sığınağı olmasına izin vermemeliyiz... Bu süreçte Taliban kendisini tüm terörist güçlerden açık bir şekilde ayırmalı " dedi. Çin’in Taliban’a hayırhah bir gözle bakmasının tek nedeni bu açıklamada da açıkça görülen endişe. Taliban’a dünyanın gözü önünde açıktan verdiği mesaj “Bütün ülkeyi temsil eden siyasi birliği sağlayın, istikrar ve güvenliği tesis edin. Ekonomiyi fazla sorun etmeyin, Çin yanınızda olacak” olarak okunabilir.

Çin’in Şincan-Uygur bölgesi hakkındaki endişeleri fazla büyütülüyor hatta Afganistan ilgisinin temel gerekçesi olarak gösteriliyor. Bölgeyi az-çok tanıyan biri olarak Çin'in bu kadar abartılı bir endişe taşımadığını söyleyebilirim; sadece her zaman olduğu gibi, sorunun gözden kaçmasına fırsat vermeyecek kadar dikkatli. Çin'e atfedilen bu abartılı endişe değerlendirmeleri bölgeye çoğunlukla dışarıdan bakanların (özellikle Çin karşıtlarının) "Çin'i zayıflatacak bir sorun bulma/çıkarma" umudu olarak görülebilir. Çin-Afganistan sınırı Uygur bölgesinde yer alan Vahan (Wakhan) koridoru boyunca (90km kadar) uzanır. Burası Çin’in çok rahatlıkla kontrol edebileceği bir bölge. Yani buradan radikal İslamcı Uygurların sızması mümkün değil. Şincan içinde ise artık ne köktendinci terörü örgütleyecek ne de hortlatacak kişi ve yapılar kaldı. Ya hapisteler ya da ülkeden kaçtılar. Çin, aslında Kuşak ve Yol projesi ve Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru projesinin zarar görmesinden endişe duyuyor. Oluşacak bir istikrarsızlık projeye bütün bir orta-iç Asya’da büyük zarar verir. 

Çin-Afganistan (ve Taliban) ilişkileri

Çin ile Taliban arasında ilk temas ve görüşmelerin ne zaman başladığı epeyce sis-pus arasına gizlenmiş olsa bile, 2014’ten beri Taliban’ın Çin’e ziyaretler yaptığı ve Çin hükümet yetkilileriyle görüştükleri biliniyor. Fakat bu ziyaret ve temaslar Çin tarafından hiçbir zaman “(resmi) ziyaret” olarak anılmadığı gibi bu konuda bir açıklama da yapılmadı. Bu konuda bilinenler Taliban yetkililerinin ziyaret sonrası yaptıkları açıklamalardan ibaret.

 

Çin, bugüne kadar Taliban’ı Afganistan’daki 20 kadar İslamcı terörist gruptan ayrı tuttu ve hiç “terörist” olarak anmadı. Bu konuda Taliban’ın Uygur bölgesindeki radikal İslamcı-gruplarla işbirliği yapmasını ve yardım etmesini önlemek için “yapıcı” bir dil kullanmak ve sürekli ilişkide kalmak isteği, Talibansız bir Afganistan’ın hayalden ibaret olduğunu görüp gelecekteki ilişkilere yatırım yapma isteği, gelecekte Afganistan’ı Pakistan üzerinden Kuşak ve Yol girişimine dâhil etme niyeti gibi faktörlerin rol oynadığı söylenebilir.

 

Bunların dışında, biraz spekülatif olmakla birlikte, çok önemli bir faktörden daha söz edilebilir. Şöyle ki, Çin, Sovyetler Birliği’nin (SB) Afganistan’ı işgal etmesine (1979) hep karşı çıktı ve Babrak Karmal hükümetini tanımadı. Bunda o yıllarda Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin ÇKP içinde yüksek kabul gören dış politika ilkesi olmasının payı olduğu gibi, işgalin Çin’in rakip ve tehdit olarak gördüğü Hindistan tarafından desteklenmesinin ve Çin’e karşı eylemlerde kullanılma riskinin de rolü olduğu bir gerçek. Bazı (güvenilir) kaynaklara göre, Çin’in işgale karşı çıkması diplomatik düzeydeki çabalar ve girişimlerden ibaret değildi. SB ordusuna karşı savaşan “Afgan mücahitler”e askeri teçhizat desteği de verildi. O günkü “mücahitler”in içinde bugünkü Taliban’dan, üst düzey yöneticilerinden birilerinin bulunması yüksek bir olasılık. Yani geçmişin tanışıklığı, iyi ilişkileri bugünkü ilişkileri de etkiliyor olabilir.

 

ABD’nin bıraktığı “boşluk”

“ABD'nin çekilirken geride bir boşluk bıraktığı ve bu boşluğu kimin dolduracağı” sorusu son günlerin en popüler yazı konularından biri. Fikir beyan edenlerin çoğu Çin'i işaret ediyorlar. “ABD'nin çekilmesinin vakum yaratan bir boşluk oluşturacağını ve bu boşluğu başta Çin (ve belki Rusya'nın da) doldurmak isteyeceğini” ileri sürüyorlar. Oysa Çin yönetimi Afganistan’da bir boşluk olduğunu düşünmüyor. Çin Komünist Partisi (ÇKP) kaynaklarına göre, “Afganistan’da doldurulması gereken hiçbir şey yok. Çünkü o topraklar Afgan halkının... Afganistan’ı Afgan halkı yönetir ve ülkenin sahibi Afgan halkıdır. Bu ilke Afganistan’ın sorunlarının sadece Afganların kendileri tarafından çözülebileceği ve başka bir ülke tarafından yönetilemeyeceği anlamına gelir. Bu aynı zamanda Afganistan’ın bir boşluk olmadığı, kendi kendisinin efendisi olduğu anlamı taşır. Afganistan büyük bir ülkenin avı değildir ve büyük ülkeler arasında devredilemez ve bölünemez. Afganistan’ın bir komşusu ve dostu olarak Çin, Afganistan’da uzlaşmayı teşvik etmeye devam edecek ve halkın iradesine saygı duyacaktır.” Görüldüğü üzere, Çin, ne Afganistan’da bir boşluk olduğunu kabul ediyor ne de birilerinin oluşacağını varsaydığı o boşluğu doldurma niyeti taşıyor. Yani emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olmadığını söylüyor. 

