22 Aralık 2014 Pazartesi

Komünist–feminist kadın imamlar

21 Aralık 2014 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Bir Çin TV kanalında, Çinli kadın imamlar eğlenceli bir dille bölgelerinde (Ningxia) yaptıkları “kadın sorunu”na ilişkin çalışmaları anlatıyorlar. Öyle ilginç şeylerden bahsediyorlar ki, kaçırmamak için uzun zamandır ilk defa pür dikkat TV izliyorum. Türkiye’de “kadın hoca” diye bilinen kadınlar burada “imam” (veya Çince ahong) diye anılıyor. Şakacı, sevecen halleri ve samimi ve sıcacık gülümsemeleri insanın içini ısıtıyor.

Memleketteki bazı kadın/erkek hocaların tavırlarındaki kibir, yüzlerindeki haset, nefret ve ceberut ifadeyi gördükçe, aklımdan bu zorba ruhlu zevatın dillerinden düşürmedikleri zebaniden rol çaldığı geçerdi. Yine de zebaniye haksızlık etmeyeyim. Çünkü bugüne kadar bir hırsıza fetva hizmeti verdiğini duymadım. Bu zevat ettikleri lafları eninde sonunda “öbür dünya”ya bağlayıp cehennem korkusu salıyordu. Öbür dünya hakkında (hem de sanki oraya gidip gelmiş gibi) üfürmeseler, zaten kimse ne onları ne de ettikleri lafları ciddiye alır.

Memleketteki hoca takımı ile buradakiler arasında ciddi bir müktesebat farkı var. Buradaki kadın hocalar, erkek aklının kadınlar aleyhine yarattığı dünyevi sorunlardan bahsediyor ve kadının toplumsal statüsünü yükseltmenin mücadelesini veriyorlar. Yani, memlekettekilerin aksine, öbür dünya ile değil bu dünyanın adaletsizlikleri ile ilgileniyorlar. Bunların cehennem korkusu salarak dünyevi iktidar inşa etmek gibi bir gayeleri yok.

Çalışmalarını kadın camilerinin sınıflarında yürütüyorlar (kadınlara özel camiler Çin Müslümanlığının bir ayırıcı özelliğidir). Görevleri şunları içeriyor: Dini bilgileri, yasaları, yasaların kadınlara sağladığı koruma ve hakları, sosyal bilimlere ilişkin bazı temel bilgileri ve devletin etnik ve dini politikalarını öğretmek. Aile planlaması politikasına uygun eğitim vermek de görevleri arasında. Sınıfta, yerel aile planlanma kurumunun yayınladığı bilgiler asılı ve bir cam dolap içinde ücretsiz kondomlar var (Türkiye’de cami müştemilatına kondom koyanın başına acaba neler gelir).

Görüldüğü üzere, aslında kadınlarda farkındalık oluşturmaya yönelik bir temel eğitim veriyorlar. Arkaik erkek aklının kadına ödül diye sunduğu “kutsal annelik rolü zindanı” bu kadınların ilgisini çekmiyor. Bunun yerine, yakın zamanda kamusal alanda daha fazla var olmanın çalışmasını yürütüyorlar. Ne de olsa akıllarına komünist ve feminist esintili bazı fikirler üşüşmüş. Komünistlikleri ÇKP’nin rahle-i tedrisinden geçmiş, onayını (sertifika sınavı) ve desteğini almış olmalarından geliyor. Yani kerameti ÇKP’den menkul bir komünistlik. Feministlikleri ise amaç ve eylemlerinden, çalışmalarından geliyor.

Kendi de bir kadın imam olan bir yerel yönetici pragmatik ÇKP aklının politikasını şöyle özetliyor: “Kadın imam sayısındaki artış Müslüman topluluklarda kadının sosyal konumundaki iyileşmenin ve farkındalık yükselmesinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Öncelikle, özellikle inanan kadınlarda farkındalık oluşmalı. Kadın hakları ve cinsiyet eşitliği konusuna sıra ancak bundan sonra gelebilir”.

Arada bir haksızlık ettiğimi düşündüğüm ÇKP aklı, geleneksel İslam anlayışının (yani erkek aklının) yarattığı sorunların ancak kadınlar eliyle çözülebileceğini 20 yıl kadar önce görmüş ve ilk adımları atmış. Bu konudan TV’deki bu program sayesinde yeni haberim oldu. Bence, kapalı denebilecek bu geleneksel topluluğun modern toplumla buluşması için sarf edilen önemli bir çaba. Umutluyum; çünkü ÇKP aklı bir şeye el atmışsa, başarı şansı en az yüzde ellidir.

Ningxia, Çin’in orta-kuzey kısmında yer alıyor. Sayıları iki buçuk milyonu bulan Müslümanlar nüfusun yaklaşık yarısını oluşturuyor. Asıl merak ettiğim konu, en yakın Müslüman toplumundan iki bin km kadar uzak bu iç bölgede yaşayan Çinlilerin nasıl Müslüman oldukları…

7 Aralık 2014 Pazar

Çinliler ne yer

7 Aralık 2014 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Bu soruya kestirmeden gidip “dört bacaklı olan her şeyi yerler, masa hariç” diye bir cevap vermek mümkün. Lâkin yemek mevzuu öyle aceleye gelmez, sindire sindire gitmek lazım. O yüzden ağır gidip baştan alayım.

