13 Temmuz 2015 Pazartesi

Uygur Bölgesinde yaşananlar

12-13 Temmuz 2015 tarihlerinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır


Gördüğüm kadarıyla, Çin hakkında bildiklerinin çoğu batı basınının dezenformasyonundan ibaret olan bazı Türk gazetecileri (bazıları kendini solcu olarak tanımlıyor) Uygur bölgesinde yaşananları çözdüler. Ben konuyu yazmakta galiba biraz geç kaldım.

Buralara ilk geldiğim yıllarda Çin’i anlamak benim açımdan çok kolaydı. Tanık olduğum her şeyi batı aklının yayınlarından edindiğim yanıltıcı-çarpıtılmış ezberi kullanarak açıklayabiliyordum. Aklım sonradan karıştı; Çin’i ve Çinlileri yakından tanıdıkça ezber de karaya oturmaya başladı. O gün bugündür, Çin’i merak edenlere ve anlamaya çalışanlara “İşe zor olandan; yani batı ezberini ve beyaz adam aklını bir tarafa bırakarak başla. Yoksa Çin’de aradığın her neyse, onu mutlaka bulursun” diyorum.

Velhasıl, konuyu Çin devlet politikaları ve ÇKP aklına yer vererek yazmamın nedeni Çin’i övmek veya yermek, desteklemek ya da karşı çıkmak değil yaşananların doğru anlaşılmasına katkıda bulunabilmek.

Basının bahsettiği (olduğunu iddia ettiği) sorunları birkaç başlık altında topladım.

Oruç, İbadet, giyim-kuşam

Bu konuda ortalıkta dolaşan sorunlara maddeler halinde kısaca cevap vereceğim. Asıl anlatmak istediğim sorunun arka planı:

− Çin’in her yerinde, her türlü dini (Taoist, Budist, Hıristiyan vs) sembol, ritüel ve inanç ifadesi kamu görevlileri ve yöneticilerin tümüne yasaktır, sadece Müslümanlara değil.

− Çocuklara 18 yaşından önce dini eğitim verilmesi yasaktır. On sekiz yaşını dolduran ergen isterse dini eğitimi kendisi alır. Resmi olarak böyle bir yasak olmasına rağmen, hiç kimseye yanında çocuğunu bir Budist tapınağına veya Kiliseye götürdüğü ya da camiye götürüp birlikte namaz kıldığı için bir ceza verildiğini duymadım.

− Devletin izin ve onay verdiği yer, kurum ve kişiler dışında kimse dini eğitim veremez. Amaç, dini güvenilir dini otoriteler ve dini eğitim merkezleri aracılığıyla kontrol altında tutmak, politik alan dışında kalmasını sağlamak.

− Öğrencilere oruç tutma yasağı sadece 18 yaşından küçükleri kapsıyor ve çocukların dini eğitim almasını yasaklayan uygulamadan kaynaklanıyor. Bu yaştan büyük olanların tuttuğu oruçla kimse ilgilenmez.

− Kadınlar için giyim kuşam yasağı: Yasak sadece burka gibi yüzü de örten geniş kesimli giysileri içeriyor. Yetkililer bu giysilerin tanınmayı imkânsızlaştırdığını ve saklanma ve silah-patlayıcı taşıma amacıyla kullanıldığını söylüyor. Bence, köktendinci yobazlığa karşı “tam saha presin” de bu yasakta etkisi büyük.

Öncelikle, resmi olarak ateist bir devletten söz ettiğimizi bilmeliyiz. Dine karşı sert tutum yirmi beş yıl kadar önce yumuşatılmış. Şimdi din kendini ibadet ile sınırladığı ve politik alana girmeye çalışmadığı sürece, ÇKP için sorun teşkil etmiyor. Bu sınırı ihlal ettiği an, düşman sınıfına girmesi ve “Falun Gong”un başına gelenleri yaşaması kaçınılmaz (başka bir yazıda anlatacağım).

