28 Temmuz 2021 Çarşamba

ABD Afganistan'dan çekilirken Çin-2: Çin, Afganistan’da neyin peşinde?

28.07.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Çin Komünist Partisi (ÇKP) kaynaklarına göre “Afganistan’da doldurulması gereken hiçbir boşluk yoktur. Çünkü o topraklar Afgan halkının... Afganistan’ı Afgan halkı yönetir ve ülkenin sahibi Afgan halkıdır. Bu ilke Afganistan’ın sorunlarının sadece Afganların kendileri tarafından çözülebileceği ve başka bir ülke tarafından yönetilemeyeceği anlamına gelir. Bu aynı zamanda Afganistan’ın bir boşluk olmadığı, kendi kendisinin efendisi olduğu anlamı taşır. Afganistan büyük bir ülkenin avı değildir ve büyük ülkeler arasında devredilemez ve bölünemez. Afganistan’ın bir komşusu ve dostu olarak Çin, Afganistan’da uzlaşmayı teşvik etmeye devam edecek ve halkın iradesine saygı duyacaktır.” Görüldüğü üzere, Çin, ne Afganistan’da bir boşluk olduğunu kabul ediyor ne de birilerinin oluşacağını varsaydığı o boşluğu doldurma niyeti taşıyor. “Boşluk doldurma” üzerine döktürenlere gözlerini Çin’e değil Hindistan’a çevirmelerini öneririm.

Çin-Afganistan ilişkileri

Çin, sanırım iki tarafla (mevcut Afgan hükümeti ve Taliban) da konuşabilen, iyi ilişkilere sahip ve iki tarafın da saygı duyduğu tek ülke. Afganistan hükümetiyle görüşmeyi yıllarca reddeden Taliban’ın ABD’nin çekilme kararının ardından hükümetle görüşmeye ikna edilmesinde Çin’in (ve Pakistan’ın) büyük payı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. 

Çin ile Taliban arasında ilk temas ve görüşmelerin ne zaman başladığı epeyce sis-pus arasına gizlenmiş olsa bile, 2016’nın biraz daha öncesinden beri Taliban’ın Çin’e ziyaretler yaptığı ve Çin hükümet yetkilileriyle görüştükleri biliniyor. Fakat bu ziyaret ve temaslar Çin tarafından hiçbir zaman “resmi ziyaret” olarak anılmadığı gibi bu konuda bir açıklama da yapılmadı. Bu konuda bilinenler Taliban yetkililerinin ziyaret sonrası yaptıkları açıklamalardan ibaret. 

Bildiğim kadarıyla Çin, bugüne kadar Taliban’ı Afganistan’daki 20 kadar İslamcı terörist gruptan ayrı tuttu ve hiç “terörist” olarak anmadı. Bu konuda Taliban’ın Uygur bölgesindeki radikal İslamcı-gruplarla işbirliği yapmasını ve yardım etmesini önlemek için “yapıcı” bir dil kullanmak ve sürekli ilişkide kalmak isteği, Talibansız bir Afganistan’ın hayalden ibaret olduğunu görüp gelecekteki ilişkilere yatırım yapma öngörüsü, gelecekte Afganistan’ı Pakistan üzerinden Kuşak ve Yol girişimine dâhil etme niyeti gibi faktörlerin rol oynadığı söylenebilir. Bunların dışında, biraz spekülatif olmakla birlikte, çok önemli bir faktör daha olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, Çin, Sovyetler Birliği’nin (SB) Afganistan’ı işgal etmesine (1979) hep karşı çıktı ve Babrak Karmal hükümetini tanımadı. Bunda o yıllarda Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin ÇKP içinde yüksek kabul gören dış politika ilkesi olmasının payı olduğu gibi, işgalin Çin’in rakip ve tehdit olarak gördüğü Hindistan tarafından desteklenmesinin ve Çin’e karşı eylemlerde kullanılma riskinin de rolü olduğu bir gerçek. Bazı (güvenilir) kaynaklara göre, Çin’in işgale karşı çıkması diplomatik düzeydeki çabalar ve girişimlerden ibaret değildi. SB ordusuna karşı savaşan “Afgan mücahitler”e askeri teçhizat desteği de verildi.

