26 Aralık 2021 Pazar

"Yalnızca yurtseverler" ölçütü ve Hong Kong seçimleri

26.12.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır
 
Pandemi gerekçesiyle 1 yıl ertelenen Hong Kong (HK) Temsilciler Meclisi seçimleri 19 Aralık’ta yapıldı. 11 Eylül 2020’de yayınlanan “ABD’nin kaybettiği ‘Soğuk Savaş’ mevzii: Hong Kong” başlıklı yazımda, bu erteleme hakkında "Covid-19 tabii ki işin bahanesi. Amaç, bu bir yıl içinde ABD-İngiltere emperyalizminin HK’a elini uzatmasını imkansız hale getirmek ve işbirlikçilerinin kolunu kanadını kırmak. Böylece, seçimlerde etkili olmalarının önünü kesmek" diye yazmıştım. Bu süre içinde ÇKP açısından maksat hasıl oldu diyebilirim.

HK seçim sistemi bildiklerim arasında en saçma olan, seçime en az benzeyen sistem. (Ayrıntılı bilgi için 11 Eylül 2016 tarihinde yayımlanan "O demokrasini de al git" başlıklı yazıma kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden erişilebilir.) Bu sistem, Britanya sömürgeciliğine bir başkaldırı olan 1967 HK olayları sonrasında İngiltere’nin yaptığı reform görünümlü bir aldatmaca. Gerçekte, hep İngiltere’nin kazanması üzerine kurgulanmış bir seçimden ibaret. HK halkına demokrasi ve temsilde adalet diye sunulan bu art niyetli sistem gerçekte bir kontrol mekanizmasıydı. Halkın tepkisini sistem içine çekmeyi ve böylece etkisizleştirmeyi amaçlıyordu. Bu sistemle yapılan seçimin bir sözde seçim-aldatmaca olduğunu görenlerin oranı küçümsenecek gibi değil. Bu yüzden olsa gerek, önceki yıllarda da seçimler HK halkının en az yarısının ilgisini çekmezdi.

ÇİN’İ BATI GÖZÜYLE BİLİYORUZ

Çin hakkında bütün bildiklerini Batı kapitalizminin dezenformasyon kaynaklarından (Batı kapitalizmini ideolojik ve kültürel olarak yeniden üretmekle görevli Batı basın-yayınından) öğrenen Çin cahili çok bilmişlerin bu saçma sistemden Çin’i sorumlu tuttuklarına tanık olmuşluğum bile var. Oysa Çin yönetimi sistemin özüne hiç dokunmadı. Zaten güçlünün kazanması üzerine kurgulanmış bir sistemin özüyle oynamaya gerek görmedi. Sadece temsilci sayılarında birkaç değişiklik yaptı, hepsi o kadar.

Seçime katılım yüzde 30,2’lik oran ile HK’un Çin’e devredilmesinden (1997) sonraki en düşük oran oldu. Bu oran 1991’de yüzde 39,1; 2000’de yüzde 43,57; 2016’da yüzde 58.29 olmuştu. 2016’daki bu (diğer yıllara göre) yüksek katılım 2014’te başlayan ve 2015’e de sarkan "Şemsiye Devrimi Hareketi"nin esintilerine bağlanıyor. Son seçimlerde yüzde 30,2’ye kadar düşen katılım oranında başlıca iki faktörün etkili olduğunu düşünüyorum:

1) Aday belirleme süreci: Adaylar, yeniden yapılandırılan Seçim Komitesi tarafından ÇKP’nin belirlediği "yalnızca yurtseverler" ilkesine uygun olarak fazla ince elenip sık dokundu ve sonunda 135 aday seçimde yarışmaya hak kazandı. 20 temsilci işte bu 135 aday arasından seçilecek. Seçim Komitesinin doğrudan atadığı 40 adayın da bu "yurtseverlik" kriterine uygun olarak atandığını sanırım söylemeye bile gerek yok.