Son söz niyetine

Bugün için Çin’in önünde başlıca dört ciddi gerçek-sorun duruyor: 

• Ortada bir devlet yapısı yok ve olacağı da kuşkulu.

• Kurulacak hükümetin yönetebilme becerisine sahip olup olamayacağı, istikrar ve güvenlik sağlayıp sağlayamayacağı belirsiz.

• Dünyanın uyguladığı siyasi ve ekonomik ambargoyu delmek Çin’e de bedel ödetebilir.

• Kabil’den dünyaya yayılan o yaralayıcı görüntüler ve kadınların feryadı Çin kamuoyunu ÇKP’nin (olası) Afganistan politikasının aleyhine çevirdi. Yaşanan can pazarını izleyen ve kadınların konuşmalarını dinleyen Çinliler sosyal medyada Çin yönetimini adeta topa tuttular. Çin sosyal medyası “Biz bu barbarlarla mı işbirliği yapıyoruz/yapacağız. Ülkemin bunlarla ilişki kurmasını istemiyorum. Ülkemin bir kuruşunun bile bu barbarlara gitmesini istemiyorum” diyen mesajlarla yıkılıyor.

Her şey bir tarafa, şu anda görünen tek gerçek “belirsizlik”. Gerek bölgede gerek dünyanın geri kalanında şu anda kimse ne yapacağını, hangi adımları atacağını tam olarak kestiremiyor, Taliban bile…

24 Ekim 2021 Pazar

Geleneksel 1'inci New-York kasaba panayırı

22 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Saray efradının Birleşmiş Milletler toplantısı için gittikleri NY’ta tertip ettikleri ”Kasaba Panayırı”nı, ay pardon, tanıtım-halkla ilişkiler organizasyonunu izlerken burada biz çok eğlendik. Çinli eski diplomat arkadaşa göre “Bu ‘organizasyon şamatasına’ kurgusal açıdan yaklaşılmalı ve sinema sanatı açısından değerlendirilmeli”ymiş. Ona göre, NY sokaklarında sergilenen bu şamata “Borat filmlerinden fırlamış sahnelere benziyormuş ve bir absürt komedi örneği” sayılabilirmiş. La havle…

Sen NY’da “Hollywood prodüksiyonu” esintili bir tanıtım-halkla ilişkiler organizasyonu düzenlediğine inan; ama bu muhteşem prodüksiyon Borat filmleriyle kıyaslansın ve elin ağzına sakız olsun. Maksat buysa yani bir şekilde kendinden söz ettirmekse, maksat hâsıl oldu diyebilirim. Velhasıl, dünya âlem yine kıskandı, yine hasedinden çatladı-patladı. Buradaki “Hollywood prodüksiyonu” benzetmesi bana değil eski diplomat arkadaşa ait. Yani bu konuda onunla aynı fikirde değilim. Ben, düzenlenen “kasaba panayırı”nın Hollywood yapımlarından değil Avrupa’daki (özellikle Almanya) Türklerin gürültülü düğün konvoylarından ve tabii ki Anadolu kasabalarında düzenlenen panayırlardan esinlendiğini düşünüyorum. Hepsinin ortak noktası ise şamatadan ibaret olmaları, şamata yapmayı amaçlamaları. “NY kasaba panayırı”ndaki tanıtımlarda kullanılan bozuk İngilizce ile bizim Almancıların bozuk Almancası arasındaki benzerlik de gözden kaçacak gibi değil.

 ABD yönetimi (ve tabii ki CEHAPE zihniyeti) hasedinden çatlasa patlasa bile, tarihe “Geleneksel 1. New-York kasaba panayırı” olarak geçmeyi sonuna kadar hak eden bu muhteşem organizasyonda birkaç eksik gözüme çarptı. Muteber olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, bu eksikleri (dünyanın ta bu tarafından da olsa) yazmayı vazife addediyorum: Şehir içi turu için bir üstü açık limuzin kiralanamaz mıydı? O araçta büyük yazar ve eşsiz eseri birlikte Amerikan halkını selamlayamaz mıydı? Kitap limuzinden halka ücretsiz fırlatılamaz mıydı? Madem kitap yazdın ve o eşsiz fikirlerini Amerikan yönetimi ve halkına hibe etmek istiyorsun, kitabı sebil niyetine fırlat insanların kafalarına veya kuşyemi gibi at önlerine okusunlar. Ancak özel/seçilmiş birinin dehasının eseri olabilecek o eşsiz fikirlerden yararlansınlar, irşat etsinler. Zira elin Amerikalısı para verip o kitabı satın almaz. Cimriliklerinden, ilgisizliklerinden veya okuma alışkanlıkları olmamasından değil “Bizim neden böyle bir Başkanımız yok” diye haset ettiklerinden almazlar. Üstü açık limuzinden beleş kitabı beşer onar fırlat kafalarına, bak nasıl okuyorlar –en az yarısı okur.