O yıllarda Deng Xiaoping yönetimindeki Çin, bir taraftan “reform ve açılım” politikalarını hayata geçirme hazırlığı yaparken SB ile ilişkilerini de normalleştirmeye çalışıyordu. SB’nin Afganistan’dan çekilmesi talebini ilişkileri normalleştirmenin ön koşulu olarak ısrarla dile getirdi. Çin’in “mücahitler”e yaptığı yardımın, verdiği desteğin SB-Çin görüşmelerinin bir noktasında veya SB, Afganistan’dan çekilirken son bulduğu söyleniyor. O günkü “mücahitler”in içinde bugünkü Taliban’dan, üst düzey yöneticilerinden birilerinin bulunması bence yüksek bir olasılık. Yani geçmişin tanışıklığı, iyi ilişkileri bugünkü ilişkileri de etkiliyor olabilir. 

Ekonomik ilişkiler

Çin-Afganistan arasındaki ekonomik ilişkiler hakkında ortalıkta fazlasıyla abartılı rakamlar dolaşıyor. Sanırım amaç Afganistan’ın Çin için çok önemli olduğu ve Çin’in ABD’nin bıraktığı rolü üstlenmek (“boşluğu” doldurmak) isteyeceğine dair bir yanılsama oluşturmak. Oysa, 2018 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 700 milyon dolar civarındaydı ve o gün bu gündür anlamlı bir artış göstermedi. Afganistan’daki Çin yatırımlarının toplamı 400 milyon dolar civarındadır (Afganistan’a yaptığı hibe ve yardımların ise 250-300 milyon dolar civarında olduğu söyleniyor). Bu yatırımların en başlıcaları Kabil’in güneydoğusundaki Aynak bakır madeni ve kuzeyindeki Amuderya petrol sahası projesidir. Bununla birlikte, güvenlik durumunun ciddi şekilde bozulması nedeniyle, Çinli şirketler üstlendikleri projelerin yüzde 1’inden bile azını tamamlayabildiler. 

Çin neyi amaçlıyor?

Prof. Zhang Jiadong, “Afgan meselesi Çin’in temel çıkarlarına dokunmuyor. Buna rağmen, Çin’in büyük bir güç olarak dünya barışına ve istikrarına katkıda bulunma sorumluluğu ve yükümlülüğü var. Afganistan Çin’in komşusu. Çin, komşusu Afganistan sorununun çözümüne katkıda bulunmazsa kendisini sorumlu bir büyük güç olarak kabul edemez” diyor. 

Yukarıdaki değerlendirmesine benim de büyük ölçüde katıldığım Prof. Jiadong, siyasi içerikli bir yaklaşım ve girişimden yani Çin açısından ekonomik ilişki-işbirliğinin tıkandığı bir noktadan söz ediyor. ABD-NATO güçleri tarafından sağlanan güvenlik veya azaltılan güvenlik tehdidi ortamında Afganistan hükümeti görece de olsa bir istikrar sağlayabiliyordu. Bu görece istikrarlı koşullarda Çin, Afganistan’la ekonomik ilişkiler geliştirebildi. 

ABD-NATO güçleri bir anlamda Çin’in Afganistan’daki yatırımlarının-ekonomik çıkarlarının da güvenliğini sağlıyordu. Şimdi öncelikli sorun güvenlik. Bu güvenliğin sağlanması ancak savaşan tarafların uzlaşmasını hedefleyen bir siyasal sürecin başlatılması (müzakereler) ve savaşın sonlanmasıyla mümkün. Aksi halde, Afganistan’dan başlayıp Pakistan’ı da içine alarak kuzeye doğru yayılması olası bir bölgesel istikrarsızlık bütün bölge ülkelerinin ortak kaygısı. İki tarafla da konuşabilen ve iki tarafın da saygı duyduğu Çin’in bu çok karmaşık ve zor sorunun çözümünü hedefleyen siyasi süreçte “sorumlu bir dünya gücü” olarak nasıl bir rol üstleneceği başta ABD olmak üzere herkesin merak ettiği konu. 

Görünmeyen, kaybeden komşu Pakistan

Adı pek anılmasa bile, savaşın bir kaybedeni daha var: Pakistan. