27 Kasım 2021 Cumartesi

Sosyalizm Altında Bir Pazar Ekonomisi Geliştirebiliriz

Deng Xiaoping (Dıng Şivavping)’in 1979 yılında *Frank B. Gibney ve *Paul T. K. Lin’e verdiği röportajın Çinceden çevirisidir.

Gibney: Oldukça uzun bir süre Çin, Amerika Birleşik Devletleri'ne kapalı kaldı. Çin gibi bir ülke için hızlı modernleşmeyi başarmak gerçekten büyük bir zorluk. Görünüşe göre Çin yeni bir devrim yapmak zorunda.

Deng Xiaoping: Modernleşme, büyük bir yeni devrimi temsil ediyor. Devrimimizin amacı, üretici güçleri özgürleştirmek ve geliştirmektir. Üretici güçleri geliştirmediğimiz, ülkemizi müreffeh ve güçlü kılmadığımız ve insanların yaşam standartlarını iyileştirmediğimiz sürece devrimimiz boş laftır. Eski topluma ve eski sisteme karşı çıkıyoruz çünkü onlar halkı ezdiler ve üretici güçlerin gelişimine engel oldular, zincire vurdular. Artık bu sorun hakkında netiz. Dörtlü Çete, “Sosyalizmde yoksul olmanın, kapitalizm altında zengin olmaktan daha iyi olduğunu” söyledi. Bu saçma.

Tabi ki kapitalizmi istemiyoruz. Fakat sosyalizm altında yoksul olmayı da istemiyoruz. Üretici güçlerin geliştirildiği, ülkemizin müreffeh ve güçlü olduğu bir sosyalizm istiyoruz. Sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğuna inanıyoruz. Bu üstünlük, sosyalizmin üretici güçleri geliştirmek için kapitalizmden daha elverişli koşullar sağladığını göstererek kanıtlanmalıdır. Bu üstünlüğün belirgin hale gelmesi gerekirdi. Fakat bizim bu konudaki farklı anlayışımız nedeniyle, üretici güçlerin gelişimi özellikle 1976'ya kadar olan son on yıllık dönemde gecikti. 1960'ların başında Çin, gelişmiş ülkelerin gerisindeydi fakat fark şimdiki kadar büyük değildi. 1960'ların sonundan 1970'ler boyunca geçen 11-12 yılda, diğer ülkeler ekonomilerini, bilim ve teknolojilerini hızla geliştirdikleri (ve kalkınma hızı artık yıl hatta ay olarak değil gün olarak hesaplandığı) için fark büyüdü. Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar geçen uzun bir süre boyunca dünyanın geri kalanından tecrit edilmiş durumdaydık. Bu tecritten biz sorumlu tutulamayız; tam tersine, uluslararası Çin ve sosyalizm karşıtı güçler bizi bir tecrit durumuna hapsetti. Ancak 1960'larda diğer ülkelerle temas ve işbirliğini artırma fırsatları bize kendini gösterdiğinde, kendimizi tecrit ettik. Sonunda, elverişli uluslararası koşullardan yararlanmayı öğrendik.

Dört modernizasyonu gerçekleştirmeliyiz. Bu hedefe ulaşmak için kendi çabalarımıza, doğru ilke ve politikalara ve belirli etkili önlemlere güvenmeliyiz. Bazı insanlar modernleşme hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimizden kuşku duyuyorlar ve bize dört modernleşmeyi hangi temelde gerçekleştirebileceğimizi soruyorlar. Modernleşme hedefine ulaşmak için aşağıdaki dört elverişli koşula sahibiz:

Birincisi, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkeyiz. Çin, geniş toprakları ve bol enerji ve mineral kaynakları olan bir ülke. Neredeyse tüm demir, demir dışı ve nadir metallere sahibiz. Bu kaynaklar kullanılırsa, büyük bir ekonomik güç üreteceklerdir.

İkincisi, son 30 yılda yaptığımız çılgınca işler bir tarafa, sanayi, tarım, bilim ve teknoloji için ciddi bir temel attık ve böylece dört modernleşmeyi başarmak için bir temel oluşturduk. Şu anda 2 milyondan fazla takım tezgâhımız var ve yılda 100 milyon tondan fazla petrol, 600 milyon tondan fazla kömür ve 30 milyon tondan fazla çelik üretiyoruz. Kısacası, dört modernizasyonu gerçekleştirmek için maddi temeli oluşturduk.

Üçüncüsü, Çin halkının hazır olduğuna inanıyoruz. Yaklaşık on yıl boyunca, Lin Biao ve Dörtlü Çete tarafından dayatılan zihinsel prangalar, insanların düşüncelerini dizginledi ve onların bilgi ve yaratıcılıklarını tam olarak ortaya koymalarını engelledi. Şimdi, Çin halkının girişimini harekete geçirmek ve zekâ ve bilgeliklerini tam olarak devreye sokmalarını sağlamak için Çin halkının zihnini özgürleştirmenin gerekli koşullarını yaratmaya, Başkan Mao Zedong'un önerdiği gibi, “yüz çiçeğin açmasına ve yüz düşünce okulunun rekabet etmesine izin verme” politikasını tekrarlamaya teşvik ediyoruz. Aynı amaçla demokrasiyi güçlendiriyor ve geliştiriyoruz. Ancak bazı insanlar gelişen demokrasimizi anarşiyi savunmakla karıştırıyor. Aslında, Lin Biao ve Dörtlü Çete günlerinde anarşi uygulanıyordu. Anarşi altında kalkınma söz konusu olamaz. Çin'e 1950'lerde veya 1960'ların başında gelmiş olsaydınız, toplumsal davranışımızın iyi olduğunu görürdünüz. Bu zor zamanlarda, insanlar disiplini gözettiler, genel durumu göz önünde bulundurdular, kişisel çıkarlarını ortaklaşmanın, devletin ve toplumun genel çıkarlarıyla birleştirdiler ve hükümetle olan zorlukları vicdanlarını dinleyerek aştılar. 1959'da başlayan üç yıllık ekonomik zorlukları bu şekilde aştık. Ancak Lin Biao ve Dörtlü Çete, bu iyi toplumsal davranışı tamamen bozdu. Şimdi, Pekin'deki “Xidan Duvarı” çalışmayan insanların bir süredir sık sık rahatsızlık yarattığı bir yer olmuştur. Dörtlü Çete'nin ideolojisinden tehlikeli bir şekilde etkilendiler ve sorun çıkarmak ve hatta casusluk yapmak için toplanıyorlar. Birkaçı iyi niyetli olsa da, aslında Dörtlü Çete ideolojisiyle iç içeler. Aşırı bireycilik ve anarşi uyguluyorlar. Bu gençlerin sayısı az olsa da etkileri çok büyük. Genç neslin yetiştirilmesi adına onlara karşı ciddi bir tavır benimsedik. Bu nedenle, demokrasiyi güçlendirirken sosyalist hukuk sistemini de geliştirmemiz gerektiğini savunuyoruz. Zihnimizi özgürleştirmeli ve uzun süredir geçerli olan iyi toplumsal davranışı yeniden kurmalıyız. Dört modernleşmeyi gerçekleştirmek için halkın girişimini tam olarak harekete geçirmeye çalışacağız. Ancak bir ön şartımız var: Toplumsal istikrar ve birlik ile karakterize edilen bir siyasi durum yaratmamız gerekiyor. Bu arada eğitim personeline de önem vermeliyiz. Uzun yıllar boyunca bilimsel araştırmaları ve eğitimi ihmal ettik ve bu alanda büyük kayıplara yol açtık. Bu nedenle, bilimi ve eğitimi güçlendirmeli, yetenekli personeli keşfetmeli ve onlardan iyi yararlanmalıyız. Özetle, halkımızın girişimini harekete geçirmeliyiz. Halkın bilgi ve zekâsını kullandığımız sürece Çin'in büyük umutları olacaktır.

Dördüncüsü, dört modernleşmeyi gerçekleştirmek için dış dünyaya açılma yönünde doğru bir dış politika izlemeliyiz. Dört modernizasyonu gerçekleştirmek için öncelikle kendi çabalarımıza, kendi kaynaklarımıza ve kendi temellerimize güvensek de, uluslararası işbirliği olmadan bu hedefe ulaşmamız imkânsızdır. Dört modernizasyonu hızlandırabilmemiz için dünyanın dört bir yanından gelen ileri bilimsel ve teknolojik başarılardan ve ayrıca yurtdışından gelen potansiyel fonlardan tam olarak yararlanmalıyız. Geçmişte bu fırsata sahip değildik. Daha sonra, şartlar değiştiğinde, bir süre kullanamadık. Bu fırsatı kullanmayı öğrenmemizin zamanı geldi.

Dört Modernizasyonun ilkeleri ve hedefleri Başkan Mao Zedong ve Başbakan Zhou Enlai tarafından formüle edildi. Fakat Dörtlü Çete'nin müdahaleleri nedeniyle bunları fiilen uygulayamadık. Dörtlü Çete'nin devrilmesinden sonra, neden oldukları sayısız sorunu çözmek için büyük çaba sarf ettik. Geçen yıla kadar dikkatimizi modernizasyon olgusuna çevirmeye başlamamıştık.

Çin için en önemli politik görev nedir? Dört Modernizasyonun başarısıdır. Modernizasyon hamlesi sırasında karmaşık sorunları çözmek zorundayız ve zorluklarla karşılaşmaya mecburuz. Örneğin, kurumlarımızda fazla personel var. Ayrıca modern bilim ve teknolojiye hâkim olmamız gerekiyor ancak henüz yeterli yetkin personelimiz yok. Esas olarak yaratmış olduğumuz siyasi istikrar ve birlik durumuna ihtiyacımız var. Ancak hala çözülmesi gereken birçok sorun var. Uluslararası işbirliğine katılıyoruz. Ancak yine de gelişmiş yabancı bilim ve teknolojiyi ve yabancı sermayeyi özümseme konusunda öğrenme deneyimine ihtiyacımız var. Bununa birlikte, çeşitli zorluklara ve sorunlara rağmen modernleşme yönünde doğru yolu seçtiğimize inanıyorum. Engelleri yavaş yavaş kaldırabileceğimize, zorluk ve eksikliklerimizin üstesinden geleceğimize inancımız tamdır. Belki iki veya üç yılda kayda değer bir başarı elde edemeyiz. Ancak birkaç yıl içinde büyük bir değişiklik olacak. Bazı insanların dört modernleşmeyi başarabileceğimize dair hala kuşkuları olda da, Çinli liderler ve Çin halkının çoğunluğu modernizasyon programımızı başarcağımıza inanıyorlar.

Gibney: ABD, Çin sosyalizmini Sovyetler Birliği'nin bir kopyası olarak yorumlayarak büyük bir hata yaptı. Çin, başlangıçta Sovyetler Birliği'nin sosyalist tarzını tamamen taklit ettiği ve benimsediği için ideolojik olarak kafası karışmış olabilir mi ve bu kafa karışıklığı Çin’e özgü bir sosyalist yol oluşturamama başarısızlığına yol açmış olabilir mi?

Deng: Çin'in sosyalist yolu, Sovyetler Birliği'nin yoluyla aynı değil. Çin sosyalizminin, Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren kendine has özellikleri olduğu için ta en başından beri birbirlerinden farklıydılar. Örneğin, kapitalist girişimlerin sosyalist dönüşümünde yoksun bırakma/el koyma yerine kurtarma politikasını benimsedik. Sonuç olarak, ülke ekonomisini etkilemeden burjuvaziyi ortadan kaldırmayı ve sosyalist dönüşümü gerçekleştirmeyi başardık.

Ayrıca, Başkan Mao Zedong'un savunduğu gibi, hem merkeziyetçilik hem de demokrasi, hem disiplin hem de özgürlük, hem irade birliği hem de kişisel serbestlik ve canlılık ile karakterize edilen siyasi durum Sovyetler Birliği'nin durumuna benzemiyor. Bununla birlikte, bazı ekonomik sistemlerimiz, özellikle işletme yönetimi ve organizasyonu, Sovyetler Birliği'nden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, ileri kapitalist ülkelerden ileri işletme, yönetim yöntemlerini ve bilimsel gelişmeyi miras almamız avantajdır. Ekonomimizin bu yönlerini dönüştürmekte halen pek çok zorluk yaşıyoruz.

Gibney: Çin halkının girişiminin harekete geçirilmesi harika. Ama gelecekte, Çin sosyalist bir ülke olarak kalırken ve sosyalizmin sınırları içinde hareket ederken bir tür piyasa ekonomisi geliştirecek mi?

Deng: Piyasa ekonomisi sadece yabancı sermayeli işletmeleri kapsar. Ülkeyi bir bütün olarak düşünürsek, bu bir sorun değil. Devlete ait sektörler ve kolektif mülkiyet sektörleri, hala ekonomimizin temel dayanağıdır. Ekonomimizde yurtdışındaki Çinlilerden kapitalizm şeklinde bazı yatırımlar gelse de, bu normal yabancı yatırımlardan farklıdır. Çünkü yurtdışındaki bu Çinlilerin çoğu Çin'e sosyalist anavatanlarını geliştirmeyi umarak saygıyla gelirler. Bazı insanlar, Çin'in dört modernleşmeyi yabancı yatırımların yardımıyla gerçekleştirmeye çalışırsa kapitalist yolu gireceğinden korkuyorlar. Hayır, kapitalist yolu benimsemeyeceğiz. Çin'de artık burjuvazi yok. Hâlâ eski kapitalistler var ama onların sınıf statüleri değişti. Kapitalist ekonomiye ait olan yabancı yatırım ekonomimizde bir yer tutsa da, bu ekonomimizin sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor ve bu nedenle Çin'in sosyal sistemini değiştirmeyecek. Sömürücü bir sınıf üretemeyen sosyalizmi karakterize eden şey ortak refahın elde edilmesidir.

Paul T. K. Lin: Çin, sosyalist piyasa ekonomisine çok erken ve çok hızlı kısıtlamalar getirerek bir hata yaptı. Bu nedenle, Çin'in sosyalist piyasa ekonomisini planlı bir sosyalist ekonomi rehberliğinde daha büyük bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Deng: Bir piyasa ekonomisinin yalnızca kapitalist toplumda mevcut olduğunu ve yalnızca “kapitalist” piyasa ekonomisinin var olduğunu iddia etmek yanlıştır. Neden sosyalizm altında bir piyasa ekonomisi geliştiremeyelim? Bir piyasa ekonomisi geliştirmek, kapitalizmi uygulamak anlamına gelmez. Ekonomik sistemimizin dayanak noktası olarak planlı bir ekonomiyi sürdürürken, bir piyasa ekonomisini de hayata geçiriyoruz. Ama bu sosyalist bir piyasa ekonomisidir. Sosyalist piyasa ekonomisi, yöntem olarak kapitalist bir piyasa ekonomisine benzese de aralarında farklılıklar da vardır. Sosyalist piyasa ekonomisi, esas olarak devlete ait işletmeler, kolektif mülkiyet işletmeleri ve hatta yabancı kapitalist işletmeler arasındaki karşılıklı ilişkileri düzenler.

Son tahlilde, bunların hepsi sosyalist bir toplumda sosyalizm altında yapılır. Piyasa ekonomisinin sadece kapitalizm altında var olduğunu söyleyemeyiz. Piyasa ekonomisi, feodal toplum gibi erken bir dönemde embriyo aşamasındaydı. Bunu sosyalizm altında kesinlikle geliştirebiliriz. Benzer şekilde, kapitalist ülkelerin işletme ve yönetim yöntemleri de dâhil olmak üzere faydalı yönlerinden yararlanmak, kapitalizmi benimseyeceğimiz anlamına gelmez. Bunun yerine, sosyalizmde üretici güçleri geliştirmek için bu yöntemleri kullanıyoruz. Kapitalizmden bir şeyler öğrenmek bir araç olmaktan öteye gitmediği sürece, sosyalizmin yapısını değiştirmeyecek veya Çin'i kapitalizme geri getirmeyecektir.