Panayırın kreması bence CBS TV’nin “Face the nation” programına çıkmaktı. “Yeter ki bir TV programına çıkalım, hangisi olursa olsun” sıkışmışlığının bedeli pek fena oldu. Bu program hakkında biraz bilgileri olsa, acaba yine de çıkarlar mıydı, emin değilim. Nice “büyük lideri” Beyaz Saray’ın “özel ricası” olan sorularla sıkıştırıp dünyanın gözü önünde zor duruma düşürmüş, fena çizik atmış bir yapımdan söz ediyorum.

Baştan beri “kasaba panayırı” deyip duruyorum. Önceki yazılarımdan birinde “Ülkeye musallat olan siyasal İslamcılar ezik, kibirli ve haset kasaba cahil-cühelasından başka bir şey değiller” diye yazmıştım. Kasaba cahil-cühelasının elinden büyük tanıtım ve halkla ilişkiler organizasyonu diye çıka çıka ancak işte böyle “düğün konvoyu esintili kasaba panayırı” çıkar. Diplomasi kulislerine de makara malzemesi çıkmış olur. 

Bence bu “1. NY kasaba panayırı”, ay pardon, halkla ilişkiler ve tanıtım organizasyonu bir kült yapım haline gelmeyi hak ediyor. İleriki yıllarda, kendi alanında bir kült olan “Dünyayı Kurtaran Adam” filmiyle bile yarışabilir. Bu filmde Cüneyt Arkın dünyayı kurtarıyordu. Yine dünyayı kurtarmak iddiasındaki diğer yapımın, NY kasaba panayının, kahramanı bakalım kendini dahi kurtarabilecek mi...

Rabb-ül Âlemin herkesi çevresinde çapsızlıkta kendisiyle yarışan yeteneksiz yancılar bulundurmaktan ve onların yaptığı iyiliklerden esirgesin. 

17 Ekim 2021 Pazar

Diktatör Marcos’un zehirli mirası: “Failed state” Filipinler (II)

16 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Önceki yazıda devrik diktatör Marcos’un geride bir çökmüş devlet (failed state) bıraktığından bahsetmiş, “Böyle bir yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, o yapı yutulamayacak kadar büyük bir lokma olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez” demiştim ve “Peki, yapılması gereken nedir?” sorusuyla bitirmiştim. 

Marcos, bir faşist diktatörlük kurmak ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu yetkileri alana kadar anayasayı ve yasaları defalarca değiştirdi. Sonunda amacına ulaştı; yani hukuku fiilen ortadan kaldırdı. Hukukun yerini Marcos’un emirleri, kararları, tehditleri ve mesajları aldı. Kesile biçile Marcos’un faşist diktatörlüğü için ideal kostüm haline getirilen anayasa Başkan’a çok büyük yetkiler tanıyordu. Gerçekte, hukuk ortadan kaldırıldığı için yetkilerinin sınırı yoktu. Yani o sınırı belirleyen hukuk artık yoktu. İstediği yetkiyi dilediği gibi kullanabilirdi, zaten kullanıyordu da. 

Corazon Aquino, Başkanlığı işte bu sınırsız yetkilerle yani ortadan kaldırılmış hukuk (veya fiili hukuksuzluk) koşullarında devraldı. İstese, başta yargı ve polis (ve bir ölçüde ordu) olmak üzere bütün kurumlardaki Marcos’la iş tutan ve faşizan sağ ile iltisaklı görevlileri bire kadar temizleyebilir, onun adına suç işleyen/suça ortak olan yanaşmaların hepsini tutuklatabilir ve Marcos’tan miras kalan o çürümüş-kokuşmuş “failed state’i” bir gecede tasfiye edebilirdi. Ama yap(a)madı. Oysa o suç ortağı yanaşmaların hepsi ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar çok suç işlemişlerdi. 

Aquino yönetimi, hukuku ortadan kaldırmak için Marcos tarafından defalarca değiştirilen, hukuku katletme aracı haline getirilen anayasadan hukuk çıkarmaya çalıştı. Oysa hukuk guguk lafları etmek bu durumda anlamsız hatta düpedüz ahmakçaydı. Yapılması gereken, bu fiili hukuksuzluğun verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanarak hukuksuzluk eseri ve hukuksuzluğa dayanan rejimi ve devlet yapısını yıkıp geçmek, ezip gitmekti. Bu fiili hukuksuzluk durumunda, "Bu kararname ile bütün kamu görevlileri istifa etmiş sayılacaktır" diye bir 'Başkanlık kararnamesi' yayınlamasının önünde hiçbir engel yoktu. Böylece, devrilen faşist rejimi (ve devletini) bir gecede bile tasfiye edebilir ve ülkede hukukun tesis edilmesine, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına ve bir demokratik cumhuriyetin kurulmasına öncülük edebilirdi. Bu, Aquino yönetiminin Filipinler halkına borcuydu. Ama yap(a)madı. Çünkü Aquino’da cisimleşen ittifakın önceliği ve hedefi Marcos’tan kurtulmaktı. Kapsamlı bir demokrasi programları (hatta restorasyon programları bile) yoktu. Sonuç olarak, burjuva muhalefet halkın umudunu çaldı… 

Yağmalanan Filipinler

Aquino, uçurumdan yuvarlanmakta olan bitmiş bir ekonomi devraldı. Yönetimi boyunca da ekonomiyi toparlayamadı. Aksine enflasyon yükselmeye devam etti. Ülke kaynakları Marcos ve yanaşmaları tarafından o kadar yağmalanmıştı, ülke o kadar soyulmuştu ki kaynaklar tükenmişti. Oysa kaynak ortada duruyordu: Yapılması gereken şey, ülkeyi yağmalayanlar, soyanlar kimlerse, halktan çaldıklarını son kuruşuna kadar geri almaktı. Yani Marcos rejimiyle iş tutarak zenginleşen yağmacıların mülklerine el koymak, hepsini mülksüzleştirmekti. Bunun yerine sadece Marcos’un servetinin peşine düşüldü. Oysa Marcos, yandaş-yanaşmalarının ve yakınlarının ülkeyi yağmalanmasına aracılık ederek kendi payını alıyordu. Onun payı diğerlerinin yanında çok küçük sayılırdı. Fakat bu yağmacılara ve servetlerine neredeyse hiç dokunulmadı. 

