20 Şubat 2023 Pazartesi

Çin'in modernleşme yolu ve gelişmekte olan ülkelere sunduğu referans

Modernleşme, Batı'da 15. yüzyılda, özellikle 18. yüzyılda Sanayi Devrimi'nden sonra, Keşifler Çağı'ndan itibaren başlayan önemli bir tarihsel süreçtir. Geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş, hızla gelişen bilim ve teknoloji ve giderek artan geçim kaynaklarıyla ekonomiyi hızla geliştirme özelliklerine sahiptir. İlk olarak birkaç Batı ülkesinde başlayan modernleşme tüm dünyaya yayılmış ve tüm ülkelerdeki insanların ortak özlemi haline gelmiştir. Çin modernleşmesi, Çin Komünist Partisi liderliğindeki sosyalist modernleşmedir. Batı ülkelerinin modernleşmesinde ortak olan unsurları içermekle birlikte, aynı zamanda, Çin bağlamına özgü özelliklere sahiptir.

Çin modernleşmesi, büyük bir nüfusun modernleşmesidir. Çin modernleşmeyi başarır ve yüksek gelir düzeyine sahip bir ülke haline gelirse, yüksek gelirli ekonomilerde yaşayan dünya nüfusunun yüzdesini iki katından fazla artırarak yüzde 16'dan yüzde 34'e çıkaracaktır.

Çin modernleşmesi, herkes için ortak refahı amaçlayan modernleşmedir. Batı modernleşmesi, Sanayi Devrimi'nden sonra büyük miktarda zenginlik yarattı. Fakat bu süreç, aynı zamanda, zengin ve yoksul arasında artan bir kutuplaşmaya da neden oldu.

Çin modernleşmesi, hem maddi hem de kültürel-etik ilerleme amaçlayan modernleşmedir. Batı, modernleşme sürecinde büyük bir maddi zenginlik üretilirken, kültürel-ahlaki yaşam geride kaldı. Çin bu sorunu kökten çözmeyi hedefliyor.

Çin modernleşmesi, insanlık ve doğa arasındaki uyumu içeren modernleşmedir. Batı, modernleşme sırasında doğaya büyük zarar verdi. Bu, Çin'in modernleşme yolunda kaçınmaya çalıştığı bir trajedidir.

Çin modernleşmesi, barışçıl kalkınmanın modernleşmesidir. Çin, Batılı ülkeler tarafından izlenen savaş, sömürgeleştirme ve yağma yolunu izlemeyecek.

Peki Çin, yukarıda belirtilen beş özellik ile modernleşmeyi nasıl gerçekleştirebilir?

Benim görüşüme göre, ulusun tarihsel mirası olan ilk özellik -büyük nüfus- dışında, Çin modernleşmesinin diğer dört özelliği ÇKP'nin gelişme arayışının sonuçlarıdır.

Diyalektik materyalizm dünya görüşüne göre, madde birincildir. Bu nedenle, gelişmekte olan ülke hükümetleri, ülkenin karşılaştırmalı avantajlarına dayalı bir piyasa ekonomisinde endüstrilerin gelişmesi için kolaylaştırıcı bir rol oynamalıdır. Karşılaştırmalı üstünlükler, belirli bir zamanda ana mal varlığı (ülkenin maddi temeli) tarafından belirlenir ve zaman içinde değişebilir.

Ekonomiyi karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak geliştirmek, birincil gelir dağılımında hem etkinliğin hem de adaletin gerçekleştirilmesine yardımcı olabilir. Verimli bir ekonomi hızla zenginlik yaratabilir ve adil gelir dağılımı ortak refah için sağlam bir temel oluşturabilir. Ayrıca, ekonomiyi karşılaştırmalı üstünlüklere dayalı olarak geliştirmek, hükümetin vergi gelirlerini artırmasına yardımcı olabilir. Bunun sonucu olarak, hükümet, korunmasız/dezavantajlı grupları desteklemek, bölgeler arasındaki servet uçurumlarını azaltmak ve yeniden dağıtım sürecindeki diğer sorunları çözmek için daha fazla mali kaynağa sahip olacaktır. Hükümet ayrıca, ortak refahı desteklemek için vergi teşvikleri (üçüncü dağıtım) yoluyla yardım ve kamu yararına faaliyetleri teşvik edebilir.

Ortak refah sağlandığında, bir toplum kültürel-etik ilerlemeyi destekleyecek sağlam bir maddi temele sahip olacaktır. Karşılaştırmalı avantajlar doğrultusunda gelişme, ortak refahı getirecektir. O zaman insanlar, sağlıklı bir doğal çevre gibi daha iyi bir yaşam için daha fazla özlem duyacaklar. Bir ülke karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak gelişirse, işletmeler değişime yatkın olacak ve üretimde yeşil teknolojileri kullanma konusunda daha istekli olacaktır. Böylece, insan ve doğa arasında bir birliktelik gerçekleşebilir.

Çin, diğer ulusların zenginliklerini yağmalamak yerine, ekonomisini sahip olduğu karşılaştırmalı avantajlara dayalı olarak ve hem yerel hem de uluslararası pazarların kaynaklarını kullanarak ve açık, adil bir küresel ekonomik ortamda rekabet ederek geliştiriyor. Bu nedenle, Çin'in gelişimi sadece kendisi için zenginlik yaratmakla kalmıyor. Aynı zamanda, Çin, devasa pazarını diğer ülkelere açarak onlara daha fazla kalkınma fırsatı sağlıyor ve böylece dünyanın barışçıl kalkınmasını teşvik ediyor.

Modernleşme tüm insanlığın ortak arayışıdır. Geçmişte, modernleşmeye giden tek yolun Batı ülkelerinin izlediği yol olduğuna inanılıyordu. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrasındaki uygulamalar göstermiştir ki, Batının yolunu izleyerek modernleşmeyi başarmış gelişmekte olan ülke yok denecek kadar azdır. Modernleşmeyi gerçekleştiren birkaç gelişmekte olan ülke, Batının modelini kopyalamadı.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra, tüm ülkeler modernleşme arayışındadır. Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkeler ile birkaç gelişmiş Batılı ülke arasındaki uçurum yıllar içinde giderek açıldı. 1900'de Çin'i işgal eden Sekiz Ülke İttifakı o zamanın en güçlü uluslarıydı; çünkü satın alma gücü paritesine göre ölçülen küresel ekonominin yüzde 50,4'ünü oluşturuyorlardı. 

Bir asır sonra, Sekiz Ülke İttifakı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun yerini Kanada'nın almasıyla G8'e dönüştü. 2000 yılında G8, Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) bazında küresel ekonominin yüzde 47'sini temsil ediyordu ve bu oran 1900'deki orandan yalnızca yüzde 3,4 puan daha düşüktü. Diğer bir ifadeyle, bir asırdır en sanayileşmiş bu sekiz ülkeyi yakaladıktan sonra, diğer tüm ülkelerin küresel ekonomideki ağırlıkları sadece 3,4 puan arttı.

Ayrıca, sanayileşmiş ülkelerdeki nüfus, gelişmekte olan ülkelere göre daha yavaş artmaktadır. Bunun sonucu olarak, gelişmekte olan dünya ile gelişmiş dünya arasındaki kişi başına düşen GSYİH farkı büyümektedir. Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu henüz modernleşmeyi başaramamış veya gelişmiş ülke saflarına katılmamıştır. Bu ülkelerde yaşayan insanlar gelişmiş ülkelerde yaşayanlara göre daha yoksul hale gelmiştir.

Gelişmekte olan ülkelerin çoğu modernleşmeyi neden başaramadı? Modernleşmeye giden tek yolun Batı'nın izlediği yol olduğuna inanıyorduk ve çoğu gelişmekte olan ülke bu yolu izlemeyi seçti. Batılı modernleşme modelini kopyalamak, yanlış bir modernleşme algısından kaynaklanmaktadır. Marx'ın tarihsel materyalizmine göre, Batılı ulusların sahip oldukları, iyi yaptıkları şeyler ve onlar için önemli olan şeylerin tümü ekonomik temelleri tarafından belirlenir. Batılı gelişmiş ülkelerle aynı ekonomik temellere sahip olmayan gelişmekte olan ülkeler, Batı modelini kopyalayarak modernleşme arayışında başarısız olmaya mahkumdur.

Buna karşılık, Çin'in modernleşme yolu, kendi modernleşme yolunu keşfetmekte olan diğer gelişmekte olan ülkeler için bir referans sağlamaktadır. Çin'in deneyimleri, gelişmekte olan ülkelerin endüstrilerini karşılaştırmalı avantajlarına yani sahip olduklarına (donanımlarına) bağlı olarak iyi yapabilecekleri şeylere dayalı olarak geliştirmeleri gerektiğini kanıtladı. Uzun vadede istikrarlı ve hızlı bir gelişme sağlamak için etkin bir piyasa ile etkin bir hükümet arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde ele alabilmeliler.

