25 Temmuz 2020 Cumartesi

Çin, ABD'nin yerini mi alıyor (3): Buraya nasıl gelindi

25 Temmuz 2020 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır


Çin, Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) üye olurken dünya pazarlarına diğerleriyle eşit koşullarda rahatça erişebilmeyi amaçlamıştı. O günlerde DTÖ’yü Çin’e baskı yapma ve kontrol etmenin bir aracı olarak gören ABD, Çin’in örgüte katılımını olumlu karşılamıştı. Bugün, ABD’nin yaptırımlarına karşı Çin’in uyguladığı karşı yaptırımları haklı bulan DTÖ, Trump’a göre “Çin için çalışan bir örgüt”. O yıllarda (20 yıldan fazladır) Çin, başta tekstil ürünleri olmak üzere ucuz işgücüne dayalı orta kalite mallar üretiyordu. Üretimi geliştirmek ve çeşitlendirmek için Batı’dan büyük miktarda makine-ekipman ithal ediyordu. Bu haliyle batı için ekonomik tehdit arz etmiyordu. Aksine, batıdaki mağazaları dolduran herkesin alabileceği kadar ucuz Çin malları refah artışı bile sağlıyordu.

Batı, öncelikle ABD, nüfusunun yüzde yetmişi yoksul köylü olan bu az gelişmiş ülkenin “ucuz mal sağlayan üretim üssü” olmaya devam edeceğini varsaydı. Zira o günkü Çin’den bugünkü Çin’in doğacağına kimse ihtimal vermiyordu. Ayrıca, zaman içinde, ekonomik bağımlılık ilişkileriyle Çin’i bir “yarı-sömürgeye dönüştürebilmeyi umuyordu. Bu süre içinde Çin’e doğrudan ABD veya güdümündeki uluslararası kurumlar tarafından yapılan liberalleşme yani kapsamlı bir özelleştirme, özellikle bankacılık sisteminin özelleştirilmesi, siyasi reformlar yapılması yönündeki baskılar Çin’i yarı sömürgeleştirme veya en azından kontrol etme niyetleri olarak okunmalıdır. (bu yazdıklarımın bir ABD’li eski diplomatın ağzından diplomatik dille itirafı için 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazıma bakılabilir).

ABD ve uzantısı uluslararası kurumlar Çin’e özellikle “bankacılık sisteminin özelleştirilmesi” ve “siyasi reformlar yapılması” gibi iki konuda baskı yapmaya çalıştı. Çin’in ulusal bankacılık sisteminin uluslararası finans-kapitalin eline geçmesinin ne demek olduğunu sanırım yazıyı okuyan herkes kolayca anlayabilir. O yüzden üstünde durmayacağım. “Siyasi reform” zorlamaları ise palazlanan Çinli kapitalist sınıfın siyasal temsilini ve böylece ÇKP’yi ideolojik ve yönetim gücü olarak zayıflatmayı amaçlıyordu. Fakat kapitalist sınıfın bağımsız temsilinin mümkün olmadığı anlaşılınca, ABD, planını bu sınıfın ÇKP’yi “fethetmesi” şeklinde değiştirdi. Kapitalistlerin ÇKP’ye üye kabul edilmeye başlaması hem ABD’nin kapitalistler üstündeki “ÇKP’nin fethi” niyetlerine verilen bir cevap hem de bu sınıfa “temsiliyeti nasıl ve kimler aracılığıyla aramaları, çıkarlarının nerede olduğu ve işbirliği” konusunda verilen bir “açık mesaj” olarak görülmelidir. Nitekim o gün bu gündür (hatta daha öncesinden beri) ÇKP’nin bu sınıfla ilişkisi “mükemmel” sayılır.