Sonuç yerine

Aquino yönetimi, Marcos rejiminin verdiği hasarı rötuşlamayı ve devleti restore etmeyi denedi. Fakat, hasarı kısmen rötuşlasa bile, Marcos öncesindeki devleti restore edemedi. Çünkü yeni bir devlet veya devleti yeniden kurmak gerekiyordu. Ama yapıl(a)madı. Marcos’un bıraktığı mafiyöz devlet yapısı rötuşlandı, o kadar. Sonuç ortada: 35 yıldır kendini toparlayamayan, sürekli yeni Marcoslar üreten bir mafiyöz “failed state”. 

Gerçekte ortada bir devlet de yoktu. Filipinler devlet olma vasfını kaybetmişti. Çünkü devlet denen yapının sağlam kurumları olur ve o kurumsal yapıya işlerlik sağlayan ve “meşru” kılan şey hukuktur. Hukuk ortadan kaldırılırsa, devlet de ortadan kalkmış demektir. Kurumlar ise, başta polis ve yargı (ve ordunun bir bölümü) olmak üzere, bu mafiyöz rejimin yan kollarına, uzantılarına dönüşmüşlerdi. Ülke bir mafiyöz suç örgütünün eline düşmüştü, onun keyfi yönetimi altındaydı. Marcos’un mafiyöz suç örgütü devletin yerini almıştı. Filipinler’de olan buydu.

Uzun süre faşist diktatörlük rejimlerine maruz kalan ülkelerin kaçınılmaz kaderi Filipinler benzeri bir “failed state”e dönüşmek oluyor. Bunun hiçbir istisnası yok. İşte Filipinler ve Suharto faşizminden sonraki Endonezya… Örnekler çoğaltılabilir. Kendi ülkelerinin bu kaderden kaçınabileceğini veya bu sonla karşılaşmayacağını düşünenler ya başlarına geleni anlamaktan uzaklar, ya gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyorlar, ya hayal görüyorlar ya da halka yalan söylüyorlardır.

13 Ekim 2021 Çarşamba

Diktatör Marcos’un zehirli mirası: “Failed state” Filipinler (I)

13 Ekim 2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Sanırım 2007 yılıydı, Filipinler diktatörü Marcos’u deviren “Halkın Gücü Hareket”nin lideri ve Marcos sonrasının Devlet Başkanı Corazon Aquino’yu Manila’da o zamanki Başkan G. Macapagal Arroyo’ya karşı düzenlenen demokrasi ve anayasa mitinglerinden birinde konuşma yaparken görmüştüm. (Arroyo, ABD eski Başkanı Bill Clinton’un üniversiteden sınıf arkadaşıydı.) Joseph E. Estrada’nın Devlet Başkanlığı döneminde (1998-2001), Marcos’tan miras kalan devletin mafiyöz yapısı iyice güç kazanmış, bir anlamda mafya iktidar olmuştu. Bu durumun sorumlusu ve bir anlamda ülkedeki mafyanın da başı sayılan Başkan görevden alınmış ve yerine yardımcısı Arroyo geçmişti. Başkan yardımcısı olarak Arroyo, aslında olup bitenlerin suç ortağıydı ve bazı mafiyöz ailelerle yakın ilişkisi biliniyordu. Ülkede yükselen protestolar ve huzursuzluk karşısında çareyi muhalefete ve topluma baskıyı artırmakta buldu. Aquino’nun konuşma yaptığı Manila’daki o miting bu baskılara dönük protesto gösterilerinden biriydi. Aquino’yu o mitingde konuşma yaparken görünce hissettiğim şey öfkeyle karışık acıma duygusu oldu. Altı yıl ülkeyi yöneten birinin düştüğü bu durum içler acısıydı. Başkanlığı döneminde yapabileceği çok şey varken neredeyse köklü-radikal hiçbir değişim yapmamıştı. Marcos’un yarattığı-sebep olduğu “failed state” (başarısız-çökmüş devlet) yerinde kalmıştı. Bu konuya yazının ilerleyen bölümünde tekrar döneceğim. Önce, ülkeyi bir “failed state”e dönüştüren faşist diktatör Marcos’un “harika” siciline biraz göz atalım.

“Kahraman”ın yalan dolgulu özgeçmişi

Marcos, kerameti kibrinden menkul her “özel/seçilmiş kişi” gibi, oku oku ipe diz diye özetlenebilecek özlü sözler döktürmeye hevesli biriydi. İşte iki örnek: “Sık sık tarihte nasıl anılacağımı merak ediyorum: Bir bilge mi? Askeri kahraman mı? Kurucu mu?” Breh breh… II. Dünya Savaşı sırasında Marcos, orduda yedek subay olarak görev yaptı. Biyografisinde yazılanlara göre, savaşta kahramanca roller oynamış, Japonlar tarafından yakalanıp esir alınmış ve işkence görmüştü. Gerilla liderliği yapmış ve gerilla hareketinde önemli bir şahsiyet olmuştu. Bu iddiaları siyasi kariyerinde önemli bir rol oynadı. Ancak, diktatörün son günlerinde açılan ABD arşivleri savaş sırasında Marcos’un Japonya karşıtı faaliyetlerde hiç rol oynamadığını ortaya çıkardı. Orduda geri hizmet sayılacak bir görevde bulunmuştu. İktidarının son günlerinde (13 Şubat 1986, devrilmesinden iki hafta önce) Amerikan CBS TV’nin (bildiğiniz nedenle) “sabıkalı” programı “Face the nation”ın uzaktan yaptığı yayında kendisine ABD arşivlerinin ortaya çıkardığı bu gerçek (yalan kahramanlık hikâyesi) hatırlatıldığında, “Bunlara inanıyor musunuz? Bunlar yalan. Bir kahramanı gözden düşürmeye, (seçim) zaferimi çalmaya çalışıyorlar” diye karşılık vermiş. Oysa seçimi çalan kendisiydi.