"Yurtseverlik" derken aklınıza Çin muhibbi veya ÇKP yanlısı olma şartı gelmesin. Çin ve ÇKP’ye eleştirel duran biri de seçilebilir. HK meclisinde bu kadar muhalifliğe yer var. Bu tür muhaliflik ÇKP’yi rahatsız etmez (Az çok bunu andıran bir "yapıcı" muhaliflik zaten kendi içinde de var). Yeter ki ayrılıkçı ve emperyalizm işbirlikçisi olmasın.

2) Aday sayısında değişiklik: Önceki seçim sisteminde 70 temsilcinin 35’i doğrudan halk tarafından seçiliyordu. Bu yüzde 50’lik oran, kısmen de olsa, bir temsil edilme motivasyonu sağlıyordu. Seçim sisteminde bu yıl içinde yapılan değişiklikle 70 olan temsilci sayısı 90’a çıkarıldı. Fakat doğrudan yani halkın oylarıyla seçilen temsilci sayısı 35’ten 20’ye indirildi. 40 temsilci Seçim Komitesi tarafından atanırken 30 temsilci iş çevrelerinin oluşturduğu komite tarafından seçiliyor/atanıyor. Seçim hakkında görüştüğüm HK’daki dostların çoğu "Çin’in ağırlığı karşısında 20 kişilik temsilci anlamsız ve onları seçmek için oy vermek de gereksiz. O yüzden oy vermeye gitmedim" dediler.

ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ DE GİTTİ

Geçen yıl yaşanan emperyalizm destekli "ayaklanma girişimi"ne öncülük edenler, elebaşları ya tutuklandı ya da HK’dan kaçıp sahiplerine sığındılar. Onlardan geri kalan etkisiz gruplar boykot çağrısı yaptı. Çağrıyı yapanlardan 10 kişi tutuklandı. Bu grupların yaptığı boykot çağrısının seçim katılım oranı üzerinde anlamlı bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Bu gruplar artık HK halkı tarafından gösterilerin çığrından çıkmasından sorumlu tutuluyorlar ve büyük ölçüde tecrit edilmiş durumdalar. Emperyalizm işbirlikçisi damgası üzerlerine yapıştı.

Seçimden bir ay kadar önce, 16 Kasım’da yapılan Şi Cinping-Joe Biden görüşmesinden iki gün önce, ilginç ve üstünde durmaya değer bulduğum bir gelişme yaşandı: Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) HK’daki bütün faaliyetlerini sonlandırdı ve bürosunu kapatıp HK’yi terk etti. Yurtseverlerin gözü aydın... Bu konuya sonraki yazımda değineceğim için şimdilik burada bırakıyorum.

4 Aralık 2021 Cumartesi

İktidarın “Batıyoruz, yağmalayın!” daveti ve Çin

 04-05 Aralık 2021 tarihli BirGün gazetesinde iki bölüm olarak yayınlanmıştır

Bir yıla yakın bir zamandır, Çin basınında bazı Çin firmalarının Türkiye’de yatırım yaptığına, bazı firmaların ise yatırım yapmaya ilgi duyduklarına dair haberler gözüme çarpıyor –pek sık olmasa da. Yatırımlar abartılacak ölçüde olmasa bile, Çin firmalarının yurtdışında (özelde Türkiye’de) yatırım yapması tek başına dikkate değer bir olgu. Yurtdışında yatırım yapmama politikası, ÇKP’nin üretilen değerin Çin’de kalması, “Çin halkına aktarılması” politikasından kaynaklanıyor. Türkiye’ye olan ilgi önce cep telefonu firmalarıyla başladı, onu beyaz-kahverengi eşya üreticileri izleyecek gibi görünüyor. Sırayı otomotiv firmalarının alması sürpriz olmaz. Peki, (1) yakın zamana kadar yurtdışında yatırım yapmaktan uzak duran Çin firmaları durup dururken neden Türkiye’ye ilgi göstermeye başladı, (2) AB üyesi ülkeler arasında yatırım yapabilecekleri en az beş-altı “gelişmekte olan” nispeten ucuz/rekabetçi ülke varken neden Türkiye ve (3) bu olası yatırımların Türkiye ekonomisine katma değer üretimi ve teknoloji açısından anlamlı bir katkısı olur mu? Bu konuya yazının ilerleyen bölümünde döneceğim. Yazı içeriğinin doğru anlaşılması ve konu bütünlüğü açısından önce bir girizgâh yapmak gerekiyor.