Çin’e ilk gelişimdi. Otele vardığımda açlıktan fırın delecek haldeydim. Şu ahir ömrümün ilk gençlik yıllarında açlıkla yeterince terbiye olduğum için artık açlığa tahammülüm çok az. Otelin açık büfesinde sos içinde iri doğranmış soğanla karışık etleri görünce açlığım daha da arttı. İlk lokmayı aldığımda, ağzıma hem biraz tatlı, hem bol baharatlı, hem de benim için fazla acı bir tat geldi. O anda, gözümü bu kadar karartan ve yanılmama yol açan açlık hissi denilen o eski düşmana düşmanlığım depreşti. Benim salça zannettiğim o sos meğer bambaşka bir şeymiş.

Otel görevlisine şu bildik hamburgercileri nerede bulabileceğimi sorgu sual ediyordum ki, bir Rus yardımsever “Daha iyisi var, Çin barbeküsü çok iyi” dedi ve önerdiği yerin kartını verdi. O soslu yemekler benim için ne kadar fenaysa, mangal da o kadar şahaneydi.

Gittiğim lokantada havuzdaki balıkların yanı sıra, kafesler içinde tavuktan tilkiye kadar akla gelebilecek bir sürü canlı hayvan vardı. Müşteri hayvanı seçiyordu, onlar da kesip hazırlıyordu. Üstelik tilkiyle tavuğun kafesleri yan yanaydı. Tilki arada bir tavuğa hamle yapıyordu ve yakalayamadığı için sinirden kafeste dört dönüyordu. Tavuğu kafesten aldıklarında (pişirmek için) pek celallenmişti. Nereden bilsin az sonra aynı şeyin kendi başına da geleceğini. Bir ara, arkamdaki kafeste tıslayan kocaman yılanı fark edince korktuğumu gören garson beni en uzak masaya almıştı.

Yemeğin yanında, ince rulo halinde sarılmış, kıtır kıtır bir yiyecek gelmişti. Limon suyu içinde gayet güzel, adeta çerez gibi bir şeydi. Yedim ama ne olduğunu anlayamadım. Garsona sorduğumda, balık derisi olduğunu söyledi. On beş yıl kadar önce bilmiyordum ama artık biliyorum: Tarih boyunca defalarca kıtlıktan kırılan Çinliler yenebilir hiçbir şeyi israf etmez, süt ürünleri hariç-peynir ve yoğurt yemezler. Batı dünyası bile önceleri kedi-köpek maması yapmak için kullandığı domuz kulakları ve tavuk ayaklarını artık Çin’e satıyor.

Sadede geleyim (oteldeki o sosa), soya sosu, şeker/bal, sarımsak, zencefil, karabiber, acı biber ve kereviz yaprağı (ve birkaç yerel baharat) Çin mutfağının demirbaş bileşenleri. Bunlar çoğu yemeğin sosunda bir araya geliyor ve midemin kaldırmadığı bir tat ortaya çıkıyor.

Çoğu yemeği hâlâ yiyemesem de, artık Çin mutfağını tanıyorum. Çinli dostlarla bir araya geldiğimizde aynı yemeğin iki çeşidini yapıyoruz. Şekeri ve kereviz yaprağını çıkarıp soya sosunu azaltınca benim için sorun çözülüyor. Bu kadar yemek muhabbetinden sonra basit ama tipik bir Çin yemeği tarifi vermeden olmaz.

Acılı Szechuan patlıcan:
Malzeme: 4 patlıcan, 100gr doğranmış et, 3 diş sarımsak, 6 kaşık yağ, 2 kaşık acı biber salçası, 1 kaşık susam yağı.
Marine ve sos malzemesi: 1/4 çorba kaşığı tuz, 1/4 kaşık karabiber, 1/2 kaşık mısır unu, 1/4 bardak tavuk suyu, 4 kaşık soya sosu, 1 kaşık üzüm sirkesi, 1 kaşık toz şeker, 2 kaşık mısır unu.

Hazırlık:
Marine: Eti, tuz ve karabiber ile karıştırın ve 20 dak. bekletin.
Sos: Tavuk suyu, soya sosu, sirke, şekeri karıştırın ve mısır ununu ilave edip çırpın.
Patlıcanları 1,5-2cm kalınlığında yuvarlak kesin. Sarımsağı doğrayın.

Pişirme:
Kavurma (Çin) tavasına 3 kaşık yağ dökün. Yağ kızdığında, patlıcanları koyun ve yumuşayana kadar pişirin. Pişen patlıcanı kâğıt havlu üstüne alın.
Kızgın tavaya tekrar 3 kaşık yağ dökün. Sarımsakları koyun ve hafifçe kavurun. Eti ilave edin ve renk değiştirene kadar pişirin. Eti tavanın kenarına itin, hazırladığınız sosu tavaya dökün ve koyulaşana kadar karıştırarak bir süre kaynatın. Koyulaşan sosa acı biber salçasını katın ve karıştırarak 2 dak. daha kaynatın. Sonra, patlıcanları da ekleyin ve üç dak. pişirin. Susam yağı ilave ederek karıştırın.