Bu program gibi ünlü TV yapımlarında sorulan bazı soruların Beyaz Saray’ın “özel ricası” üzerine sorulduğunu kendi biliyor muydu veya çevresinde bunu bilecek çapta kimse var mıydı, emin değilim. Programcılar sefil bir diktatörü bir TV programında bütün dünyaya rezil ettiler. Daha sonraları, diktatör Marcos’un muhterem zevcesi büyük ses sanatçısı (güzel şarkı söylermiş), kültür insanı (kültür projelerindeki yolsuzlukları anlamında), okur-yazar-entelektüel, iyi bir Katolik ve birinci sınıf bir yalancı ve arsız İmelda hanımefendi, “O programın kendilerine kurulan bir komplo olduğunu” söylemiş. Oysa Marcos’un imajını oluşturan ABD idi. Amerika tarafından özel olarak seçilmiş, parlatılmış ve önü açılmıştı. İngilizce ifadeyle, “A handy puppet, hired by USA and fired by USA”. (ABD tarafından istikbal edilen ve ABD tarafından harcanan bir kullanışlı kukla) 

Marcos’un şu özlü sözü ise bir kamyon arkası yazısı güzelliğindedir: “Tarih tarihçilere bırakılmamalıdır. Aksine, Churchill gibi olun. Tarih yapın ve sonra yazın”. İnsanın “Yürü be Marcos! Kim tutar seni” diyesi geliyor. Bu tarihçilik iddiasını yukarıda bahsettiğim kendi (yalan dolgulu) tarihiyle birleştirince ortaya çıkan “tarih yapma ve yazma” hevesinin nasıl bir şey olduğu da anlaşılıyor. Kısaca, yalana dayalı veya uydurma bir tarih yaratmak ve yazmak diyebiliriz. 

“Failed state” Filipinler

Marcos, Nisan 1986’da NY Times’a verdiği röportajda “En büyük arzum, barış içinde Ilocos Norte'ye (doğup büyüdüğü yer) dönmek ve orada yaşamak ve ülkemde normale dönüşün bir parçası olmak” demiş. Bu normale dönüş, kolayca tahmin edileceği gibi, Marcos rejiminin-diktatörlüğünün bir şekilde devamı anlamına geliyor. Başka bir röportajında ise Aquino için “Zavallı kız, çok fazla darbe alacak. Bu iş onun yutabileceğinden büyük bir lokma” diye şefkat gösterisi yapmış. “Büyük lokma” dediği şey geride bıraktığı çürümüş-kokuşmuş, çökmüş devlet. Bu yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, lokma gerçekten yutulamayacak kadar büyük olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez. Peki, yapılması gereken nedir?


3 Ekim 2021 Pazar

Özellikle Çin’e Özgü bir Sosyalizm İnşa Etmek

Deng Xiaoping (Dıng Şiyavping), 30 Haziran 1984


Dörtlü Çete'nin saf dışı edilmesinden ve Çin Komünist Partisinin On Birinci Merkez Komitesinin Üçüncü Genel Toplantısından bugüne, doğru ideolojik, politik ve örgütsel çizgi belirledik ve bir dizi ilke ve politika formüle ettik. “Bu ideolojik çizgi nedir?” sorusunun cevabı, “Marksizm’e bağlı kalmak ve onu Çin gerçekleriyle bütünleştirmektir. Başka bir ifadeyle, yoldaş Mao Zedong'un savunduğu gibi, olgulardan hareket ederek gerçeği aramak -ve onun temel fikirlerini desteklemek”. Marksizm’e ve sosyalizme bağlı kalmak bizim için çok önemlidir. Afyon Savaşı'ndan sonra bir yüzyıldan uzun bir süre Çin, saldırganlık ve aşağılanmaya maruz kaldı. Devrimimizin başarılı olmasının nedeni, Çin halkının Marksizm’i benimsemesi ve yeni demokrasiden sosyalizme giden yolda devam etmesidir.

“Çin halkı kapitalist yolu seçseydi ne olurdu?” diye sorabilirsiniz. Kendilerini özgürleştirebilirler ve sonunda ayağa kalkabilirler miydi? Tarihi gözden geçirelim. Kuomintang, 20 yıldan fazla bir süre kapitalist yolu izledi. Buna rağmen, Çin halen yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplumdu ve bu gerçek, bu yolun hiçbir yere götürmeyeceğini kanıtladı. Buna karşılık, Marksizm’e ve Marksizm’i Çin'in koşullarıyla bütünleştiren Mao Zedong Düşüncesine bağlı Komünistler, kendi yollarına gittiler ve kırsaldan kente doğru ilerleyip şehirleri kuşatarak devrimi başardılar. Bunun aksine, Marksizm’e inancımız olmasaydı ya da Marksizm’i Çin’in koşullarıyla bütünleştirmeseydik ve kendi yolumuzu izlemeseydik devrim başarısız olurdu ve Çin parçalanmış ve bağımlı kalırdı. Dolayısıyla, devrimde zafer kazanmamızı sağlayan itici güç Marksizm’e olan inancımızdı.

Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşunda, eski Çin'den neredeyse hiç sanayisi olmayan harap bir ekonomi miras kaldı. Tahıl sıkıntısı vardı, enflasyon çok yüksekti ve ekonomi kaos içindeydi. Fakat nüfusun beslenme ve istihdam sorunlarını çözdük, emtia fiyatlarını sabit tuttuk, finans ve ekonomi alanlarını birleştirdik ve ekonomi hızla toparlandı. Bu temelde büyük ölçekli bir yeniden yapılanma başlattık. Neye güvendik? Marksizm’e ve sosyalizme güvendik. Bazıları neden sosyalizmi seçtiğimizi soruyor. Buna mecburduk diye cevap veriyoruz; çünkü kapitalizm Çin'i hiçbir yere götürmeyecekti. Kapitalist yolu seçmiş olsaydık, ülkedeki kaosu sonlandıramaz, yoksulluk ve geri kalmışlığı ortadan kaldıramazdık. Marksizm’e bu nedenle bağlı kalacağımızı ve sosyalist yolda devam edeceğimizi defalarca ilan ettik. Ancak Marksizm ile Çin’in koşullarıyla bütünleşmiş bir Marksizm’i ve sosyalizm ile de Çin’in koşullarına uyarlanmış ve özellikle Çin’e özgü bir sosyalizmi kastediyoruz.

Sosyalizm nedir ve Marksizm nedir? Geçmişte bu konuda çok net değildik. Marksizm, üretici güçlerin geliştirilmesine büyük önem verir. Sosyalizmin komünizmin birincil/ilk aşaması olduğunu ve ileri aşamada herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesinin uygulanacağını söylemiştik. Bu, son derece gelişmiş üretici güçler anlamına gelir ve çok büyük bir maddi zenginlik bolluğu gerektirir. Bu nedenle, sosyalist aşama için temel görev üretici güçleri geliştirmektir. Sosyalist sistemin üstünlüğü, son tahlilde, bu güçlerin kapitalist sisteme göre daha hızlı ve daha fazla gelişmesiyle kanıtlanabilir. Onlar geliştikçe insanların maddi ve kültürel yaşamları da sürekli gelişecektir. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonraki eksikliklerimizden biri üretici güçlerin geliştirilmesine gereken önemi vermemiş olmamızdır. Sosyalizm, yoksulluğu ortadan kaldırmak demektir. Yoksulluk sosyalizm değildir, aksine, daha az komünizmdir.

Çin'in hâlâ az gelişmiş bir ülke olduğu göz önüne alındığında, üretici güçleri geliştirmek ve insanların yaşam standardını yükseltmek için nasıl bir yol izleyebiliriz? Bu bizi tekrar sosyalist yolda mı devam edelim yoksa durup kapitalist yola mı dönelim sorusuna getiriyor. Kapitalizm, Çin nüfusunun yalnızca yüzde 10'undan daha azını zenginleştirebilir; geriye kalan yüzde 90'dan fazlasını asla zenginleştiremez. Ancak sosyalizme bağlı kalırsak ve herkese yaptığı işe göre dağıtma ilkesini uygularsak, refahta aşırı eşitsizlikler olmayacaktır. Sonuç olarak, üretici güçlerimizin önümüzdeki 20 ila 30 yıl içindeki gelişme sürecinde hiçbir kutuplaşma olmayacaktır.

Politik çizgimiz, modernizasyon programına ve üretici güçlerin sürekli gelişimine odaklanmaktır. Bir dünya savaşı dışında hiçbir şey bizi bu çizgiden ayıramaz. Bir dünya savaşı çıksa bile, savaştan sonra yeniden yapılanmaya devam ederdik. Modernizasyon programımızın asgari hedefi, yüzyılın sonuna kadar nispeten konforlu bir yaşam standardına ulaşmaktır. Bunu ilk kez Aralık 1979'daki ziyareti sırasında eski Başbakan Masayoshi Ohira'ya söyledim. Nispeten rahat bir yaşam standardıyla, kişi başına düşen GSMH'nın 800 ABD Doları olmasını kastediyoruz. Bu sizin için düşük bir seviye ama bizim için gerçekten iddialı bir hedef. Çin'in şu anda 1 milyar nüfusu var ve o zamana kadar 1,2 milyara ulaşmış olacak. GSMH 1 trilyon dolara ulaştığında, kapitalist dağıtım ilkesini uygularsak, insanların çoğu yoksulluk ve geri kalmışlık batağına saplanmış olarak kalır. Ancak sosyalist dağıtım ilkesi, tüm insanların nispeten rahat bir yaşam sürmesini sağlayabilir. Bu yüzden sosyalizme bağlı kalmak istiyoruz. Sosyalizm olmadan Çin bu hedefe asla ulaşamaz.

Mevcut dünya açıktır. Batı ülkelerindeki sanayi devriminden sonra Çin'in geri kalmasının önemli bir nedeni de kapalı kapı politikasıydı. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra başkaları tarafından ablukaya alındık. Bu yüzden ülke adeta kapalı kaldı. Bu da bizim için zorluklar yarattı. Son otuz (ya da daha fazla) yılın deneyimi, kapalı kapı politikasının inşayı engelleyeceğini ve gelişmeyi durduracağını göstermiştir. İki tür dışlama olabilir: Biri diğer ülkelere yönelik olacaktır; diğeri, kapılarına diğerlerine kapatan bir bölge veya bölüm olmaksızın, Çin'in kendisine yöneltilecektir. İki tür dışlama da zarar verici olacaktır. Hızlı gelişmemiz gerektiğini düşünüyoruz, ancak çok hızlı değil; çünkü bu gerçekçi olmaz. Bunun için iç ekonomiyi canlandırmalı ve dış dünyaya açmalıyız.