Uygur bölgesinde yaşanan sorunlar da dinin el-kaide vs gibi radikal İslamcı yapılar aracılığıyla politikleşmesinden kaynaklanıyor. Resmi kaynaklar beş yüz kadar Uygur’un bu radikal yapılar safında Afganistan, Irak ve Suriye’de savaştığını söylüyor. Bölgedeki karışıklıkları çıkartanları da bu radikal yapılarla bağlantısı olanlar veya onların uzantıları olarak görüyorlar. Sayıları fazla olmamakla birlikte, son birkaç yıl içinde yüzlerce insanın ölümüne neden olan olaylar çıkardılar ve çok vahşiler. Malum, bu köktenci yapılar “Müslüman değilse, düşmandır ve katli vaciptir” kadar basit bir düşman tanımına sahipler. Hatta bir örgütün bir diğerini yeteri kadar Müslüman bulmadığı için düşman saydığı ve savaş açtığı yapılardan bahsediyoruz. Dolayısıyla, Çin’i ve Çinlileri de (resmi ve sivil) Uygur bölgesinde bağımsız bir İslam devleti kurmak uğruna savaşılması gereken düşman kabul ediyorlar.

Bugüne kadar çıkan bütün olaylar bu köktenci yapıların memurlara ve sivil Hanlara (Çinli) saldırması ve çok sayıda insanı öldürmesiyle başladı. Bu kitlesel saldırılardan sonra ÇKP’nin bu gruplara karşı tavrı sertleşti ve küçük bir olaya bile çok sert karşılık vermeye başladı. Destek verdiğini ve ilişkisi olduğunu düşündüklerine karşı baskıyı artırdı (o yüzden son iki yılda bölgeden yurtdışına kaçışlar arttı). Böylece, bu yapılanmaları halktan ayrıştırmayı, uzaklaştırmayı başardıklarını, en azından epeyce yol aldıklarını düşünüyorlar. Bu tespit sanırım büyük ölçüde doğru. Bunda, Çin’in uyguladığı bu kapsamlı ayrıştırma politikası kadar Uygurların bu radikal grupların kendilerini nereye sürükleyeceğini ve sonlarının Afganistan’dan beter olacağını görmüş olmalarının da payı var.

Zorla kürtaj, tek çocuk sınırlaması

Çin’de zorla kürtaj yapıldığına dair haberler batının kara propagandasından ibaret. Tek çocuktan fazlası için zorunlu giderleri (eğitim vs) devlet karşılamaz ve bazı para cezaları vardır. Bu sınırlamanın gerekçeleri burada halka çok iyi anlatılabilmiş. İki katına çıkmış nüfusu barındırmaya yetecek kaynaklara sahip olmadıklarını ve böyle bir artışının bedelinin “bir kez daha açlıktan kırılma” olabileceğini iyi biliyorlar. Zaten iki-üç çocuk için hevesli pek kimse de yok.

Uygur bölgesinde ise bambaşka bir gerçek, bir pozitif ayrımcılık söz konusu. Çin anakarası içinde tek çocuk sınırlamasından muaf tutulan tek ulus Uygurlar. Kentlerde iki çocuğa, kırsal bölgelerde ise dört çocuğa izin var. Uygur bölgesi (1) zaten nüfus yoğunluğu düşük bir bölge. (2) Halkın iki/dört çocuğu yeterli bulacağını ve daha fazla çocuk istemeyeceğini veya aileleri bu sayıda çocukla yetinmeye ikna etmenin kolay olduğunu düşünüyorlar. Böylece, sorunu bu halkın çocuk konusundaki hassasiyeti, kültürel değerleri ve dini inançları ile çatışmadan çözmenin yolunu bulduklarına inanıyorlar. Göründüğü kadarıyla, bu çözüm yolu sorunsuz çalışıyor denebilir.

Eğitim konusu

Uygurlar ana dillerinde eğitim görürler. Bu arada Çinceyi de öğrenirler. Ana dillerinde eğitim görmeleri fakat sınavın Çince olması nedeniyle, üniversite giriş sınavında bir pozitif ayrımcılık uygulanır ve olası dezavantajı gidermek için ek puanlar alırlar. Bu ek puanlardan yararlanmak uğruna, her yıl yanlış bildirimde bulunan ve evraklarında sahtecilik yapan Çin’in başka bölgelerinden öğrenciler yakalanıyor. Buna rağmen Uygurlar arasında üniversite eğitimi alanların oranının düşük olduğu söyleniyor.