Batıyoruz, gelin yağmalayın!

Çinli eski diplomat arkadaşa göre, “Saray iktidarı (Bitik adam rejimi)” bir süredir dünyaya “Batıyoruz! Her şeyimiz sudan ucuz, gelin ve ne varsa yağmalayın” daveti yapıyormuş. Daha doğrusu, Türkiye ekonomisinin düştüğü durumu bilen dünya mesajı böyle anlıyormuş. Saray taifesinin ta dünyanın bu taraflarına doğru uzanan nafile turlarının içeriği bu daveti duyurmaktan ibaret; yani bir nevi tellal çıkarmak, belki de bir çeşit define arayıcılığı… Sonunda, bir hayal peşinde koşan o define avcısının, “İktidar olurken ve bunca saçma sapan iş yapıp ülke ekonomisini uçurum kıyısına sürüklerken, bazıları yüzlerce bazıları onlarca yılda oluşan bilimsel yasalara posta koyup racon keserken, yanaşmalarınla ülke kaynaklarını yağmalarken bizim paramıza mı güvendin” gibi bir cevapla baş başa kalması büyük olasılık.

Amacı yağma yapmak olmasa da, bu davete ilk (ve galiba şimdilik tek) icabet eden bir yıl kadar önce Çin oldu. Böylece, Çin, ticaret savaşlarıyla başlayan ve Covid-19 pandemisiyle ağırlaşan sorunları aşmak için kendisine bir çıkış kapısı araladı. 

Çin’in dış yatırım politikası

Saray iktidarının Çinli yatırımcılardan ne umduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok; aslında her şey ortada. Ama Türkiye’deki fabrikaları, sanayi tesislerini vs kapışacaklarını sanıyorsa veya ülkeyi fabrikaya boğmalarını (veya Çin’in borç-kredi vermesini) umuyorsa fena halde yanılıyor –bugüne kadar her konuda yanıldığı gibi. Çin (Çinli yatırımcılar), yurtdışında sadece kendisi için ciddi stratejik öneme sahip sanayi kuruluşlarını ve Çin teknolojisine anlamlı katkı yapacak firmaları satın alır -geçmişte İsveçli otomotiv firması SAAB’ı satın aldığı gibi. Bu tür kuruluşlar ise zaten Türkiye gibi ülkelerde bulunmaz. İhracatında ileri teknolojinin payı yüzde 3 civarında olan Türkiye sanayisinin Çin’i cezp edeceğini düşünmüyorum. Yani Türkiye’de Çin’in ilgisini çekebilecek özelliğe sahip sanayi kuruluşları olduğunu pek sanmıyorum. 

Türkiye’de bir üretim tesisi-fabrikayı satın almaktansa aynı sektörde faaliyet gösteren kendi üreticilerinin Türkiye’de yatırım yapması Çin açısından daha tercih edilir bir yoldur. Bu tercihte rol oynayan temel faktör yurtdışındaki üretimin Çin’deki üretimleri ile uyumlu olmasını sağlamaktır. Çünkü kurulan fabrikalarda üretilecek ürünlerin en değerli yani ileri teknoloji gerektiren ve anlamlı katma değer üreten parçaları Çin’de üretilip Türkiye’ye gönderilecektir. “Nasıl yani, Çinli üreticiler yatırım yaptıkları ülkede parça üret(tir)mez mi veya o ülkeden parça satın almazlar mı?” sorusunu duyar gibiyim. Tabi ki üret(tir)ir veya satın alırlar ama bunlar o sektör için “ıvır-zıvır” sayılabilecek sınıftan parçalar olur. Bu yatırımların ülkenin “Yerli ve Milli” üreticilerini boğmak gibi bir yan etkisinin ortaya çıkması da olasıdır. 