Çin'in gerçeklerinden yola çıkarak, öncelikle köylülük sorununu çözmeliyiz. Nüfusun yüzde sekseni halen kırsal alanlarda yaşıyor ve Çin'in istikrarı bu alanların istikrarına bağlı. Şehirlerdeki çalışmalarımız ne kadar başarılı olursa olsun, bu başarı kırsal kesimde istikrarlı bir temel olmadan pek bir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle, nüfusun yüzde 80'inin girişimini tam olarak devreye sokmak için ekonomiyi canlandırarak ve orada açık bir politika benimseyerek başladık. Bu politikayı 1978 yılı sonunda benimsedik ve birkaç yıl sonra istenilen sonuçları elde ettik. Şimdi Altıncı Ulusal Halk Kongresi'nin son İkinci Oturumu, reformun odağını kırsal kesimden şehirlere kaydırmaya karar verdi. Kentsel reform sadece sanayi ve ticareti değil, bilim ve teknolojiyi, eğitimi ve diğer tüm çalışma alanlarını da içerecektir. Kısacası, ülkede reformları sürdüreceğiz ve dış dünyaya daha da geniş açılacağız.

14 büyük ve orta ölçekli kıyı kenti açtık. Yabancı yatırımı ve ileri teknolojileri memnuniyetle karşılıyoruz. Yönetim de bir tekniktir. Sosyalizmimize zarar verecekler mi? Muhtemel hayır; çünkü sosyalist sektör ekonomimizin temel dayanağıdır. Sosyalist ekonomik temelimiz o kadar büyük ki, sarsılmadan onlarca ve yüz milyarlarca dolar değerindeki yabancı fonu emebilir. Yabancı yatırım, kuşkusuz ülkemizde sosyalizmin inşasında önemli bir katkı işlevi görecektir. Şimdi olduğu gibi, bu ek destek vazgeçilmezdir. Doğal olarak, yabancı yatırımın ardından bazı sorunlar ortaya çıkacaktır. Ancak olumsuz etkisi, gelişmemizi hızlandırmak için yapabileceğimiz olumlu kullanımdan çok daha az önemli olacaktır. Sadece küçük bir risk içerebilir, çok fazla değil.

Pekâlâ, bunlar bizim planlarımız. Yeni deneyimler biriktirecek ve yeni sorunlar ortaya çıktıkça yeni çözümler deneyeceğiz. Genel olarak, seçtiğimiz yolun, biz bunu Çin’e özgü sosyalizm inşası olarak adlandırıyoruz, doğru olduğuna inanıyoruz. Beş buçuk yıldır bu yolu takip ettik ve tatmin edici sonuçlar elde ettik; gerçekten de, şimdiye kadarki gelişme hızı bizim tahminlerimizi aştı. Bu yolda devam edersek, yüzyılın sonuna kadar Çin'in GSMH'sını dört katına çıkarma hedefine ulaşabileceğiz. Böylece dostlarımıza artık daha da emin olduğumuzu söyleyebilirim.


25 Eylül 2021 Cumartesi

Diktatör Marcos’un kitap yazma sevdası

13.09.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos kitap yazmaya çok hevesli biriydi. Yirmi yıllık diktatörlüğüne bazıları tuğla kalınlığında bazıları altmış-seksen sayfadan oluşan 20 kitap sığdırdı. Bu parmak ısırtan entelektüel cömertliğini ilk öğrendiğimde, Marcos’un ipe sapa gelir, ciddiye alınabilir bir şeyler yazabilecek çapta biri olmadığını bildiğim için biraz da şaşırmıştım. Yine de, Part-time Marcos uzmanı olarak, hakkını teslim ettim: “Amerikan halkı onun gibi bir lidere sahip olmağı için çok hayıflanmıştır ve ABD yönetimleri Marcos’u kesin çok kıskanmıştır. Hatta Beyaz Saray hasedinden çatlamış-patlamış bile olabilir” dedim. 

Marcos’un kitapları insanlığın yüz yüze olduğu acil ve pek mühim sorunlara parmak basıyor ve sadece onun gibi bir “özel seçilmişin” akıl edebileceği çözümler veya öneriler sunuyor olmalı ki her biri Filipince, İngilizce, Rusça ve Çince olmak üzere dört dilde basılmış. Marcos, (anne tarafından) Çinli kanı taşıdığını söyler ve bununla övünürmüş. Çince basılmasının bir nedeni de bu olabilir. Sonunda, Filipinli arkadaşın yardımıyla beş kitabını temin ettim ve en ince olanından okumaya başladım. Kitabın daha yirmi sayfasını bile devirmemiştim ki, kendimi üstad gazeteci Muhlis Bey’in hayret ifadesiyle “Uy anamlar, ne akıllar ne fikirler” derken buldum. Bu cümle diğer kitaplarda da sık sık aklımdan geçti. 

Diktatör adına kitap yazmak

Kendini bilen biri, onurlu bir insan için kuşkusuz çok utanç verici, aşağılayıcı bir durum. Fakat faşist diktatörlerin çevresinde böyle erdemli insanlar bulunmaz. Varlığı diktatörün varlığına mecbur olan düşkün yanaşmalar ve (kendisi gibi) kötücül ruhlu ideolojik hempaları bulunur. Marcos uzmanı Filipinli araştırmacı Miguel Paolo P. Reyes’in araştırmaları Marcos’un adıyla yayınlanan o 20 kitabın bir cümlesinin bile Marcos’a ait olmadığını ortaya çıkardı. Zaten o kitaplarda geçen herhangi bir kavram hakkında bir paragraf olsun bir şeyler yazabilecek çapta biri değildi. 