Göç ve pasaport

Çin’de iç göç bildiğim kadarıyla halen izne tabi. Aslında uygulamada artık sadece “Şu şehirde şu işte çalışmaya gidiyorum. İşte evraklarım” kabilinden bir bildirimden ibaret (tabi ki can sıkıcı). Fakat özerk bölgelerden (Uygur bölgesi, Tibet, HK gibi) Çin’e ve bunun tersine göçler için prosedür biraz daha farklı ve uzun. Devlet, bölgede sorun çıkaran yapılarla ilişkisi olduğunu bildiklerine veya kuşkulandıklarına uzun zamandır iç göç izni ve pasaport vermiyor.

İç göç izninin bu kadar sıkılaşmasında Uygurlar ile Çinli işçiler arasında yaşanan birkaç olayın da payı var. Bu olaylardan biri bizim eyalette yaşandı. Bir Uygur göçmen aynı fabrikada çalıştığı diğer Uygurlara “Çinli işçilerin bir Uygur kadına tecavüz ettiklerini” söylemiş. Bir köşede kıstırdıkları birkaç Çinli işçiye hep birlikte saldırmışlar. Sonuç: İki ölü. Sonraları, kışkırtmanın nedeninin mesai ücretlerindeki farklılık olduğu anlaşıldı.

Göç izni alamamak sadece sıkı araştırma engeline takılan “bazıları” için geçerli bir sorun. Yoksa Çin’in özellikle Shenzen, Guangzhou, Tianjin, Shanghai ve diğer gelişmiş ve çok kültürlü şehirleri Uygur firmaları ve “Uygur lokantaları” ile dolu. Lokantaların müşterileri de çoğunlukla Çinliler.

Peki, sorun ne

Bence sorun nüfus yapısını melezleştirme politikasıyla ilişkili. Uygur bölgesine yıllar içinde çok sayıda Çinli göç ettirilmiş. Zaten yüzyıllardır o bölgenin insanı olan Hanlara bir de göçmenler eklenince Çinli nüfus epey artmış. Baştan beri devletten destek gören, bir ölçüde kayırılan bu nüfus özellikle kapitalist yoldan kalkınma politikalarının uygulanmaya başlanmasıyla birlikte zenginleşmişler. Dolayısıyla, bölgede ağırlıkları da artmış. Zenginleşme daha ilk bakışta anlaşılabilecek bir fark ortaya çıkarmış: Artık şehirlerin yoksul tarafında (çoğunlukla) Uygurlar, zengin tarafında ise Hanlar yaşıyor. Köktendinci yapılarla ilişkisi olanlar ve saldırılarda yer alanların neredeyse tamamı yoksullar, özellikle en yoksullar arasından çıkıyor. Uygurlar arasında da zenginler var ama sayıları Çinlilerle karşılaştırıldığında çok az sayılır.

Zenginliğin ağırlıkla Hanlar elinde toplanmasında Uygurların ÇKP’ye/devlete uzak durmaları, bir ölçüde ret edici olmalarının payı olduğunu düşünüyorum. Bölgede partiye yakın olan, ilişkileri iyi olan Uygurların da destek gördüğü ve zenginleştiği bir gerçek.

O bölgede doğup büyümüş bir arkadaşım iki halk arasındaki ilişkilerin de sınırlı-sorunlu olduğunu anlatmıştı. “Çinliler ile Uygurlar birlikte iş yaparlar, birbirlerinden alış-veriş yaparlar ama bunun dışında bir şey konuşmazlar. Yani samimiyet geliştirmezler” demişti.

Gerek Çin devlet aklı (ÇKP), gerek Çinliler hakkında ırkçı veya milliyetçi tanımını kullanmak bu terimlerin anlamını fazla zorlamak olur gibime geliyor. Irkçılığın, Çinlilere ve Çin kültürüne yabancı olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen, bu nüfus yapısını değiştirme politikasında ısrarcı olmaları pek anlaşılır gibi değil. “Kaleyi içeriden de fethetme” politikası karşılarına yeni sorunlar çıkarıyor. Aynı politikayı şimdi HK’da da uyguluyorlar ve burada da bazı sorunlar baş gösterdi. Dolayısıyla, bu politikanın özellikle Uygurlar gibi Çinliler hakkındaki yargıları çoğunlukla olumsuz, küçümseyici, bir ölçüde ırkçı sayılabilecek bir ulus için daha büyük sorunlara yol açması şaşılacak bir sonuç değil.