23 Kasım 2014 Pazar

Süpernova gözlemleri ve dua ile uçan gemiler

23 Kasım 2014 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanan yazının genişletilmiş halidir


Karanlık Madde’nin kâşiflerinden bir gökfizikçi “4 Percent Univers” adlı kitapta teleskopla bir süpernova gözlemi yaptıkları sırada uzayın derinliklerinde bir cami gördüklerinden söz ediyor. Tam olarak “kandil”den bahsediyor ama kandil dediğin zaten camide/minarede olur… Aklımdan “yerseniz” demek geçiyor ama BirGün okurları bunu yemez. Fakat İslam tarihine methiye dizmek için yalan yanlış ne bulsa atlayan zevat yer. Onların prof. olanlarının bile aklı bilgi ile değil derme çatma tarih bilgisiyle İslam’a güzellemeler dizen destan, efsane ve hurafelerle formatlandığı için bu yazdığımı da pekâlâ yerler. Tarihe güzelleme yapmaya başladığında, o artık gerçeklikten uzaklaşır, tarih olmaktan çıkar ve destan veya efsane haline gelir. Sonra da kasaba kahvesi münevverlerinin dilinde “ecdadımız cihana medeniyet ihsan etti” kabilinden palavraya dönüşür.

Malum, araştırmak ve sorgulamak “öğrenmekle malul” bir akla sahip olanlar için geçerli. Doğuştan her şeyi bilen özel yaratılmışların öğrenmek gibi fuzuli bir işle ne işi olur ki… Olur da akıllarına bir şey takılırsa, bilimsel kaynaklara değil şaşmaz ve yanılmaz dini kaynaklara başvuran ulemanın üfürmelerine itibar ederler. Böylece, Amerika’yı bile yeniden keşfederler. Müslüman dediğin zaten ya fatih ya da kâşif olur. Bakın efendimiz hazretlerine, dünyaya alay konusu olmak pahasına, hepi topu iki Necip Fazıl şiirinden ibaret müktesebatıyla tarihi yeniden keşfediyor. Doğrusu, herkeste bulunmayan öyle bir cesaret… Aydınlanma çağı gerisinde kalmış bu akıl için insanın “Vah vah!” diyesi geliyor.

Aynı keşfi daha önce başkaları da yapmış ve derslerini alıp oturmuşlar. Bunlardan ilki, Youssef Mroueh’in “Precolumbian Muslims In The Americas” adlı makalesi. İkincisi, sonradan Müslüman olan (eski Katolik) Panamalı Abdullah H. Quick’in “Muslims in the Caribbean Before Columbus” adlı yazısı. Çok destan okudum ama bunlar kadar eğlencelisini görmedim.

Yazılarda eğlence malzemesi olacak çok şey var ama birkaç tanesi ile yetineceğim. Yazarların bahsettiği Moorlarla (İspanyol veya Kuzey Afrika Müslümanları) ticaret doğru. Fakat Moorlarla ticaret yapanlar Caribbeanlar degil Canarianlar. Yani Kanarya adaları yerlileri. Hem de Amerika’dan çok uzakta, Mali açıklarında. Yazarlar paranın bulunduğunu söylüyor ama orijinal kaynakta bu paraların sonradan üretildiği/sahte olduğu yazıyor. Yazılar, Küba adının Kâbe’den geldiği gibi bir sürü saçmalıkla dolu.

Bu yazarlara göre, Arap coğrafyacı Al Sharif al İdrisi (1097-1155) “Al İdrisi Coğrafyası” adlı çalışmasında bir grup Kuzey Afrikalı denizcinin Portekiz’den yola çıkıp Amerika kıtasına ulaştığından bahsediyormuş. Denizciler 11 gün kuzeye gittikten sonra havanın yarı karanlık olduğu, büyük dalgaların yükseldiği türbülanslı sulara ulaşmışlar. Kaybolduklarını düşünüp yön değiştirmişler ve bu defa 12 gün güneye ilerlemişler. Böylece Atlantik okyanusunu sadece 23 günde geçmişler (hem de Kuzey-Güney yönünde zik-zag çizerek) ve işte Allah’ın hikmeti… karşılarında Amerika kıtası. İşte buna Müslüman’ın iman gücü denir. Buranın Amerika Kıtası olduğunu ise sadece o kıtayı yeniden keşfedenler söylüyor, onların palavrası.

Üç gün zincire vurulduktan sonra, dördüncü gün kral yanında bir Müslüman Arap tercümanla gelmiş ve orada ne aradıklarını sormuş. Bir Arap tercüman olduğuna göre, demek ki Müslümanlar bu kıtaya çok daha önceleri gelmişler. Diğer Arapların bu kıtadan nasıl haberleri olmamış, hayret. İnsan okyanusun diğer tarafındaki din kardeşlerine bir haber uçurmaz mı hiç. Hele Ay’da bile duyulan ezan sesinin okyanusu aşamaması olacak şey değil.

Bu adamlara en iyi cevabı “The Muslim Discovers of America” kitabının yazarı Frederick W. Dame veriyor: “Bir fizik doktoru olan Youssef Mroueh’in cömertçe söylediği yalanlar akademik dünyaya ve temel araştırma ilkelerine hakaret sayılır. Amerika’daki bazı yerlere Arap-İslam kaynaklı adlar uydurmak için söylediği yalanlarla saygınlığını yitirdi. Kendi isminin bile Arap-İslam kaynaklı olmaması (Yahudi kaynaklı) ona kaderin bir oyunu olmalı”.

Amerika’nın yeniden keşfi ta Çin’e kadar uzanıyor. Çin tarihi benden sorulduğu için gerçekleri yazmak üstüme vazife sayılır.