Kaynak: China Daily

Yazar: Justin Yifu Lin 

Prof. Dr. Justin Yifu Lin, Çin'in önde gelen ekonomistlerindendir. Halen Yeni Yapısal Ekonomi Enstitüsü Dekanı ve Pekin Üniversitesi Ulusal Kalkınma Okulu'nun Dekanıdır. 2008-2012 yılları arasında Dünya Bankası'nda Baş Ekonomist ve Kıdemli Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuştur.



6 Şubat 2023 Pazartesi

Türkiye seçime giderken elimizdeki örnek: Diktatör Marcos'un Filipinleri

Türkiye, son derece kritik, ülkenin kaderini belirleyecek bir seçime (aslında bir referanduma) giderken Trump, Bolsonaro, Duterte gibi “yeni Faşist”lerin (Trumpgillerin) yönetimi ve sonlarıyla bir benzerlik kurulmaya çalışılıyor, onlarla karşılaştırmalar yapılıyor. Oysa bu eksik, belki de hatalı bir karşılaştırma. Kanaatimce, bir karşılaştırma yapmak için doğru örnek Filipinleri 1965-1986 arasında yöneten faşist diktatör Ferdinand Marcos ve kurduğu rejim. Çünkü yukarıda anılan Trumpgiller mevcut anayasanın sınırlarını fazlasıyla zorlayan fakat o sınırları aşmayı başaramayan ve büyük ölçüde o sınırlar içinde olmak zorunda kalan “yeni faşist”lerdi. Oysa Marcos, tıpkı Tayyip Erdoğan gibi, anayasayı ve yasaları defalarca değiştirerek kendi faşist rejimini kuran bir diktatördü. (Not: Filipinler, üzerinde epeyce çalıştığım ve az çok bildiğim bir konudur. İlgi duyanlar için blogumda Filipinler ve Marcos ile ilgili çok sayıda yazı yer alıyor)