Çin’in yaptığı yatırımlarla teknoloji transferinde bulunacağını ummak ham hayaldir. Teknolojinin en değerli (ve bu yüzden de çok pahalı) ürün olduğunu en iyi bilen ülke belki de Çin’dir. Çünkü geçen 40-50 yıl içinde, teknoloji üretmek için önce bilim-bilgi üretmek gerektiğini ve bunun çok zahmetli ve pahalı bir süreç olduğunu yaşayarak gördü. Yani Çin’in öyle bedavadan teknoloji transferi yapacağını umanları bekleyen sonuç hayal kırıklığıdır. Teknoloji transferi yapması için tutacağı balığın çok büyük olması gerekir. Lafın kısası, Çin’den beklenen olası yatırımların Türkiye ekonomisi için anlamlı katma değer üreteceğini sanmıyorum. Zira ÇKP’nin “Üretilen değerin maksimum ölçüde Çin’de kalması, Çin halkına aktarılması” politikası ortada duruyor. 

Çin’e özgü kapitalistler

Çinli kapitalistleri Batılı kapitalistlerden ayıran özellik büyük ölçüde ÇKP müktesebatına tabi olmaları ve ÇKP’nin belirlediği ilke ve politikalar uyarınca faaliyet göstermeleridir. Tabii ki Çin firmalarının yurtdışında yatırım yapma kararını ÇKP’nin verdiğini söylemiyorum. ÇKP sadece doğrultuyu (ekonomi, dış politika ve yurtdışı yatırım ilkelerini) belirler ve Çinli yatırımcılar kararlarını buna göre verirler. Bazı kritik kararlar ÇKP’nin onayından geçer. Dolayısıyla, yurtdışında bir yatırım yapan/yapmaya niyetlenen bir Çinli yatırımcı (ki artık çoğu kamu ortaklı hale geldi) kendini iki soruyla karşı karşıya bulur: (1) Bu yatırımın kendi firması açısından ne ifade ettiği ve (2) uzun vadede Çin açısından ne ifade edeceği, Çin’e ne kazandıracağı. İlk soru kapitalistin sadece kendisini ilgilendiren, kendisinin sorduğu soruyken ikincisi ÇKP müktesebatının onun önüne koyduğu ve söz konusu yatırım öncesi cevaplanması gereken sorudur. 

Batılı kapitalist devletler kendi kapitalistlerinin faaliyetlerinden sorumlu tutulmamak gibi bir ayrıcalığa sahip. Oysa Çinli kapitalistler “Çin devletinin uzantısı gibi görülme” talihsizliğine sahipler ve her eylemleri doğrudan Çin devletinin hanesine yazılıyor. “Devletin uzantısı” saymak faturayı Çin devletine kesmeyi amaçlayan kasıtlı bir tutum. Bununla birlikte, bir anlamda Çin dış politikasının taşıyıcısı veya uzantısı oldukları da bir gerçek.

Bazı Çinli uzmanlar, son on yılda yurtdışı yatırımlarda dış politikanın yönlendirici rolünün artmaya başladığını söylüyorlar. Bu uzmanlara göre, Çinli kapitalistlere dünyada yol açma-pazar yaratma sorumluluğu uluslararası ilişkiler, dış politika vs aracılığıyla büyük ölçüde ÇKP tarafından üstlenilmiş durumda. Yakın zaman önce, Çinli yatırımcıların “Halkın karşı olduğu ve ülkenin zararına olarak gördüğü yurtdışı yatırımlara (Kanal İstanbul gibi) ilgi göstermemeleri-uzak durmaları” konusunda ÇKP tarafından “bilgilendirildiklerini” biliyorum. 

Çin yağmacı mı?

Bazı sol çevreler (ve liberaller ve sağın tamamı) tarafından dile getirilen “emperyalist Çin” tezine itibar etmediğimi, aslında ucuz bulduğumu, yazılarımı okuyanlar hatırlayacaktır. Dolayısıyla, “Gemi batıyor, ne varsa ucuz-pahalı yağmalayalım” diye düşünen soyguncu ortaklarla Çin’i aynı kefeye koymak Çin’e haksızlık etmek olur. Peki, o zaman Türkiye’de işleri ne? Türkiye’de Çin’i (Çinli kapitalistleri) cezp eden ne? 