ABD’nin “Liberalleşme” çağrılarının (kısmen) ÇKP kadroları arasında ama ağırlıkla ÇKP dışında taraftar bulduğu söylenebilir. Bunlar Deng Xiaoping ekolünün devamcıları (aralarında Deng’in oğlu da var). Reformların liberalleşme yönünde ilerletilmesini ve emperyalizmle karşı karşıya gelinmemesini -uzlaşılmasını, yani taviz verilmesini- savunanlar. İşin doğrusu şu ki, bu insanlar ABD’nin-Batılı “liberal” çevrelerin reformcuları desteklemek adı altında yürüttüğü “lobi faaliyetleri-ilişkiler” aracılığıyla edindiği hempalar. Şimdi ÇKP içinde tasfiyeye uğrayan ve Batı basınının “Şi Cinping muhalifleri tasfiye ediyor” diye ağıt yaktığı insanlar çoğunlukla bunlar. Parti kadrolarından, görevlerinden ve göz önünden uzaklaştırılıyorlar. Batının ÇKP içindeki bu “muhalifleri” neden dert edindiği gayet açık. Oysa muhalif deyince benim aklıma Dushu (okuma) dergisi çevresi (ki çok popüler bir dergidir) ve Monthly Review dergisi yazarları gibi “Yeni Solcular” geliyor (başlarına bir şey geldiğini görmediğim). “Muhalifler (hempaları)” için ağıt yakan batılı “liberal” çevrelerin bu sosyalist muhaliflerden söz ettiğini ise hiç duymadım. Batının liberal demokrasisini kutsamayan, liberal değerlerini üstün hatta biricik görüp tapınmayan bu muhalif sosyalistlerin onların radarının dışında kalmasında garipsenecek bir şey yok.

Tekrar başa dönersem, Çin, devrimden (1949) sonra kurulan sanayi alt yapısını büyük ölçüde koruyarak, modernize ederek ve bilim-teknolojiye büyük yatırım yaparak sanayileşmeyi başardı. Çin’in yarı-sömürgeleşmesi hayali görenlerin aksine, bu ulusal kalkınma modeli temelinde bir sanayileşmeydi. Kendi teknolojisini ve sanayi altyapısını da üreten bir sanayileşme… (devam edecek)

VİETNAM’A DAİR
Daha önce Vietnam’a dikkat çeken bir-iki yazı yazdım. 19.06.2019 tarihli “ABD, Çin’i yanlış mı anladı” başlıklı yazımı “ABD, on yıl sonra Çin+Vietnam’la uğraşmak zorunda kalacak” diye bitirmiştim. AB ile Vietnam arasında geçen yıl imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması yakınlarda yürürlüğe girdi. Çin’in orta kalite mal üreten firmaları yavaş yavaş Vietnam’a yerleşirken Batı’dan da ciddi yatırım çekiyor. Bu yılki (düzeltilmiş) ihracat beklentisi 200 milyar doların üstünde. Çin’e ilgi duyan iktisatçı dostlara Vietnam’a özel bir ilgi göstermelerini öneririm. Bence yeni bir Çin doğuyor, üstelik Çin’in de desteğiyle…

24 Temmuz 2020 Cuma

Çin, ABD’nin yerini mi alıyor-2

19 Temmuz 2020 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır


ABD, “emperyalist hegemonya” amacıyla kuruluşuna ön ayak olduğu uluslararası kurumlardan çekilmeye başladı. Bir süre önce Unesco’dan çekilmişti. Geçen ay, “Çin için çalıştığı” gerekçesiyle, Dünya Sağlık Örgütünden (DSÖ) çekildi. Son günlerde, aynı gerekçeyle, Dünya Ticaret Örgütünden (DTÖ) çekilme niyetini açıkladı. Trump olduğu sürece, ABD’nin birçok uluslararası kurumdan daha çekileceğini düşünüyorum. ABD hegemonyasındaki aşınma Trump’la birlikte çözülmeye hatta çöküşe dönüştü. Bu yüzden, ABD, artık bu kurumlara sözünü dilediği gibi geçiremiyor ve istediği kararları çıkartamıyor. Yakın zamanda, “Çin için çalıştığı” veya “ABD’ye karşı çalıştığı” gerekçesiyle Birleşmiş Milletlerden (BM) de çekilme niyetini açıklarsa hiç şaşırmam. Çin’in artan nüfuzuna paralel olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığı da hissedilir ölçüde artıyor. Buraya kadar yazdıklarım az-çok bilinen şeyler. ,Bunları şu iki sorunun bağlamını oluşturmak için yazdım: (1) Bu kurumların Çin için çalıştığı veya Çin’i kayırdığı iddiasının gerçeklik payı var mı? (2) Çin, uluslararası kurumların kendi için çalışmasını ve nüfuzunu artırmanın araçları olmasını mı istiyor?