Marcos’un sonunu 1986 seçimini çeşitli hile ve baskı yöntemleriyle çalması getirdi (oysa bir önceki seçimi de çalmıştı; fakat ABD emperyalizmi için henüz kullanışlı bir kukla olduğu için göz yumulmuştu). Marcos seçimi çalarken Batı kenardan seyretti. Oysa kenardan seyretmek yerine, seçimi çalmasına engel olacak bazı girişimlerde bulunsalar, kendileri için artık “kurtulmak istedikleri bir sorun”a dönüşmüş olan diktatörden kolayca kurtulabilirlerdi. Dönemin ABD Filipinler Büyükelçisi Stephen W. Bosworth’un anıları ABD'nin Marcos’un seçimi çalmayı düşündüğünü bildiğini (en azından tahmin ettiğini) gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Marcos’un suç üstü yakalanmasını ve halk hareketiyle devrilmesini tercih ettiler. Bu aşağılayıcı sonu hazırlayan etmenlerden en önemlisi muhtemelen zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Aday olma” telkinini Marcos’un kabul etmemesidir. Seçim çalmak faşist Marcos rejimiyle memleketteki İslamo-faşist Saray Rejiminin bir diğer ortak özelliği, benzerlik noktasıdır.
AKP iktidarı-Saray rejimi göz göre göre, dünyanın gözü önünde iki seçim çaldı: İptal edilen 7 haziran 2015 seçimleri (onun yerine yapılan 1 Kasım 2015 seçimleri) ve 16 Nisan 2017’de yapılan Anayasa referandumu. 
7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşanan provokasyonlar-katliamlar aslında topluma dönük “Ya bize oy verirsiniz ya da canınız-yaşam hakkınız tehlike altında” tehdidir. Bu tehdidin toplumda güvenlik kaygısı, can korkusu yarattığı ve bu korkularla yani güvende olmak isteğiyle iktidara oy verdikleri görülüyor. Yaşananlar ve sonuçları herkesin malumu. O yüzden, bilinenleri burada tekrar etmenin anlamı yok. 
16 Nisan 2017'de yapılan Anayasa referandumunda, nerede ve hangi sandıkta kullanıldığı bilinmeyen 2,5 milyon mühürsüz oyun geçerli kabul edilmesiyle seçimin-referandumun sonucu değiştirildi. Bu oyların kimse tarafından kullanılmadığı, kaybetme riskine karşı AKP-YSK işbirliği ile önceden hazır edildiği anlaşılmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın kaybetmekte olduğu görülünce o 2,5 milyon sahte oy sisteme sokuldu ve oylama sonucu değilşirildi; referandum-seçim çalındı. Bu, o günkü YSK üyelerinin ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar büyük bir suçtur. Yeter ki üstüne gidilsin, araştırılsın.
Bu defa çalamayacaksın mesajı mı?
Son günlerde Batı ülkelerinin “terör saldırısı tehdidi” gerekçesiyle İstanbul’daki konsolosluklarını kapatmaları “7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşanan provokasyonların benzerine yani iktidarın-Saray rejiminin seçimi bir kez daha çalma girişimlerine izin verilmeyeceği ya da artık göz yumulmayacağı” mesajı olarak okunabilir. Konsoloslukları kapatarak “olası bir ülkeyi terörize ederek seçimi çalma” provokasyonunu ifşa ettiler, belki de boşa çıkardılar. İktidar kanadından gelen hırçın tepkiler bir suçüstü yakalanmışlık haline işaret ediyor.
Bu giriş-özetten sonra Filipinler konusunda daha yakından bakabiliriz.
Diktatörü devirmek ve beceriksiz düzen muhalefeti
Sanırım 2007 yılıydı, Filipinler diktatörü Marcos’u deviren “Halkın Gücü (veya Halkın İktidarı) Hareket”nin lideri ve Marcos sonrasının Devlet Başkanı Corazon Aquino’yu Manila’da o zamanki Başkan G. Macapagal Arroyo’ya karşı düzenlenen demokrasi ve anayasa mitinglerinden birinde konuşma yaparken görmüştüm. Joseph E. Estrada’nın Devlet Başkanlığı döneminde (1998-2001), Marcos’tan miras kalan devletin mafiyöz yapısı iyice güç kazanmış, bir anlamda mafya iktidar olmuştu. Gerçekte, Marcos devrilmişti; fakat kurduğu mafiyöz-faşizan devlet yapısı başta polis, ordu ve yargı olmak üzere neredeyse olduğu gibi yerinde kalmıştı. Bir kısmı Marcos döneminde yaratılan bir kısmı ise o dönemde semiren zenginler sınıfı (oligarşi) halen olduğu gibi duruyordu ve siyasetteki ağırlığını da koruyordu.