Song Hanedanı memuru Zhou Qufei 1178 yılında yazdığı Lingwai Daida (Sınır boyunca geçtiğim yerlerde gördüklerime dair) adlı kitabında Müslüman denizcilerin "Mu-Lan-Pi" diye bir yere ulaştıklarını belirtiyor. Aynı yıl, Çinli yazar Circa da Sung belgesinde (Song hanedanı resmi evrakı) bu bilgiye rastladığını söylüyor. Bu bölgenin Amerika kıtası değil İspanya olduğu artık biliniyor. Müslümanların Amerika kıtasına 1178 yılından önce ulaştıkları zırvası işte bu kaynaklara dayanıyor. Zhou Qufei’nin bu bilgileri edinebilecek dış kaynaklarla hiç teması olmamış; ne limanda çalışmış ne de yurtdışına gitmiş. Nereden bildiği tam bir sır (bence kaynağı Sung belgesi). Belki o da doğuştan her şeyi bilen özel yaratılmışlardandır.

Bir de Zheng He (1371–1433) adlı bir Çinli Müslüman kâşif var. Bu denizci zabit Müslüman denizcileri keşif amaçlı seferlere göndermiş. Denizcilerin Amerika kıtasına (aslında İspanya veya Kanarya Adaları) ulaştığını varsayan denizcilik tarihçisi Gavin Manzies, bu zatın kitabını “1421–Çin’in Amerika’yı keşfettiği yıl” diye reklam etmiş. “Piri Reis Amerika’yı 1513 yılında haritada tam olarak gösteriyor; çünkü bu bilgileri o Müslüman Çinlilerden aldı” gibi bir şeyler yazmış. Bu kadar saçmalamasına gerek yoktu; zira Kolomb’dan 20 yıl sonra o haritayı ben bile çizerdim. Piri Reis de zaten bilgileri Kolomb’un çizimlerinden ve anlattıklarından aldığını yazıyor.

Burada insanların aklı karıştı. Bana “gemileri Amerika’ya karadan mı yürütmüşler” diye soruyorlar. “Yok, hava araçlarıyla göndermişler” diye cevaplıyorum. İslam uygarlığı bu, hava aracı nedir ki… Bir dua ile bütün gemileri okyanusun öbür tarafına uçuruverirler. Olmaz öyle şey demeyin. Öyle mübarek insanlarla karşılaştım ki, kendi anlattıklarına göre, gaipten gelen bir “kapat gözlerini” komutu ile bir anda Kâbe’ye uçmuş ve Hac farizasını ifa edip yine aynı yolla geri dönmüşler. Bunu yapabilen bir güç gemilere Atlantik’i mi aşırtamayacak…

23 Eylül 2014 Salı

İnşaat ya yüce Tao

21 Eylül 2014 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Bir eski zaman anarşisti olan Tao efendimizin ilgileneceğini bilsem yazının başlığını “Medet ya yüce Tao!” diye yazardım. Belki eylediği himmet aşkına Taoist bile olurdum. Zira bu inşaat işlerinden artık bezdim. Ben kaçtıkça o peşim sıra geliyor. Ben yokken yine yakınıma gelmiş.

Bir aydır HK’tan uzaktım. Geri döndüğümde, üç yıldır oturduğum sokakta bir an “acaba yanlış sokağa mı girdim” şaşkınlığı yaşadım. Ben Çin’deyken sokağın başındaki on iki katlı binayı yıkmışlar. Yerine kırk katlı bir dev dikeceklermiş.

Buraya geldiğimden beri bu şehir enine ve dikine büyüyor. Bazen buraya ilk geldiğim zamanlarda geceleri olta attığım ve el ayak çekilen saatlerde “derdimi ummana döktüğüm*” sahillerde dolaşmaya çıkıyorum. Fakat benim özlediğim o okyanus kıyıları artık yok: Denizi doldurdular ve üstüne kırk katlı binalar diktiler. Denizi doldurmak bu şehirde fazladan yer kazanmanın en ucuz yolu.

Mantar gibi biten 40-80 katlı binaları gördükçe, bazen aklımdan “nüfus geometrik artmıyor, gelir de öyle. Peki bu kadar bina ne işe yarıyor” diye bir soru geçerdi. Ne de olsa serde Türklük var… Birkaç ay önce okuduğum ve inşaat lobisi marifetiyle yapıldığını düşündüğüm bir haber bu soruma kısmen cevap oldu. Haber, Çin’e gelen firma sıyısının giderek arttığından, HK’un bu
firmalar (ve Çin firmaları) için üs haline geldiğinden ve firmaların ofis bulmakta zorluk yaşadıklarından bahsediyordu. Ekonomiden anlamasam da, haberin “yatırım için ofis satın alın” mesajını anlayabiliyorum. Yoksa kimsenin ofis bulmakta zorlandığı falan yok.

HK’da en iyi yatırımın gayrimenkul olduğu söylenir. Bazen HK ahalisi sanki sadece para kazanmak/biriktirmek ve gayrimenkul satın almak için yaşıyormuş gibime gelir. Bizim sokaktaki Çinli bakkal dost bu yaşta günde en az 18 saat çalışarak biriktirdiği para ile bir ev daha satın almış. Haberi verirken sevinçten gözleri parlıyordu. “Bu yaşında artık dünyayı gezmeye de biraz zaman ayırsan” dediğimde, “burası HK” dedi, burada hayat böyle der gibi. Ömrünün geri kalanını artık banka kredisini ödemek için harcarsın demek geldi dilimin ucuna.

