20 Aralık 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır
Önceki yazımda, bu hafta
“Çin komünizmi” üzerine yazacağımı belirtmiştim. Birkaç bölüm sürecek bir yazı
olduğu için yeni yıla erteledim ve memleketin bu kasvetli günlerinde buralardan
yılbaşı havasına uygun eğlenceli bir şeyler yazmak istedim.
Çin kültürünün benim için en
etkileyici özelliği olan şükran duygusu ve saygıyı doğayla kurdukları ilişkide
de gözlemliyorum. (Çin dinlerinde Doğa bir tanrıdır). Doğadaki birçok hayvan ve
bitki-sebze Çinlilerin olağan yiyecekleri arasında yer almasına rağmen,
(bizdeki yağmacılığın aksine) türün devamlılığına gösterilen özeni doğaya
şükran ve saygının ifadesi olarak görüyorum. Yanımdaki kafeste duran Karabatak
kuşlarının bu görüşüme itirazı olabilir ki; bence de haklılar. Kuşlardan biri bana
öyle bir bakıyor ki, gagası bağlı olmasa, sanki ağzını açıp bu itirazı dile getirecekmiş
ve “Bizi kafeste gördüğüne şaşırdın mı?” diye soracakmış gibi bir hali var.
Nasıl şaşırmam; Karabatak gibi insandan fazlasıyla uzak duran bir kuşun kafeste
işi ne… Hem de göz teması kurarak, sanki sorguluyormuş gibi bakıyor. Bu
bakıştan gözlerimi kaçırmadıysam, klinik psikoloji uzmanlığımdandır.
Çin’de ne zaman yolum bir küçük
kent-kasabaya düşse pazaryerini mutlaka gezerim. Özel bir şey aradığımdan değil
ülke kültürü hakkında çok şey barındırdığı için ilgimi çekiyor. Bunlar, köylülerin
sadece kendi ürünlerini sattıkları pazarlar. Bambu kafes içindeki bu dört Karabatak
kuşu da bu pazarın bana sürprizi. Önce, etraftaki ördek ve tavuklar gibi pişirilmek
için satıldığını düşündüm. Satıcının bir alıcıya yaptığı “Ağzından balığı yüz
defa da alsan, yine dalar. Hiç düşünme al” kabilinden “ürün promosyonuna” ve
bir kuşun “değişim değeri” için yapılan kıran kırana pazarlığa tanık olunca,
Çin hakkında bilmediğim bir şeyi daha öğrendim.
Satıcıya “Bu kuşlarla ne
yapıyorsunuz?” diye sordum. “Gazeteci, TV’cu musun? Belgesel mi çekeceksin?” diye
karşılık verdi. Meğer daha önce bir Batılı TV kanalı
“Karabatak kuşuyla balık avlama geleneği” hakkında bir belgesel çekmiş. Belli
ki o belgesel için aldığı paranın tadı damağında kalmış ve bir belgeselci (balık)
daha yakaladığını sandı. Ne de olsa adam Karabatak kuşu yetiştiricisi… Gazeteci
olmadığımı söyleyince, biraz bozuldu ve başından savmak ister gibi “Al bir tane,
sana ucuza veririm” dedi. “Ne yapayım onu” deyince, “hediye edersin” dedi.
Sanki Kanarya satıyor… Belli ki gazeteci-TV’cu olmadığıma inanmadı ve “kuşu belgesel
çekeceğin balıkçıya hediye edersin” demek istedi.
Anlaşıldığı üzere, kuşların
o kafeste olmalarının nedeni (insan-doğa ilişkisine ticaretin bulaşmasıyla oluşan)
bir “marjinal sektör” için “meta” haline gelmiş olmaları. Bahtlarına düşen ise,
göl ve nehirlerde balık avlamak için kullanılmak. Ava çıkmadan önce hayvanın boğazı
bir iple bağlanarak iyice daraltılırmış ki yakaladığı balığı yutmasın. Su altında
yakaladığı balığı yutmak umuduyla su üstüne çıktığında, yutmak için cebelleşirken,
balıkçı hayvanı sala çekip ağzından balığı alırmış. Sömürünün de bu kadarı… Kuş
da olsan kahrından ölürsün. Arada bir boğazındaki bağı çıkarıp bir balık yutmasına
izin verirlermiş ki açlıktan bitap düşmesin ve yutabileceğine dair yanılgısı devam
etsin. Bu kuşlar oy kullanabilseler, bu algılama-muhakeme yetisiyle kesin AKP
seçmeni olurlardı.
Aralarından başına geleni anlayıp
suya dalmayı reddeden kuşlar da çıkarmış. Balıkçı balık tutması için saldan
suya atsa bile, isteneni yapmaz ve aldırış etmeden suyun üstünde yüzermiş. Bunlara
sınıf bilinci kazanmış proleter Karabatak diyebiliriz. Haliyle, bunlar bizim
kuşlar oluyor. Yani sistemin nasıl işlediğini gören ve sömürüye baş kaldıran Karabataklar.
Bunlar makbul kuşlar değil. O yüzden sonları genellikle tencerede bitiyor. Çünkü
bu hayvanların “bizim kuşlar” gibi zeki olanı değil yakaladığı balığı
yutabileceği umuduyla suya sürekli dalan köle ruhlu yarım akıllısı işe yarıyor.
Sonuç olarak, Karabatak kuşu
sömürüsüne dayalı “bir nevi (Çin’e özgü) kapitalizm” diyelim. Buralardan ekonomi-politiğe
bir katkı olsun…