*Frank B. Gibney, “Encyclopaedia Britannica, Inc. of the United States” Derleme Komitesi Başkan Yardımcısı

*Paul T. K. Lin, Kanada McGill Üniversitesi Doğu Asya Enstitüsü Direktörü.

Not: Deng Xiaoping'in eserlerinin Çincesinden yaptığım çeviriler Çin'in bugün izlediği yolun teorik temelleri ve tarihine ilişkin doğru bilgiler sunmayı amaçlamaktadır. Deng'in düşüncelerine katıldığımı veya Çin'in izlediği yolu onayladığımı kesinlikle göstermez.  


9 Kasım 2021 Salı

ABD'nin Afganistan hezimeti

ABD yönetiminin Taliban’la görüşmeye başlamasının üstünden iki yıldan uzun bir zaman geçti. Son günlerde Kabil’de yaşananları gördükçe, konuyla ilgilenenlerin aklından muhtemelen “bu süre içinde çekilmenin ayrıntılarını ve sivillerin tahliyesini görüşmedilerse acaba ne konuştular?” sorusu geçiyordur. ABD’nin bu kadar hazırlıksız yakalanması, süreci yönetecek bir planının olmaması tarihe geçecek bir beceriksizlik örneği. Bu durum Amerika için ağır bir hezimet olduğu kadar ABD’ye her yere uzanan ve şeyi kotarabilen bir büyük akıl atfedenler için de anlaşılması zor bir durum. Bu konu dışında ne görüştülerse, ABD çekilme karşılığında ne koşul öne sürdüyse veya ne talep ettiyse hepsi boşuna zaman kaybı sayılır. Çünkü Taliban’ın verdiği sözleri tutmayacağını ABD de biliyor olmalı. Ne de olsa, her tonda ve renkte (siyasal) İslamcılar onun eseri. 

Biden yönetimi çözülmeye başlayan ABD hegemonyasını restore etme iddiasıyla gelmişti. Fakat Afganistan’dan kaçarcasına çekilme ve Kabil’den dünyaya yansıyan o yürek paralayıcı görüntüler o iddiasını Afganistan’a gömdü. Dünyanın gözü önünde yaşananlar, ABD’nin yarı gerçek yarı efsane ve rivayetten oluşan o “büyük ve güçlü emperyalist devlet aklı”na sahip olmadığını hem Amerikan kamuoyuna hem de dünyaya gösterdi. Yaşananlar o “süper (emperyalist) aklın” bir “mit”ten ibaret olduğunun kanıtı gibi. Hegemonya çözülürken onu yöneten (emperyalist) akıl da zayıflıyor, niteliksizleşiyor. Şimdi dünya bu manzaranın bir beceriksizliğin mi yoksa umursamazlığın mı eseri olduğunu soruyor? Göründüğü kadarıyla her ikisi de… 

Beceriksizlik ve plansızlık o kadar büyük ki, geride bıraktığı ve dünyadaki bütün İslamcı teröristlerden oluşacak bir düzenli orduyu donatabilecek kadar tank, uçak, helikopter dâhil ağır silah, ileri teknoloji ürünü elektronik silah ve askeri ekipmanın İŞİD ve diğer İslamcı terör örgütlerinin eline geçmesi an meselesi. Korkulanın olması durumunda, ABD, bu teröristlerin modern ağır silahlarla donatılmasının da sorumlusu olacaktır. 

ABD, yenildi mi?

ABD’nin Afganistan’dan çekilirken sergilediği görüntü, arkasına bakmadan kaçan bir yenilmiş ordunun halini çağrıştırıyor. Bir Çinli askeri uzman durumu şöyle özetliyor: “Bir savaş bölgesinden önce siviller tahliye edilir. Asker ancak bundan sonra çekilir. ABD, Afganistan’da bunun tam tersini yaptı. Bütün askeri gücünü çekerek o bölgelerdeki sivilleri adeta düşmanlarının (Taliban’ın) ellerine teslim etti. Güvenliğinden sorumlu olduğu sivillere ‘bakın başınızın çaresine’ dedi.” Şimdi Taliban, elinde isim listeleri ve yanlarında muhbirlerle köşe bucak dolaşarak ABD ile bir şekilde işbirliği yapmış, yardım etmiş bu insanları arıyor. Başlarına ne geleceğini tahmin etmek hiç zor değil. Bu bir insan avı… Bu bir can pazarı… 

ABD, Afganistan’da kaldığı süre içinde, 2001’de işgale karar verdiğinde açıkladığı hedeflerin hiçbirine ulaşamadığı gibi, orada beklemediği bir çıkmazla karşılaştı. ABD’nin geç de olsa anladığı gerçek, orada kurduğu zayıf ve kukla hükümetler ve inşa ettiği cılız devlet aygıtı, Afganlardan oluşan ama bir ulusal ordu olmaktan uzak paralı askerler kalabalığı ve (artık içten bozulmaya yüz tutan) kendi ordusuyla orada bir savaş kazanamayacağı gerçeğidir. ABD, Afganistan konusunda yanıldı, hem de çok yanıldı. Tıpkı bugüne kadar anlı-şanlı akademisyen ve politikacılarının uydurduğu o büyük teoriler ve dünyaya Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uygun yeni bir nizam vermeyi amaçlayan (Yeşil Kuşak, Tek kutuplu dünya, Ilımlı İslam, BOP vs) projelerde çuvalladıkları gibi. Bu açıdan bakıldığında, ABD yenildi. Bu bir siyasi yenilgi; fakat sonuçları bir askeri yenilgiden daha ağır olacak. Askeri açıdan ne zafer kazanabildi ne de yenildi. Sadece savaşı pat durumunda tutabildi, o kadar. 