Çin’i cezp eden faktörlerden biri “Bitik adam rejimi” tarafından ülke insanının yoksulluğunun pazarlanması yani sefalet düzeyindeki işçi ücretleridir. Durum öyle kötü ki, Türkiye’deki asgari ücret Çin’deki sıradan işçi ücretinin neredeyse yarısı kadar. Bu koşullar Batı kapitalizmine göre daha ucuza üretim yapmak zorunda olan Çinli kapitalistler için bulunmaz nimet. Tabii ki, düşük işçi ücretleri tercihlerini belirleyen tek etmen değil. 

ABD’nin başlattığı “Ticaret Savaşları” Çin’in dünya pazarlarına erişimini zorlaştırmayı hatta engellemeyi, hammadde ve enerji kaynaklarına erişimini de zorlaştırmayı amaçlıyor. Türkiye’de üretim yapmak ve “Made in Turkey” etiketi öncelikle AB ve diğer Avrupa ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine ihracatı kolaylaştırarak bu pazarlara erişim engelini aşmalarını sağlayacaktır. Bu arada, Saray rejiminin sebep olduğu AB ile ilişkilerdeki bozulmanın Türkiye’ye ödeteceği olası bedelin ekonomik boyutu Çinli üreticileri de etkiyecektir. Bir engeli aşmaya çalışırken bir başka engele takılma riskini gören Çinli yatırımcıların (gidici olan sorun kaynağı gidene kadar) bir süre daha beklemeyi tercih edeceklerini sanıyorum. 

Covid-19 pandemisiyle birlikte bozulan tedarik zincirleri sorununun bir türlü üstesinden gelinemediği gibi lojistik sorunları da büyüyor ve navlun bedeli çok yüksek bir maliyet oluşturmaya başladı. “Tedarik kaynaklarına ve hedef pazarlara yakın olmak politikası” belirleyen Çin için Türkiye bu açıdan cazip bir yer. Türkiye, Çin’in hedef pazarları olan AB-Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’ya Çin anakarasıyla kıyaslanamayacak kadar yakın. Dolayısıyla navlun maliyetini büyük ölçüde düşürecek ve teslimat süresini de kısaltacaktır.

Çin, yaşanmakta olan krizin aslında neo-liberal kapitalizmin krizi olduğunu ve pandemi ortadan kalksa bile krizin son bulmayacağını görüyor ve gelecekteki adımlarını da ona göre planlıyor. Pandemi ile kriz arasındaki ilişki bir nedensel ilişki değil; yani pandemi krizin nedeni değil. Neo-liberal kapitalizm zaten krizdeydi, pandemi sadece krizin üstünden yorganı çekti. 

“Çin usulü kalkınma” mümkün mü?

Ülke insanını açlığa ve sefalete mahkûm ederek “Çin gibi bir kalkınma” masalı anlatanlar da tıpkı o define arayıcısı gibi hayal görüyorlar. Kendilerine Çin’i örnek aldıklarını zannedenler fena halde yanılıyorlar. Çin’de 100 dolar aylıkla işçi çalıştırmak yirmi yıl geride kaldı. Köylerden kentlere akan o ucuz işgücüne işverenin üç öğün yemek ve yatacak yer sağlamak sorumluluğu vardı. O 100 dolar veya eşlerin ikisi de çalışıyorlarsa 200 dolar o zamanlar köyler için çok büyük bir gelirdi. Yani o üretim, kalkınmanın göçmen işçiler/ülke halkının açlığa mahkûm edilmesi karşılığında olduğunu söylemek gerçeği fazla eğip bükmek olur. Velhasıl, yaşananlar-gerçek durum Zola’nın Germinal romanında anlatılanlar gibi değildi. Ayrıca, Çin’in o endüstriyel kalkınma hamlesini başlatabilecek bir ulusal sanayi alt yapısı da vardı.

“Çin nasıl sanayileşti, nasıl kalkındı” sorusu o define arayıcısının fantastik akıl yürütmeleriyle anlaşılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir konu. O yüzden, konuya ilgi duyanlara daha önce Çin kaynaklarından çevirdiğim “Çin nasıl başardı: Sanayileşmeyi başaramayan ülkelerde eksik olan nedir?” başlıklı kapsamlı makaleyi okumalarını öneriyorum. İlgilenenler makaleye kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden erişebilirler.