Bu iki soruya verilecek “evet” cevabı Çin’in oyunu ABD’nin kurallarıyla oynadığı ve ABD’nin hegemonyasını devralmaya hazırlandığı anlamına gelir; fakat Çin bu kulvarda yürümüyor. ABD emperyalizminin baskısı ve kısıtlayıcılığından bağımsızlaşmak için ve bir dünya gücü (dünya liderliği değil) olmanın ve çok kutuplu dünya tasavvurunun gereği olarak kendi uluslararası kurumlarını oluştursa bile, Çin, küreselleşmenin en önemli savunucusu durumunda. Çünkü bu kadar büyük bir ekonomi buna bir ölçüde mecbur. Tam bu noktada “Peki, nasıl bir küreselleşme?” sorusu akla geliyor. Çünkü hâlihazırdaki küreselleşme on yıldan fazladır oyunun kurallarını maniple ederek dünya pazarlarını Çin’e kapatabildiği kadar kapatmaya ve sıkıştırmaya çalışıyor. Çin’in savunduğu küreselleşme, kurallarını ABD’nin koy(a)madığı ve sistemle istediği gibi oyna(ya)madığı, kuralları dilediği gibi değiştir(e)mediği bir küreselleşme. Yani ortaya çıkış-varoluş gerekçeleri olarak dillendirilen ilkelerle tutarlı, aktörlerin eşit-adil bir şekilde var olabilecekleri bir kürselleşme. Kolayca görüleceği gibi, Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme ile ABD’nin dizayn ettiği-hegemonyasındaki küreselleşme aynı şeyler değil. Burada önemli bir noktayı daha not etmeliyim: Çin’in önerdiği-amaçladığı küreselleşme modelinin içeriği ekonomik ilişkilerden ibaret, siyasal bir içeriğe sahip değil.

Çin’in kurduğu ve geliştirdiği ekonomik ilişkilerle artan nüfuzu kaçınılmaz olarak uluslararası kurumlardaki ağırlığına da yansıdı. Peki! Çin’in uluslararası kurumlarda giderek artan ve ABD’yi bazı kurumlardan çekilecek kadar rahatsız eden gücü bize ne anlatmalı. Basitçe, ABD’nin bu kurumlardaki gücünü ele geçirip bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eden kurumlara mı dönüştürmek istiyor? ABD emperyalizmini tahtından indirip uluslararası kapitalizmin yeni hegemonik gücü mü olmak istiyor? Batı da böyle düşünenlerin -bu sorulara evet cevabı verenlerin- sayısı az değil. Fakat bu bakış açısı ABD’nin ve Batı kapitalizmi muhiplerinin yaydığı dezenformasyondan ibaret. Çin, bu kurumların kuruluş ilkelerine uygun çalışmasını, dolayısıyla ABD emperyalizminin etkisinden arındırmayı, istiyor ve bunu sağlamayı amaçlıyor. Çin, bu kurumları küreselleşmenin (sağlıklı) işlemesinden sorumlu yapılar olarak görüyor. Bu kurumları kendi çıkarlarına hizmet eden araçlara dönüştürmeyi amaçlaması savunduğu küreselleşmenin ilkeleriyle çelişir (ve ABD hegemonyasını devralma niyeti taşıdığına işaret eder).

Çin, hiçbir zaman “Dünya liderliği”nden (ki emperyalist hegemonya anlamına gelir) bahsetmedi. Bunu istemediğini de biliyorum. Son ÇKP kongresinde, bu düşünceye karşı “Çin’in adı emperyalizmle yan yana gelmemelidir” şeklinde ne kadar sert eleştiriler yapıldığının tanığıyım (ÇKP ruhundaki komünist müktesebat hafife alınmamalıdır). Bu “Dünya liderliği” niyetini, yanlış bir tanımlamayla “liberal”* diye andığımız, Batı kapitalizminin entelijensiyası uydurup Çin’e mal etti. Çin’in söylediği şey “Bir dünya gücü olmak. Dünya liderliği ise ancak belirli alanlarda olabilir; örn. küresel ısınmayla mücadele gibi”…

*Not: İktisatçı dostum Zhou’ya göre, bu zevatı liberal diye anmak yanlış bir tanımlama. Bunlar Batı kapitalizminin kültürel iktidarını-hegemonyasını üreten paralı askerler. Batı sermayesinin çeşitli vakıfları, dernekleri, kurumları aracılığıyla destekleniyorlar. Türkiye ve diğer az gelişmiş ülkelerde (ve tabii ki Çin’de) gördüklerimiz ise bunların yancıları. Solcu takılmaları ise mecburiyetten, bir nevi itibar meselesi. Yoksa söylediklerini kimse ciddiye almaz. Liberal deyince benim aklıma ABD’de Michael Moore, Ralph Nader; Türkiye’de ise Cüneyt Ülsever, Cem Toker gibi İslamcı faşizme baştan beri cephe alan, saygınlığından kimsenin kuşku duymadığı insanlar geliyor, yukarıda bahsettiğim paralı askerler ve onların yancılar değil.