ABD, Afganistan’ı neden terk etti

11 Eylül 2001 saldırısından sonra, ABD, Afganistan’ı işgal etmeye karar verdiğinde amacı (isteyen strateji diyebilir) NATO’yu yeni “terörle mücadele gücü” konsepti çerçevesinde konsolide etmek ve uçak saldırılarıyla ağır zarar gören hegemon güç algısını onarmaktı. Bunun dışında, Afganistan’ı işgal amaçlarına, Rusya, Çin ve İran’a yönelik bir incelikli stratejinin de eşlik ettiğini gösteren bir kanıt yok elimizde. İşgalin başında açıkladıkları hedeflere ulaşılabilseydi -strateji başarılı olsaydı- Çin ve Rusya’ya karşı kullanmak için bu iki ülke/gücün dibinde bir Amerikan kuklası devlet kurabilirdi. Oysa şu haliyle Afganistan, ABD’yi İran, son yıllarda ilişkileri bozulan Pakistan, Çin ve Rusya (ve Taliban) arasına sıkıştıran ve bu yüzden oyun kurma olanağı tanımayan bir bölge. 

ABD’nin Afganistan’ı terk etmesinin iki temel nedeni olduğunu düşünüyorum: (1) Savaşı kazanamayacağını (ve kullanışlı bir Amerikan kuklası devlet kuramayacağını) anlamış olması. (2) Değişen emperyalist dış politika stratejisi. 

Afganistan’ın ABD için artık stratejik bir önemi bulunmuyor. Bugünkü haliyle Afganistan, ABD’nin hiçbir işine yaramayan, aksine, ağır mali yük getiren ve askeri gücünü zayıflatan bir çıkmaz yol. Dolayısıyla, kendisi için stratejik önemi olmayan bir yer için para harcamak ve askeri güç bulundurmak istemedi. Şimdi o parayı ve askeri gücü, değişen dış politika stratejisine uygun olarak, Çin’i (ve Rusya’yı) çevrelemek, sıkıştırmak amacıyla kullanacaklar. 

Özet olarak, olup biteni anlamak için moda deyimiyle “büyük resme bakıldığında”, aslında ABD’nin sarsılan emperyalist hegemonyasını yönetmeye çalıştığı görülüyor. ABD yönetimi, içeride Amerikan rüyasının, dışarıda ise hegemonyanın birbirine paralel olarak giderek gerilediğinin, belki de çöküşe doğru gittiğinin farkında ve işte bu gerilemeyi yönetmeye çalışıyor. Çin (ve Rusya’ya) karşı oluşturmaya çalıştığı ittifak ve Pasifik’e verdiği önem/öncelik ve yaptığı yığınak bu gerilemeyi yönetme çabalarından başka bir şey değil. Ayrıca, buradaki askeri uzmanlar ABD ordusunda da ciddi bir bozulmanın olduğunu, muharebe gücünden çok şey kaybettiğini ve bu bozulma durdurulamadığı takdirde kof bir güce dönüşme olasılığı bulunduğuna dair değerlendirmeler yapıyorlar. 

ABD, geri dönebilir mi?

ABD’nin bölgeye geri döneceğini ileri sürenler bu görüşlerini şu iki temel önermeye dayandırıyorlar: (1) ABD’nin Afganistan’ı başta Çin ve Rusya olmak üzere bölgeye istikrarsızlık (yani İslamcı terör ve kaos) yayan bir kaynak haline getirmek istediği ve (2) bunun sonucu olarak, Afganistan ve bölge iyice istikrarsızlaştıktan (ve haliyle insan hakları ihlalleri göz yumulamaz hale geldikten sonra) bölgeye kurtarıcı olarak döneceği tezi.

ABD’nin yukarıdaki paragrafta özetlendiği gibi bir “büyük akılla” hareket ettiğini veya strateji izlediğini ileri sürmek Amerikan emperyalizmine sahip olmadığı bir “süper akıl” bahşetmek olur. Benim baktığım yerden, Amerikan yönetiminin Afganistan konusunda böyle büyük bir akılla hareket ettiğini veya strateji izlediğini gösteren bir emare yok. Belki “Neden biz uğraşıyoruz. Rakiplerimiz olan komşularının başına bela olsun, onlar uğraşsınlar” demiş olabilirler. Bunun dışında, ABD’nin Taliban’ı (ve diğer İslamcı terör örgütlerini) o komşuların başına bela etmek ve istikrarsızlaştırmak için ayrıntılı-incelikli bir strateji oluşturup uygulayabilecek kapasitesinin olduğu fazlasıyla kuşkulu. ABD emperyalizmi üzerine yazan ve konuşanların gözden kaçırdıkları nokta, hegemonya zayıflarken -hatta çözülürken- ABD emperyalizmini yeniden üreten o emperyalist devlet aklının da epeyce niteliksizleştiği ve gücünden çok şey kaybettiği gerçeği. Amerikan emperyalizminin sonsuz kötülük potansiyeli olduğunu biliyoruz; ama yapabilirlik başka bir şey. ABD, içten de çürüyor. Belki umut diye gelen Biden’ın veya ardılının elinde patlamaz; ama bu gidiş fazla uzun sürmeyecek gibi görünüyor… ABD’nin bir türlü doğru anlayamadığı ve baş edemediği Çin de bu süreci kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor. Amerika’yı sürekli el yükseltmeye (dolayısıyla daha fazla yıpratmaya) zorlayan bir güç oyunu kuruyor ve ustaca oynuyor. 