O günlerde, ülkedeki mafyanın da başı sayılan Başkan Estrada görevden alınmış ve yerine yardımcısı Arroyo geçmişti. Başkan yardımcısı olarak Arroyo, aslında olup bitenlerin suç ortağıydı. Ülkede yükselen protestolar ve huzursuzluk karşısında çareyi muhalefete ve topluma baskıyı artırmakta buldu. Aquino’nun konuşma yaptığı Manila’daki o miting bu baskılara dönük protesto gösterilerinden biriydi.
Aquino’yu o mitingde konuşma yaparken görünce hissettiğim şey öfkeyle karışık acıma duygusu oldu. Altı yıl ülkeyi yöneten birinin düştüğü bu durum içler acısıydı. Başkanlığı döneminde yapabileceği çok şey varken neredeyse köklü-radikal hiçbir değişim yapmamıştı. Marcos’un yarattığı-sebep olduğu “failed state” (başarısız-çökmüş devlet) yerinde kalmıştı. 
“Failed state” Filipinler
Marcos, Nisan 1986’da NY Times’a verdiği röportajda “En büyük arzum, barış içinde Ilocos Norte'ye (doğup büyüdüğü yer) dönmek ve orada yaşamak ve ülkemde normale dönüşün bir parçası olmak” demiş. Bu normale dönüş, kolayca tahmin edileceği gibi, Marcos rejiminin-diktatörlüğünün bir şekilde devamı anlamına geliyor. Başka bir röportajında ise Aquino için “Zavallı kız, çok fazla darbe alacak. Bu iş onun yutabileceğinden büyük bir lokma” diye şefkat gösterisi yapmış. “Büyük lokma” dediği şey geride bıraktığı çürümüş-kokuşmuş, çökmüş devlet. Bu yapıyla bir şekilde uzlaşma ararsanız, verilen zararı rötuşlamak ve devleti restore etmek niyetindeyseniz, lokma gerçekten yutulamayacak kadar büyük olabilir. O çürümüş-kokuşmuş yapı kendini kolay yedirmez. Peki, yapılması gereken nedir?
Faşist rejimin tasfiyesi için yapılması gereken
Marcos, bir faşist diktatörlük kurmak ve sürdürmek için ihtiyaç duyduğu yetkileri alana kadar anayasayı ve yasaları defalarca değiştirdi. Sonunda amacına ulaştı; yani hukuku fiilen ortadan kaldırdı. Hukukun yerini Marcos’un emirleri, kararları, tehditleri ve mesajları aldı. Kesile biçile Marcos’un faşist diktatörlüğü için ideal kostüm haline getirilen anayasa Başkan’a çok büyük yetkiler tanıyordu. Gerçekte, hukuk ortadan kaldırıldığı için yetkilerinin sınırı yoktu. Yani o sınırı belirleyen hukuk artık yoktu. İstediği yetkiyi dilediği gibi kullanabilirdi, zaten kullanıyordu da. 
Corazon Aquino, Başkanlığı işte bu sınırsız yetkilerle yani ortadan kaldırılmış hukuk (veya fiili hukuksuzluk) koşullarında devraldı. İstese, başta yargı ve polis (ve bir ölçüde ordu) olmak üzere bütün kurumlardaki Marcos’la iş tutan ve faşizan sağ ile iltisaklı görevlileri bire kadar temizleyebilir, onun adına suç işleyen/suça ortak olan yanaşmaların hepsini tutuklatabilir ve Marcos’tan miras kalan o çürümüş-kokuşmuş “failed state’i” bir gecede tasfiye edebilirdi. Ama yap(a)madı. Oysa o suç ortağı yanaşmaların hepsi ömürlerinin geri kalanını hapiste geçirmelerine yetecek kadar çok suç işlemişlerdi. 
Aquino yönetimi, Marcos tarafından defalarca değiştirilerek hukuku katletme, hukuku ortadan kaldırma aracı haline getirilen anayasadan hukuk çıkarmaya çalıştı. Oysa hukuk guguk lafları etmek bu durumda anlamsız hatta düpedüz ahmakçaydı. Yapılması gereken, bu fiili hukuksuzluğun verdiği sınırsız yetkileri sonuna kadar kullanarak hukuksuzluk eseri ve hukuksuzluğa dayanan rejimi ve devlet yapısını yıkıp geçmek, ezip gitmekti. Bu fiili hukuksuzluk durumunda, "Bu kararname ile bütün kamu görevlileri istifa etmiş sayılacaktır" diye bir 'Başkanlık kararnamesi' yayınlamasının önünde hiçbir engel yoktu. Böylece, devrilen faşist rejimi (ve devletini) bir gecede bile tasfiye edebilir ve ülkede hukukun tesis edilmesine, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına ve bir demokratik cumhuriyetin kurulmasına öncülük edebilirdi. Bu, Aquino yönetiminin Filipinler halkına borcuydu. Ama yap(a)madı. Çünkü Aquino’da cisimleşen ittifakın önceliği ve hedefi Marcos’tan kurtulmaktı. Kapsamlı bir demokrasi programları (hatta restorasyon programları bile) yoktu. Sonuç olarak, burjuva muhalefet halkın umudunu çaldı… 
Yağmalanan Filipinler