Şehrin on yıl önceki hali daha sakin ve güzeldi. Herşeyin yenisi için deli olan HK aklının elinden kurtulan eski alanlar, ada tarafındaki “Stanley Market” ve Kowloon tarafındaki Jordan bölgeleri. Bu yerler turist akınına uğruyor. İnşaat firmaları bu bölgeleri ucundan kıyısından dişlemeye kalksalar bile, fazla yanaşamıyorlar. Burada öyle imar dalavereleri, yasa oyunları, zorbanın ve açgözlü aile efradının talan aşkı ile bir bölge imara açılamaz. Burası hırsız uğursuzlar için yağmacılık yapmaya uygun bir yer değil.

Velhasıl, burada inşaattan kaçış yok. Böyle giderse şehri elli yılda bir yıkıp yeni baştan yapacaklar. Ne de olsa doldurulacak kocaman bir okyanus var. Artık üretimi olmayan ve ekonomisi inşaat, finans ve kısmen ticarete dayalı “bir şehrin hikayesi” işte…

KOKULU ŞEHİR
Mine Kırıkkanat son iki yazısında İstanbul’un lağım koktuğundan bahsetti. İstanbul’dan yeni dönen bir Çinli arkadaşım çekinerek “İstanbul lağım kokuyor. Bizi deniz kıyısında bir yere götürdüler ama kokudan yemek yiyemedim” dedi. İçimden bu “Yeni Türkiye”nin kokusu demek geldi… Şu haliyle bile b.k kokan bir şehir daha büyüdüğünde kokmakla kalır mı acaba. Şehirden yayılan b.k kokusunun malum yağmacıların ruhuna sineceğinden eminim. Dünya’da “B.k kokan şehir” diye tanınması çok yakındır, hem de bu hale gelmesinden sorumlu olan o hırsız uğursuzun adıyla birlikte…

*Şerif İçli’nin hicaz bestesi: Derdimi ummana (engin deniz) döktüm.

13 Temmuz 2014 Pazar

Göster amcaya pipini ya da muhafazakâr terbiye

13 Temmuz 2014 tarihinde BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır


Bu yazı “Hong Kong’a faşizm gelir mi?” olacaktı ama laf uzadı ve bir sonraya kaldı. Yine de cevap vereyim: Buraya faşizm falan gelmez. Faşizm için objektif koşullar dışında bir de sübjektif koşullar gerekli ki; işte onlar burada yok. Başımızda, siyasi danışmanı Goebbels, ekonomi danışmanı Rasputin olan ve “muhafazakâr terbiye” ile yetişmiş (bence ergen kalmış) “İdris Amil” kılıklı bir bitirim zorba yok.

Bu zevatla “terbiye” aynı cümlede geçince ben bile irite oldum. Lakin, esasını “göster amcaya pipini, dost-düşman görüp gıpta etsin” içerikli “erkek edep”i oluşturan ve bu adamların ilkel meşreplerini ifşa eden “muhafazakâr terbiye”lerinden söz ediyorum. Bu “edepli erkek” davranışları, büyüklerinden aldıkları muhafazakâr terbiyeleri.

O büyüklerinin yerini şimdi zorba aldı ve siyasi hayatları zorbanın onlara verdiği “pipi gösterme vazifesi”ni ifa ederek geçiyor.

Baksanıza, akademik titrine bakıp adam sanacağın zevat bile sahiplerinden bir aferin kapmak için dünya âleme o terbiyelerini sergiliyorlar.

Sergiledikleri terbiyelerine karşılık umarım bizden bir “maşallah!” beklemiyorlardır. Onu, sahipleri olan zorbadan alıyorlar.

Enselerine bir şaplak atıp “Maşallah, koç gibi!” dediği benim bile kulağıma geliyor. Galiba (vebali boynuna), kullarının terbiyelerine gıpta ediyor…

Bu hırtların insanlara mide bulandırıcı gelmelerinin nedeni de, davranışlarının işte bu kadar “edepli” olması. Açıklamaları, övünmeleri, sırıtmaları, vs. hepsi “aha gösteriyorum, hasetten ölün” der gibi.

Sinir bozucu olmak için özel bir çaba harcadıklarını biliyorum ama ne yaptıklarının ayırtındalar mı, ondan emin değilim. Onlar gibi “edep” sahibi olmayan insanlarda uyandırdıkları mide bulantısını, zafer kazandıklarına dair kanıt olarak görüyorlar. Çünkü davranışları hakkında içgörüden yoksunlar; içgörü gelişmiş insanların özelliğidir.

Sinir bozucu olmak amacıyla, özellikle (akademik titri bile olsa) cahillikleri ve hırtlıkları yüzüne yansımış tipleri kullanıyorlar: Hem sıfatındaki ifade, hem kişilik özellikleri açısından en nasipsiz olanları. Yani hiç konuşmasalar veya eli kolu bağlı adama tekme atmasalar bile, sıfatlarındaki bönlük ve nefret ifadesini görmenin yeterince asab bozucu olduğu adamlar.

Hani “insanın ruh güzelliği yüzüne yansır” derler ya, işte bunlarda olmayan şey o. Tanrının yüzlerine bir parça nur serpiştirmekten bile imtina edip “aman, çıksın aradan” diyerek baştan savdığı, yüz ifadelerini ve ruhlarını oduna eşdeğer kıldığı hırtlar. Akılları başkalarıyla alay etmeye yetmediği halde, alaya aldıklarını, ezdiklerini, küçümsediklerini zanneden zekâsı 6 yaş seviyesinde donup kalmış debiller.