ABD’nin Afganistan’a bir daha hangi nedenle olursa olsun dönebilmesi çok zor. Çünkü (1) ülkenin kim(ler) tarafından ve nasıl yönetileceği artık Amerika’nın umurunda bile değil. (2) Şimdi bütün Afganistan halkı ABD’ye düşman oldu, sadece Taliban değil. Bu durumda, dönmek istese bile karşısında kötü kaderine, cellâdının ellerine terk ettiği bütün bir Afganistan halkını bulacaktır. 

Hizmete hevesli taşeronlar

ABD, kendisinin dönemediği veya giremediği Afganistan’daki işlerini-ilişkilerini “Sahip! Senin işine yaramak istiyorum. Ne olur bana, senin gözüne girebileceğim bir görev bahşet. Ülfet etsek seninle ağyara ne” diye çırpınan “hizmete hevesli taşeronlar”ı aracılığıyla yürütmek isteyebilir; kendisi doğrudan işin içinde ol(a)mayacaktır. Efendisi için “Hulusi” niyet besleyen böyle taşeronlar her emperyaliste nasip olmaz. Yakın geçmişte ABD’nin işine yaramak için çırpınan böyle birini hatırlıyoruz: Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın “Bu ahmak benden bile Amerikancı” diye alay ettiği (ve gözünü kırpmadan harcadığı) Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos. F. Marcos’un başına ne geldiyse, günümüz Marcosgillerinin başına gelecek olan da odur.

Taliban’ın bildiği, dünyanın anlayamadığı…

Taliban yöneticileri adeta dünya medyasın starları haline geldiler. Her biri bir büyük TV kuruluşunun ekranından dünyaya ılımlı mesajlar veriyorlar (içeride ise bildiklerini okuyorlar). TV’lerde, basında gördüğümüz o ılımlı-aklıselim mesajlar vermeye çalışan yöneticiler Taliban’ın sadece bir kanadını (ve kendilerine çok yakın olanları) temsil ediyorlar ve söyledikleri de sadece o kanadı bağlayacaktır. Bu ılımlı mesajlar dünyadan kabul görme isteğine bağlanıyor. Buralarda Taliban’ı böyle mesajlar vermeye mecbur eden bir diğer olasılıktan söz ediliyor: Eli kulağında sayılabilecek bir “Gerçek İslam bu değil” kavgasında dünyayı hesaplaştığı rakiplerine karşı kendi yanında görme arzusundan 

Taliban’ın siyasi ömrünün uzun olmayacağını düşünenlerdenim. Burada benim gibi düşünenlerin sayısı az değil. Gerekçelerimi aşağıda birkaç maddeyle özetleyeceğim:

1. İnsan sermayesi eksikliği kendini her alanda çok ağır bir biçimde hissettirecek.

2. Kurulan derme çatma devlet yapısı ülkeyi idare etmeyi beceremeyecek.

3. Siyasi birlik sağlayan bir hükümet kurulamayacak.

4. Uygar dünya tarafından tanınmamak ülkeyi ekonomik olarak bitirecek.

5. Muhalefet güçlenecek ve uygar dünyadan uluslararası destek bulacak.

6. Uygar dünyanın dışlayıcı tavrı nedeniyle Çin (ve Rusya), Taliban’la ilişkilerinde dikkatli ve mesafeli olacak.

7. Taliban’ın ılımlı görünme çabaları, olası zikzakları ve iktidarı paylaşamama sorunları bir iç hesaplaşma, “Gerçek İslam bu değil kavgası” başlatacak. Bunun bir iç savaşa dönüşmesi yüksek olasılık.

Pakistan yönetiminin Taliban yöneticilerine kendi rejimleri gibi bir (Ilımlı!) İslami yönetim suflesi verdiğine dair bilgiler alıyoruz. Böyle bir İslami rejimin Taliban’ın yarısından fazlası için kabul edilemez, İslam dışı bir yönetim olarak görülme olasılığı çok yüksek. Taliban’ın “yeteri kadar İslami olmayan böyle bir şeriat rejimine” razı olması durumunda örgüt içinde (ve birlikte savaştıkları yabancı örgütlerle) bir “Gerçek İslam bu değil” hesaplaşmasının başlaması kaçınılmaz görünüyor (ekonomik tükeniş de bunu hızlandıracaktır). Bugün o ılımlı mesajları veren örgüt işte bu gerçeği görüyor ve olası bir iç hesaplaşmada dünyanın kendi yanlarında durmasını sağlamak için yatırım yapıyor. Yani Afganistan’ın geleceğinin kendisi olduğunu söylüyor ve oyunu ona göre oynuyor.