Aquino, uçurumdan yuvarlanmakta olan, bitmiş bir ekonomi devraldı. Yönetimi boyunca da ekonomiyi toparlayamadı. Aksine enflasyon yükselmeye devam etti. Ülke kaynakları Marcos ve yanaşmaları tarafından o kadar yağmalanmıştı, ülke o kadar soyulmuştu ki kaynaklar tükenmişti. Oysa kaynak ortada duruyordu: Yapılması gereken şey, ülkeyi yağmalayanlar, soyanlar kimlerse, halktan çaldıklarını son kuruşuna kadar geri almaktı. Yani Marcos rejimiyle iş tutarak zenginleşen yağmacıların mülklerine el koymak, hepsini mülksüzleştirmekti. Yapıl(a)madı…
Umudun tükenişi
20 yıllık (1965-1986) Marcos diktatörlüğü Filipinlerin ekonomik ve sosyal olarak çöküş, devletin mafyalaşması, yolsuzluk ve çürümesinin tarihidir. Diktatörü kendi gücüyle deviren halk, bu gücün Marcos ile iş tutan irili-ufaklı bütün suçluların cezalandırılacağı, (başta polis-ordu-yargı olmak üzere) mafiyöz devletin tasfiye edileceği, Marcos döneminde halktan çalarak zenginleşenlerin tümünün mülklerinin kamulaştırılacağı, yoksulluğun yenileceği ve eşitsizliğin giderileceği, özgür ve demokratik bir Filipinler kurulacağı umudu taşıyordu. Maalesef öyle olmadı ve Filipinler oligarşisiyle iş tutan siyasi (liberal) elitler halkın umudunu çaldı. Marcos’tan sonra gelen Corazon Aquino ve Fidel Ramos yönetimleri halkın umudunun tükenmeye, ülkenin kaderinin değişeceğine ve daha iyi bir geleceğe dair umudunu yitirmeye başladığı bir dönemin başlangıcı oldu. 2010-2016 yılları arasında Noynoy Aquino’nun Başkanlığı ise umudun tükeniş dönemidir. (Benigno “Noynoy” Aquino Jr., Corazon Aquino’nun oğludur.)
Sonuç yerine
Aquino yönetimi, Marcos rejiminin verdiği hasarı rötuşlamayı ve devleti restore etmeyi denedi. Fakat, hasarı kısmen rötuşlasa bile, Marcos öncesindeki devleti restore edemedi. Çünkü yeni bir devlet veya devleti yeniden kurmak gerekiyordu. Ama yapıl(a)madı. Marcos’un bıraktığı mafiyöz devlet yapısı rötuşlandı, o kadar. Sonuç ortada: 35 yıldır kendini toparlayamayan, sürekli yeni Marcoslar üreten bir mafiyöz “failed state”. 
Gerçekte ortada bir devlet de yoktu. Filipinler devlet olma vasfını kaybetmişti. Çünkü devlet denen yapının sağlam kurumları olur ve o kurumsal yapıya işlerlik sağlayan ve “meşru” kılan şey hukuktur. Hukuk ortadan kaldırılırsa, devlet de ortadan kalkmış demektir. Kurumlar ise, başta polis ve yargı (ve ordunun bir bölümü) olmak üzere, bu mafiyöz rejimin yan kollarına, uzantılarına dönüşmüşlerdi. Ülke bir mafiyöz suç örgütünün eline düşmüştü, onun keyfi yönetimi altındaydı. Marcos’un mafiyöz suç örgütü devletin yerini almıştı. Filipinler’de olan buydu.
O günler, yukarıda anlatılanlar, Filipinler halkı için mazide kalmış kötü günler, nahoş anılardan ibaret değil. Filipinler 35 yıldan fazladır halkın hiçbir derdine çare olmayan bir “şahane liberal demokrasi” oyunu oynuyor. “Liberal demokrasi konusunda bir absürt tiyatro oyunu nasıl yazılabilir/sahnelenebilir” diye sorsalar, “Filipinleri inceleyin. Daha iyi bir örnek bulamazsınız” derim. Sadece sahnedeki oyuncuların ciddiye aldığı; fakat artık izleyicisi kalmamış bir absürt tiyatro oyunu sahneleniyor. O kadar absürttür ki, bir Başkan (Estrada) mafya ile iş tuttuğu için görevinden azledildi. Ondan sonraki Başkan (Arroyo) yine aynı suçlamalarla görevi bıraktıktan sonra, Noynoy Aquino’nun başkanlığı döneminde, tutuklandı ve mahkûm oldu. Devrilen ve ülkeden kovulan faşist diktatör Marcos’un oğlu Marcos Jr. 2022 seçimlerinde Başkan seçildi…
Uzun süre bir tür faşist diktatörlük rejimlerine maruz kalan ülkelerin kaçınılmaz kaderi Filipinler benzeri bir “failed state”e dönüşmek oluyor. Bunun hiçbir istisnası yok. İşte Filipinler ve Suharto faşizminden sonraki Endonezya… Örnekler çoğaltılabilir. Aynı kadere doğru hızla ilerleyen Türkiye'nin bu kaderden kaçınabileceğini veya bu sonla karşılaşmayacağını düşünenler ya başlarına geleni anlamaktan uzaklar, ya gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyorlar, ya hayal görüyorlar ya da halka yalan söylüyorlardır.