Yeri gelmişken yazayım: Uygurlara karşı milliyetçi, ayrımcı gözle bakan ve konuşan bir Çinliyle karşılaşmadım. Ama Çinlilere ırkçı, küçümseyici, aşağılayıcı gözle bakan ve “Onlar Çinli. Köpek yiyorlar (oysa orada yaşayanlar yemiyor). Boş ver şunları, değer verme. Onlar Türk değil Müslüman değil” diyen çok karındaş (Uygur) ile karşılaştım.

Soruna ulusların kaderlerini tayin hakkı açısından bakılabilir ama ortada böyle ciddiye alınabilir bir talep yok. Ayrılmak ve bağımsız bir devlet olmak isteyenler nüfusun çoğunluğunu da temsil etmiyor, hatta sayıca çok az sayılırlar. Zaten bir özerk bölge ve kendi yerel parlamentoları var.

Ayrılık talebi olan ve bütün bu olayları çıkaran iç içe geçmiş, birlikte hareket eden iki grup var. Birisi bildiğimiz radikal İslamcılar; diğeri ayrılık-bağımsızlık talebini ilk dile getiren milliyetçiler. Ne olduklarını anlamak için ilk grubun Irak’ta yaptıklarına bakmak, ikinci grubun (milliyetçiler) Turan kardeşlerinin Maraş, Çorum ve Sivas’ta neler yaptığına bakmak yeter. Oralarda yaptıklarını ellerine fırsat geçtiğinde Uygur bölgesinde de yapıyorlar.

Velhasıl, memleketin her şeyi bilen gazetecileri haybeden demokrat kesilmeden ve Çin’e üst perdeden atıp tutmadan önce neye alet olduklarını ve kime destek verdiklerini de bilseler iyi olur.

Çin’in sorunu nasıl gördüğü üzerinde fazla bir şeyler söylemeye gerek yok. Gazetelerde sürekli açıklamaları yayınlanıyor. Kısaca, batılı emperyalistlerin Çin’i istikrarsızlaştırma politikasının bir parçası olarak görüyorlar. Hızla gelişen ve büyük bir güç haline gelen Çin’in emperyalizmin çıkarlarını tehdit ettiğini, bu nedenle Emperyalizmin Çin’i zayıf bulduğu noktalarından istikrarsızlaştırmaya çalıştığını düşünüyorlar.


Olmayan bir sorunu yaratmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini kavrayabilecek kadar sağlam bir akla sahip oldukları için sorunu yaratan veya kaşıyan kendi hatalarını da görebiliyorlar ve hızla düzeltiyorlar. Treni sallayarak sanki hareket ediyormuş algısı oluşturmaya kalkışmak Çin devlet aklına uygun bir şark kurnazlığı-akılsızlık değil. Bir sorun varsa, üzerinde uzun uzun çalışırlar ve mutlaka çözerler. İnsanları savaş uçaklarıyla bombalatmak ve çoluk çocuk hepsini paramparça ettirmek çözüm seçenekleri arasında asla yer almaz…

12 Temmuz 2015 Pazar

Guruluk müessesesi

5 Temmuz 2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

“Hayatın sırrına ermiş bilgeler”, “Mistik âlemin efendileri” olarak parlatılan Hindu gurulardan söz ediyorum. Buradaki (HK) Hintli dostum Roger’a göre ise “sivrisinek uzmanları”ndan…

Roger’ı on yıl önce tanıdığımda ortalama dindar bir Hindu idi. Sekiz yıl önce ciddi bir enfarktüs geçirdi. Birkaç ay sonra sıkı bir ateist olarak döndü. Hastanede yatarken yaptığı sorgulamalar onu dinden çıkarmış. Din kurumuna, özellikle iyi bildiği Hinduluğa, karşı tutumu düşmanca desem yeridir. Hindu gurular hakkındaki değerlendirmesi şöyle: “Aylak kurnazın biri bir gün evinden kaçıp dağa gidiyor. Bir mağarada sivrisineklerin içinde bir iki yıl geçiriyor. Geri döndüğünde, hayatın sırrına erdiğini söylüyor. İnsan mağarada ne öğrenir? Ancak sivrisineklerle birlikte yaşamayı öğrenir, sivrisinek uzmanı olur”.