ÇİN AÇISINDAN DURUM

Çin'in bugüne kadar izlediği uluslararası ilişkiler-dış politika yaklaşımı “ekonomik ilişkiler aracılığıyla ülkeler arasında ilişkileri ilerletmek ve kalıcı hale getirmek (ve stratejik ilişkilere evrilmesini sağlamak)” olarak özetlenebilir. Bu politika görece de olsa istikrar ve yeterli güvenlik sağlayabilen bir devlet yapısının olduğu koşullarda iş görüyordu. Fakat Çin, bu defa bu politikanın yetersiz kaldığı belki de tıkandığı bir durumla karşı karşıya. Şimdi, bugüne kadar “ülkelerin iç işlerine karışmamak” ilkesiyle özenle kaçındığı siyasi ilişkilerin tam ortasına duruyor. Bu tabii ki Çin’in tercihi değildi; koşulların zorlamasıyla kendisini bu durumda buldu. ÇKP kaynaklarına göre, “Sorumlu bir büyük güç olan Çin’in dünya barışına ve istikrarına katkıda bulunma sorumluluğu ve yükümlülüğü var. Çin, komşusu Afganistan sorununun çözümüne katkıda bulunmazsa kendisini sorumlu bir büyük güç olarak kabul edemez”… Şimdi o “sorumlu bir büyük güç” ciddi bir sınavla karşı karşıya. Dünyanın kıyısından köşesinden bile dâhil olmaktan kaçındığı bir devasa sorunun çözümü için çabalamak ona kaldı.

İstikrarsızlık korkusu

Çin’in (ve Rusya’nın) korkusu, Afganistan’da oluşacak bir istikrarsızlığın büyüyüp bir iç savaşa dönüşmesi. Böyle bir iç savaş Pakistan’ı da önüne katarak bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyebilir. Büyük olasılıkla dünya bu iç savaşı bir “iç sorun” olarak gözden uzak tutacak ve hiç kimse müdahale etmeyecektir. O yüzden, bunun "çok kıyıcı" bir iç savaş olacağından endişe ediliyor. Çin, Afganistan'ın içine düşmesi olası bu felaketin farkında. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, "ABD ve NATO güçlerinin aceleyle geri çekilmesi Afganistan'daki güvenlik tehditlerini yoğunlaştırdı. Afganistan için üç önceliğimiz olmalı: Birincisi, savaşın Afganistan'da daha da yayılmasını, özellikle topyekûn bir iç savaşı önlemeliyiz. İkincisi, Afganistan içi müzakereleri mümkün olan en kısa sürede yeniden başlatmalı ve siyasi uzlaşma sağlamayı hedeflemeliyiz. Üçüncüsü, her türlü terörist gücün Afganistan'da zemin kazanmasını engellemeli ve Afganistan'ın bir daha asla teröristlerin sığınağı olmasına izin vermemeliyiz... Bu süreçte Taliban kendisini tüm terörist güçlerden açık bir şekilde ayırmalı " dedi. Çin’in Taliban’a hayırhah bir gözle bakmasının tek nedeni bu açıklamada da açıkça görülen endişe. Taliban’a dünyanın gözü önünde açıktan verdiği mesaj “Bütün ülkeyi temsil eden siyasi birliği sağlayın, istikrar ve güvenliği tesis edin. Ekonomiyi fazla sorun etmeyin, Çin yanınızda olacak” olarak okunabilir.

Çin’in Şincan-Uygur bölgesi hakkındaki endişeleri fazla büyütülüyor hatta Afganistan ilgisinin temel gerekçesi olarak gösteriliyor. Bölgeyi az-çok tanıyan biri olarak Çin'in bu kadar abartılı bir endişe taşımadığını söyleyebilirim; sadece her zaman olduğu gibi, sorunun gözden kaçmasına fırsat vermeyecek kadar dikkatli. Çin'e atfedilen bu abartılı endişe değerlendirmeleri bölgeye çoğunlukla dışarıdan bakanların (özellikle Çin karşıtlarının) "Çin'i zayıflatacak bir sorun bulma/çıkarma" umudu olarak görülebilir. Çin-Afganistan sınırı Uygur bölgesinde yer alan Vahan (Wakhan) koridoru boyunca (90km kadar) uzanır. Burası Çin’in çok rahatlıkla kontrol edebileceği bir bölge. Yani buradan radikal İslamcı Uygurların sızması mümkün değil. Şincan içinde ise artık ne köktendinci terörü örgütleyecek ne de hortlatacak kişi ve yapılar kaldı. Ya hapisteler ya da ülkeden kaçtılar. Çin, aslında Kuşak ve Yol projesi ve Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru projesinin zarar görmesinden endişe duyuyor. Oluşacak bir istikrarsızlık projeye bütün bir orta-iç Asya’da büyük zarar verir. 

Çin-Afganistan (ve Taliban) ilişkileri

Çin ile Taliban arasında ilk temas ve görüşmelerin ne zaman başladığı epeyce sis-pus arasına gizlenmiş olsa bile, 2014’ten beri Taliban’ın Çin’e ziyaretler yaptığı ve Çin hükümet yetkilileriyle görüştükleri biliniyor. Fakat bu ziyaret ve temaslar Çin tarafından hiçbir zaman “(resmi) ziyaret” olarak anılmadığı gibi bu konuda bir açıklama da yapılmadı. Bu konuda bilinenler Taliban yetkililerinin ziyaret sonrası yaptıkları açıklamalardan ibaret.