Akılları yeter de bu nasipsizlikleri hakkında bir şey söylemek isterlerse, onlara bu cömertliği yapan ve davasını güttükleri tanrıya söylesinler. Tanrının vebalini ödemek de biz kullarına düştü…

Bunların muhafazakâr terbiyesinde, insanın sadece bir gücün/birilerinin amaçları için bir “araç“ olarak değeri vardır. Yoksa insana, “insan varlığı” olduğu için değer vermezler. Dolayısıyla, bu gerilik bataklığından kendine ve diğerlerine saygısı olan, benlik değeri sağlıklı adamlar çıkmaz. Saygının ne olduğunu bilmeyen, saygı yerine korku (ve biat) dilini konuşan, değersizlik duyguları içinde kıvranan ve güçlüyle/zorbayla sembiyotik ilişki sürdüren yanaşmalar çıkar. Bu tipler çoğumuz için sinir bozucu olsalar da, zorbanın ihtiyaç duyduğu “dava neferi şaplak oğlanları” olarak çok kullanışlıdırlar. Enselerine bir şaplak atıp “Koçum benim!” dediğinde, değer gördüklerini zannederler ve zorbanın gözüne daha fazla girmek için debilite ve arsızlıkları tavan yapar.

En fenası (ve debilite kanıtı) ise, “muhfazakar terbiye” dedikleri geriliklerini “milletin değerleri” kisvesi altında makbul kılmaya çalışmaları…

11 Haziran 2014 Çarşamba

Mal Beyanı

AŞAĞIDAKİ MAL BEYANI VE BORCA İTİRAZ TAMAMIYLA GERÇEKTİR


....        ....... İcra Müdürlüğü’ne
                                   İstanbul
Dosya No: ......./..........
Tarih:....../........../.........

KONU: Mal beyanım ve borca itirazımdır.

............... Dosya no ile Müdürlüğünüz tarafından hakkımda icra takibi başlatıldığı bildirilmiştir. Ödeme emri tarafıma ..../........./.........  tarihinde tebliğ edilmiştir.

..............’a olan bu borç artık bana ait değildir. Bu nedenle, icra takibinin durdurulmasını ve borcun devlet eli ve zoru ile gerçek borçlulardan tahsil edilmesini istiyorum.

Borcun kime ait olduğuna gelince; birkaç ay önce ifşa olan ‘malum hırsızlık/yolsuzluk olayları’nda ayan-beyan görüldüğü üzere, benim cebime girmesi gereken miktarı bazı hırsızlar çalmış olup, halkın çoğu gibi ben de bu nedenle yoksullaştım. Dolayısıyla, bu borç artık bana ait olmaktan çıkmıştır; o hırsızların hanesine yazılması gereken bir borç haline gelmiştir. Benim bu borcu ödeme gücüm yoktur. Üzerime kayıtlı taşınır taşınmaz bir mal olmadığı gibi, bankada param da bulunmamaktadır. Buna rağmen, bu borcun ödenmesi için alacaklıya önerebileceğim bir yol vardır. Bu hırsızların çaldıklarından benim payıma düşen, benden istediğiniz ödemenin en az on katı olduğu malumunuz olup, alacaklının bu parayı hırsızlardan tahsil etmesini öneririm (hırsız diye kastettiklerim alacaklı olduğum kişiler sınıfında olduğu için). Bu parayı onlardan tahsil etmeye benim gücüm yetmiyor ama belki alacaklının gücü yetebilir. Borcumu çok fazlasıyla karşılayan bu paranın tamamından feragat ediyorum. Fazlasını, İmam Hatip Lisesi yaptırmak için ayakkabı kutusunda saklayacak banka müdürlerine verebilirsiniz. Benden yana helal olsun ve çalıntı parayla İmam Hatip Lisesi yaptırmanın sevabı da ilgililerin sırtına yüklensin. Hırsızların kimliğine dair tarafımdan bilgi talep edilmesi durumunda, bilgim ve görgüm dâhilinde baş hırsızdan son hırsıza kadar tüm hırsızların adını uzun bir liste halinde müdürlüğünüze ileteceğim.

Gereğinin yapılmasını arz ederim,

Saygılarımla,


                                                                                              Kamuran Kızlak

9 Şubat 2014 Pazar

Çin yeni yılı, Lily’nin yılı

09 Şubat 2014 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Burada 31 Ocak’ta “Çin yeni yılı” başladı (At yılına girdik). Hong Kong tenhalaştı. Çin’de ise sanki insanlar buharlaşıp gitti. Shenzhen’in o kalabalık caddeleri, insan seli akan metrosu, yabancıların ceplerinden cüzdan ve telefonlarının çekildiği, sahte elektronik ürünlerle kandırıldıkları o kocaman pazarlar bomboş kaldı. Shenzhen, diğer sanayi kentleri gibi bir göçmen şehri ve o işçiler şimdi bir aylığına evlerine gittiler. On beş gün süren ve bir tür kutsal festival olan yeni yılı kutluyorlar.

Yeni yıl buralarda çok önemlidir. Önceki yıla ait her şeyin sıfırlandığına ve yeni bir dönemin başladığına inanılır. İnsanlar eskisinden daha iyi bir yıla ve yaşama başlamak için iki ay boyunca bir sürü hazırlık yapıyorlar. Bütün ev tadilâtları bu iki ay içinde yapılır, evlilikler çoğunlukla yeni yılın hemen öncesinde olur, önemli kararlar bu arada alınır ve yeni yılda uygulanır vs.