Benim gurular hakkındaki düşüncem ise biraz farklı: Kanaatimce, Hindu geleneği onlara çok şey borçlu. Yoksa insanoğlunun yarattığı en büyük ve sofistike palavra külliyatı olan Hindu mistisizmi nasıl yaşayabilir ve gelişebilirdi? Ayrıca hepsi evdeki sorumluluklardan kaçan aylaklar arasından çıkmıyor. İçlerinde eğitimli aylaklar da var.

Roger, ısrarıma rağmen ünlü guruyu dinlemeye gelmedi. Paraya kıyıp gittim ve beklediğim gibi “işlene işlene epey incelik kazanmış bir şarlatanlık” ile karşılaştım.

Klinik psikoloji araştırmalarıyla uzun zaman geçirmiş olmama rağmen, insan'da hiç duymadığım bazı ruhsal enerjiler; evren'de ise bazı yaşam enerjileri olduğunu (bak, onları da duymamıştım) ve mutlu, huzurlu ve ahenkli bir yaşam için onlarla etkileşim içinde olmamız gerektiğini bilmiyordum, öğrenmiş oldum.

Metafizik âleminin sırrına ermiş bir mürşit edasıyla konuşan guru, hayatın bu mistik enerjilerin toplamı olduğu kabilinden bir şeyler söyleyerek mevzuyu bağladı. Doğrusu, bütün metafizik anlatılar gibi gayet sofistike bir bağlamaydı. Mistik inançlarla ruh sağlığı arasındaki zararlı ilişkiye çokça tanık olduğumdan olsa gerek, ilkel-büyüsel inanç sistemiyle yoğrulmuş o akıl bulandırıcı-ağdalı içerik bende alerji yapar. Bu yüzden, o enerjileri bulma ve etkileşme işinde ben yaya kaldım.

Bence, ünlü guruların çevresinde onların zırvalarını kafası karışık beyaz adamın arayışlarına tevil eden bir pazarlama ekibi var. İçine psikoloji, felsefe ve hatta astronomi ve kuantum fiziğinden esintiler üflenerek zırva epeyce işleniyor, çektikçe uzayan bir çamur kıvamına getiriliyor ve aklı bulanık modern çağ insanının varoluşsal sorularına karşılık olarak sunuluyor. Arka plandaki o büyük sofistike palavra külliyatı bu mistifikasyon için gerekli malzemeyi fazlasıyla sağlıyor.

Piyasanın beklentilerine uygun olarak revizyona uğrayan ve “modern-mistik” inanç sistemi haline gelen Hindu geleneği, mevcut semavi dinlerin vazettiklerini ”banal” bulan orta sınıfların ve sorularına o dinlerde anlamlı cevaplar bulamayan kafası karışık küçük burjuvaların ayrıcaklı dini. Bir eski dostun deyişiyle, “Kapıcısının, temizlikçisinin tanrısına biat etmeyi zül kabul eden bazıları için dolar bayılarak sahip olabilecekleri bir janjanlı din”.

Batı dünyası da birçok alanda gurular üretiyor. Beni ilgilendirenler sadece “şu iletişim gurubu”,”bu danışma ekolü”, “yaşam koçluğu” vs adı altında boy gösterenler. Birkaç haftalık uyduruk psikoloji eğitimi (çoğunda o da yok) ile eğitmenlik mertebesine erişen, bazıları ciddi psikopatoloji taşıyan guru müritleri ortalıkta cirit atıyor.

Kapitalist toplumun insanların kendilerini anlamlı, değerli bulma duygularında boşluklar oluşturduğu (ve o boşluğu tüketerek doldurmalarını istediği) bir dünyada yaşıyoruz. Guruluk mesleği erbabı da insanların harcadıkları parayla, satın aldıklarıyla, tükettikleriyle dolduramadıkları böyle boşlukları doldurma umudu vaat eden açıkgözler gibime geliyor. Bunların fayda etmediği, bazen sapıttırdığı yerde ise onarım işleri ruhiyatçılara düşüyor.

Yine o eski dostun bir dileği ile bitireyim: Hare Krişna! Çakralarınız her daim açık, Kundalini enerjiniz 3 bin volt olsun…