 

Çin, bugüne kadar Taliban’ı Afganistan’daki 20 kadar İslamcı terörist gruptan ayrı tuttu ve hiç “terörist” olarak anmadı. Bu konuda Taliban’ın Uygur bölgesindeki radikal İslamcı-gruplarla işbirliği yapmasını ve yardım etmesini önlemek için “yapıcı” bir dil kullanmak ve sürekli ilişkide kalmak isteği, Talibansız bir Afganistan’ın hayalden ibaret olduğunu görüp gelecekteki ilişkilere yatırım yapma isteği, gelecekte Afganistan’ı Pakistan üzerinden Kuşak ve Yol girişimine dâhil etme niyeti gibi faktörlerin rol oynadığı söylenebilir.

 

Bunların dışında, biraz spekülatif olmakla birlikte, çok önemli bir faktörden daha söz edilebilir. Şöyle ki, Çin, Sovyetler Birliği’nin (SB) Afganistan’ı işgal etmesine (1979) hep karşı çıktı ve Babrak Karmal hükümetini tanımadı. Bunda o yıllarda Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin ÇKP içinde yüksek kabul gören dış politika ilkesi olmasının payı olduğu gibi, işgalin Çin’in rakip ve tehdit olarak gördüğü Hindistan tarafından desteklenmesinin ve Çin’e karşı eylemlerde kullanılma riskinin de rolü olduğu bir gerçek. Bazı (güvenilir) kaynaklara göre, Çin’in işgale karşı çıkması diplomatik düzeydeki çabalar ve girişimlerden ibaret değildi. SB ordusuna karşı savaşan “Afgan mücahitler”e askeri teçhizat desteği de verildi. O günkü “mücahitler”in içinde bugünkü Taliban’dan, üst düzey yöneticilerinden birilerinin bulunması yüksek bir olasılık. Yani geçmişin tanışıklığı, iyi ilişkileri bugünkü ilişkileri de etkiliyor olabilir.

 

ABD’nin bıraktığı “boşluk”

“ABD'nin çekilirken geride bir boşluk bıraktığı ve bu boşluğu kimin dolduracağı” sorusu son günlerin en popüler yazı konularından biri. Fikir beyan edenlerin çoğu Çin'i işaret ediyorlar. “ABD'nin çekilmesinin vakum yaratan bir boşluk oluşturacağını ve bu boşluğu başta Çin (ve belki Rusya'nın da) doldurmak isteyeceğini” ileri sürüyorlar. Oysa Çin yönetimi Afganistan’da bir boşluk olduğunu düşünmüyor. Çin Komünist Partisi (ÇKP) kaynaklarına göre, “Afganistan’da doldurulması gereken hiçbir şey yok. Çünkü o topraklar Afgan halkının... Afganistan’ı Afgan halkı yönetir ve ülkenin sahibi Afgan halkıdır. Bu ilke Afganistan’ın sorunlarının sadece Afganların kendileri tarafından çözülebileceği ve başka bir ülke tarafından yönetilemeyeceği anlamına gelir. Bu aynı zamanda Afganistan’ın bir boşluk olmadığı, kendi kendisinin efendisi olduğu anlamı taşır. Afganistan büyük bir ülkenin avı değildir ve büyük ülkeler arasında devredilemez ve bölünemez. Afganistan’ın bir komşusu ve dostu olarak Çin, Afganistan’da uzlaşmayı teşvik etmeye devam edecek ve halkın iradesine saygı duyacaktır.” Görüldüğü üzere, Çin, ne Afganistan’da bir boşluk olduğunu kabul ediyor ne de birilerinin oluşacağını varsaydığı o boşluğu doldurma niyeti taşıyor. Yani emperyalist hegemonya savaşının bir parçası olmadığını söylüyor. 

Son söz niyetine

Bugün için Çin’in önünde başlıca dört ciddi gerçek-sorun duruyor: 

• Ortada bir devlet yapısı yok ve olacağı da kuşkulu.

• Kurulacak hükümetin yönetebilme becerisine sahip olup olamayacağı, istikrar ve güvenlik sağlayıp sağlayamayacağı belirsiz.

• Dünyanın uyguladığı siyasi ve ekonomik ambargoyu delmek Çin’e de bedel ödetebilir.

• Kabil’den dünyaya yayılan o yaralayıcı görüntüler ve kadınların feryadı Çin kamuoyunu ÇKP’nin (olası) Afganistan politikasının aleyhine çevirdi. Yaşanan can pazarını izleyen ve kadınların konuşmalarını dinleyen Çinliler sosyal medyada Çin yönetimini adeta topa tuttular. Çin sosyal medyası “Biz bu barbarlarla mı işbirliği yapıyoruz/yapacağız. Ülkemin bunlarla ilişki kurmasını istemiyorum. Ülkemin bir kuruşunun bile bu barbarlara gitmesini istemiyorum” diyen mesajlarla yıkılıyor.

Her şey bir tarafa, şu anda görünen tek gerçek “belirsizlik”. Gerek bölgede gerek dünyanın geri kalanında şu anda kimse ne yapacağını, hangi adımları atacağını tam olarak kestiremiyor, Taliban bile…