Bir “eski dost”un yeni bir yaşama başlama kararı ve attığı adım benim için bu yılın sürprizi oldu. Bu dost "serbest meslek icracılığı"ndan yerleşik esnaflığa geçiş yaptı.

Tanışıklığımız biraz eskiye gidiyor. İki yıl kadar aynı sokakta oturduk. İki yıl önce ben oradan taşındım. O günlerde zamanının çoğunu piyasa araştırması yapmakla geçirdiği için benimle zaman kaybetmek istemezdi. Ta ilk karşılaşmamızdan (“Tarihe kayıt düşen sektör” başlıklı yazı) beri benden haz etmediğini düşünürdüm; fakat yanılmışım.

Her gördüğümde Qui’nin “ayrılışı” için benim haneme de bir şeyler yazdığı hissine kapılırdım. Haberi vermek için kolumu tutup durdurması ve buz gibi bir sesle “Ona değer verdiğini biliyordu. Kalbinde sana derin saygı besliyordu. O yüzden bilmeni istedim” deyişi halen gözümün önünde.

Son iki yıldır çok az görüştük. Eski evimin bulunduğu sokaktaki arkadaşları ziyarete gittiğimde karşılaşırdık arada bir. Beni çoğunlukla Ralf ile birlikte gördüğünden, bana iletmesi için geçenlerde ona bir zarf bırakmış iki gün içinde (yeni yıldan önce) iletmesini de rica ederek. Sürpriz o zarftan çıktı: 31 Ocak günü açılışa çağıran bir davetiye.

Evimin birkaç yüz metre arkasında kalan Jordan bölgesinde bir Çin lokantası açmış. Açılışa Ralf ile birlikte gittik. Bizi gördüğüne sevindi. Burası HK’un gerçek Çin bölgesi ve nispeten ucuz bir yer. Başta cüzdanı ince batılılar olmak üzere, gerçek Çin yemekleri, deniz ürünleri yemek isteyen herkes buradaki onlarca lokantadan birine gelir. Şimdi burada Lily’nin de küçük bir yeri var. İki kişi birlikte açmışlar. Başta kabuklular olmak üzere yemeye doyamadığım envai çeşit deniz ürünü ve Çin mantıları yapıyorlar. Ne zaman gitsem dolu ve siparişlere yetişmekte zorlanıyorlar.

Geçen akşam uğradığımda etraf biraz sakinleşmişti. Ben midye, deniz salyangozları ve biraya yumulmuşken, o gelip masaya oturdu. Bunca yıldır tanırım ama benimle ilk defa sohbet etmek istedi. Bir ara, “Bu hayat benim değil. Kimin hayatını yaşadığımı bilmiyorum” diyen ve dünyayı bırakıp giden ortak arkadaşımız Qui’yi andık, derin derin iç geçirdik. Gideli üç yıl olmuş…

Laf arasında “işler nasıl” diye sordum. Yaptığım izansızlığı başını eğip “ben kalkayım, işler bekliyor” dediğinde anladım. Oysa sadece işlerinin nasıl gittiğini merak etmiştim; fakat bu sorunun geçmişi o ana sürükleyen bir tarafı var.

Serbest meslek icra ettiği günlerde ne zaman karşılaşsak bu soruyu o bana sorardı, ben de ona. Sorunun onun için ne anlama geldiği malum... Nasıl bir çam devirdiğimi fark ettim ve onun utancıyla özür diledim. “Ok la!” (tamamdır, geç gitsin) deyip kesti attı, “Bir daha olmasın” der gibi...

2 Şubat 2014 Pazar

Dünyanın tek ‘komünist köyü’…



“Euro krizi” nedeniyle işsizliğin ve yoksulluğun en çok etkilediği Avrupa ülkelerinden biri olan İspanya’da, bir köy bütün bunlardan etkilenmeden yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Her şeyin taban demokrasisi ve komün ilkeleriyle idare edildiği köy “yeni bir ütopya”ya yolculuğun adresi gibi.

Akdeniz kıyısındaki Endülüs Bölgesi’nin Sevilla kentine bağlı Marinaleda köyündeki komünün kurulması 1980’e kadar uzanıyor. Franco faşizmin yıkılmasından sonra yapılan ilk serbest seçimleri köyde Kolektif İşçiler Birliği- Endülüs Sol Cephesi (CUT-BAI) kazanıyor.

Madrid’de yaşayan bir aristokrata ait topraklarda gündelikçi olarak çalışan Marinaleda’lı köylüler, “Tarlalarda kim çalışıyorsa, tarlalar onundur” diyerek, kamulaştırılması için eylemler yapmaya başlamışlar. Başlarında ise öğretmenlikten gelen ve halen köyün belediye başkanı olan Juan Manuel Sánchez Gordillo vardır. 1250 hektarlık tarlaların kamulaştırılmasını talep eden köylülerin açlık grevleri, gösteriler, yürüyüşler, polis saldırıları, tutuklamalar vs. şeklindeki mücadelesi yıllarca sürmüş, ama onlar hiç yılmamışlar. Çünkü, gündelikçi olarak çalışmak onlar için kölelikten başka bir şey değildir. Aldıkları ücretler geçimlerini sağlamaya yetmediği gibi, yaşanılmaz halde olan barakalarda kalmak zorundaydılar.