Reyes, “Producing Ferdinand E. Marcos, the Scholarly Author” başlıklı makalesinde, hangi kitabın kimin tarafından yazıldığını kanıtlarıyla gösterdi. Kitaplar diktatör Marcos’un yazar-çizer kılıklı yanaşmaları tarafından yazılmıştı. Birkaçı (ince olanlar) Marcos’un propaganda ve iletişim sorumlusu Primitivo Mijares Jr. tarafından derlenmişti. Yazarlar arasında, Marcos için kitap yazmayı şimdi utanç verici bulanlar ve halktan özür dileyenler de çıktı, sessiz kalanlar da, yazdığını reddedenler de… Bir faşist diktatörle iş tutmanın utanç verici olduğunu ve mutlaka bedel ödeteceğini geç de olsa anladılar.

Konunun bir de başkasına ait bir eserin üstüne yatmak, kendi eseriymiş gibi sunmak -akademik adıyla intihal- boyutu var. Akademide yapıldığında, orijinal eserin sahibi (ç)alıntıya rıza gösterse bile, intihali yapanın akademik unvanını elinden alacak kadar ciddi bir akademik-ahlaki sorundur. Fakat diktatörler böyle derin ahlaki ayrıntılarla ilgilenecek kadar gelişmiş insanlar değildir. Onlar sadece kibirlerinin beslenmesi, zayıf egolarının şişirilmesi ve sönen yıldızlarının parlatılmasıyla ilgilenirler. Yapılanlar bunlara hizmet ediyorsa (ki hizmet etmek zorundadır) iyidir, faydalıdır ve gereklidir; hizmet etmiyorsa fuzulidir. Onlar her şeyin (ve hatta herkesin bile) sahibi olmak ayrıcalığına sahiptirler… Her şeyin kuralını koyma hakkına sahip sual edilemez varlıklardır…

Kitaplar üzerine birkaç söz 

Kitaplar bolca yalan ve demagojiyle süsülenmiş başarı hikâyeleri anlatmaya doyamayan bir retorikten ibarettiler. Kocaman kocaman lafların, süslü kavramların altı da içi de boştu. Bazı bölümleri okurken sanki Roma’da konuşma yapan Mussolini’yi dinliyormuşum gibi hissettim. O kadar demagoji yüklü ve o kadar korporatist… Sizde daha tanıdık birini dinliyormuşsunuz hissi uyandırması da mümkün. Velhasıl, her bir kitap hikmeti ancak benim gibi “Marcos uzmanları” tarafından anlaşılabilmiş, “Oku oku ipe diz” diye özetlenebilecek bir şaheserdi. Araştırmacı Reyes, “Marcos, insanüstü birisi olarak görülmek istiyordu. İnsanların onu çok meşgul ama son derece yetenekli ve bilgili bir adam olarak görmelerini istedi” diyor. Yani onun ağır kibrinden ve zayıf (ve şişkin) egosundan bahsediyor. Bu doğru; fakat konunun bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Kitaplar, toplumun/hedef kitlenin düşünce ve duygularını maniple etme arzusuyla; yani algı yönetimi amacıyla yazılmışlardı.

İçlerinde tam Marcos’un bir ABD ziyareti öncesine (1983) denk getirilmiş olan bir kitap da var. O yıllarda dünya artık Marcos’u tanımış, kim olduğunu anlamıştı ve Batı kamuoyunda kötü bir imajı vardı. Emperyalizm Marcos’u terk ediyordu… Bu kitapla Batı kamuoyunda gündeme gelmek ve bir imaj tazeleme fırsatı yakalamak istiyordu. Fakat umut ettiklerinin hiçbiri olmadı. Batı kamuoyunu aptal yerine koyma planı geri tepti. Hatta eski ABD Başkanı Jimmy Carter’dan bile bir randevu koparamamıştı. Üstüne üstlük Carter, “Demokrasi, insan hakları gibi kavramları Marcos’tan duymak mide bulandırıcı” demişti. Oysa Carter’ın Başkanlığı döneminde ABD’nin gözdesiydi.

Marcos, görsel-işitsel iletişim araçlarıyla sarıldığımız günümüz dünyasında iktidarda olsaydı, muhtemelen kitapla falan uğraşmazdı. Onun yerine, TV ekranlarında prompter önünde her gün saatlerce kafa ütülerdi. Zira konuşmayı çok severdi ve sesinin kitleler üstünde büyüleyici bir etkisi olduğuna inanırdı.

Marcos, ağır kibirli biriydi. Bir zamanlar yakın çevresinde bulunan bazılarının söylediğine göre, “Bütün sermayesi kibir ve zorbalıktan ibaretti. Herkes ve her şey onun kibrini beslemeye, zayıf egosunu şişirmeye mecburdu. Aksine davrandığını düşündüklerine karşı psikolojik şiddet uyguluyordu. Hatta polis ve muhafızları aracılığıyla fiziksel şiddet uygulattığı kişiler de oluyordu. Bu itiraz edilemeyen (şerrinden korkulan) zorbalığı Filipinler halkına ‘karizma’ diye pazarladılar.” Kitaplar da “Marcos imajı” pazarlamanın bir aracıydı; yani başta söylediğim gibi, algı yönetimi araçlarıydılar.

NOT: Kitaplar hakkında değerlendirme ve alıntılar da içeren daha kapsamlı bir derleme kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden okunabilir.