Kararlı mücadelenin sonucunda Endülüs Bölge hükümeti 1991 yılında toprakları aristokrattan alarak kamulaştırır ve Marinaleda köylülerin kurduğu kooperatife devreder.

O günden bugüne köyde her şey bu kooperatif üzerinden yürütülüyor. Bugün 2 bin 600 nüfuslu Marinaleda’daki evlerin duvarlarında çok sayıda slogan yer alıyor. En çok da “Ütopyaya yolculuk” yazılmış. Bir duvarda ise “Sermayeye karşı sosyal savaş” yer alıyor. Belediyenin ambleminde ise “Barışa giden bir ütopya” yazıyor.

Yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz.

12 Ocak 2014 Pazar

Rakı, portakal ve Çinli leydi

12 Ocak 2014 tarihli BirGün Gazetesinde yayınlanmıştır

Portakal soyma eğitimimi rahmetli paşa dedemin ecnebi cariyelerinden almamış olsam, TV’de gördüklerimden sonra elimdekini hemen bırakır ve bir daha soymaya da tövbekâr olurdum.

Niyetim portakalı rakı’ya meze yapmaktı fakat o arada bir Çin TV kanalındaki “etiquette” (görgü kuralları) programına gözüm ilişince aklım karıştı. TV’deki “Çinli leydi” adayı (henüz eğitimini alıyor) kadın sanki portakal soymuyor da elmas işliyor. Öyle bir ince işçilik ki, insan ortaya çıkanın portakal değil de güzide bir sanat eseri olduğu yanılsamasına kapılıyor. Artık gözüme sıradan bir meyve olarak değil bir asalet etiketi gibi görünür oldu. Rakı gibi “sıradan” bir içkinin yanında böylesine zarafet ve asalet abidesi bir meyve nasıl olur bilemiyorum. Feridun Nadir’e mi sorsam acaba?

Anladığım kadarıyla öncelikli amaç portakalı yemek değil soymak. Asalet kendini galiba soyarken ifşa ediyor. Çatal bıçak kullanarak soymak için bu kadar zaman ve emek harcamanın nedeni herhalde budur. Bir de çatal bıçağı düzgün tutabilmeyi ve maharetle kullanmayı becerebilseler... Yemek çubuklarını büyüleyici bir estetikle kullanmaya alışmış parmakların çatal bıçağa uyum sağlaması belli ki uzun zaman gerektiriyor.

Elli yıl kadar önce “Biz de batılılar gibi çatal bıçak kullanmalıyız; çünkü hijyenik” diyen ÇKP tarihinin en pragmatik adamı Zhou En-lai (Co En-lay) hayalinin zengin sofralarının ayrıcalığı olarak gerçekleşmeye başladığını görse ne derdi acaba.

Eğitim veren okulun kurucusu HK’lu bir kadın yatırımcı. İsviçre’de bir “görgü kuralları okulu”nda aldığı iki aylık eğitimden sonra Çin’de kendi okulunu açmış. Şimdi görgü kuralları ve protokol, giyim zevki, sofra adabı ve iş görgü kuralları gibi eğitimler veriyor ve böylece zengin Çinli kadınlardan batılı leydi kopyaları yaratmaya çalışıyor. Yani, bir nevi batı kültürü pazarlamaya çalışıyor desem yanlış olmaz.
Okulun mottosu “Günümüzün modern kadını yeni ve hızla değişen dünyada ilk olarak eş, anne, kız evlat ve iş kadını rollerini üstlenmelidir”. Yani, kadını itaatkâr ev kadını ve özenli anne rollerine uydurmak için tasarlanmış basmakalıp “kadın eğitimi” söz konusu. Fakat batı kültürü ile cilalandığı için zenginlerden epeyce rağbet görüyor. Öyle bir rağbet ki “Çinli leydi” olabilmek için günlük 1600 dolar ödüyorlar. Bu miktar buralarda dört beş ailenin bir aylık kazancına eşdeğer.

Çinli aileler kız çocuklarının geleneksel zarafet, görgü kuralları eğitimi almasını isterler. Bu konuda kız çocuklarına eğitim veren okullar var. Fakat son yıllarda bu geleneksel okullara rağbetin azalmakta olduğu söyleniyor. Zenginlerin çocuklarını batı kültürüyle eğitim veren okullara göndermek istedikleri yazılıyor.

“Çin’e özgü kapitalizm” geçen otuz yılda zenginlerini yarattı. Eşyanın tabiatı gereği bu zenginler şimdi sınıfsal-kültürel olarak ayrışıyor. Zengin yaratmakta başarılı olan ÇKP bu sınıfın Çin zengini haline gelmesini sağlamakta pek başarılı sayılmaz. Zenginler arasında batı kültürüne ÇKP’yi bile rahatsız edecek düzeyde bir hayranlık gözlendiği biliniyor. Birçok zengin ise zaten batı ülkelerinde yaşıyor.

“Bu batı hayranlığının sebebi nedir?” sorusuna parti içinde nasıl bir cevap verdiklerini bilmiyorum. Bu konuda dışarıya yansıyan bir şey yok. İki de bir burjuva liberalizmine ve kültür emperyalizmine atıp tutmalarından başka bir şey okuyamıyoruz.

ÇKP içinde ağırlıkları gittikçe artan zenginler sınıfını parti içinde daha ne kadar tutabilecekler bakalım. İşin ucunda partinin anahtarını onlara teslim etmek de var.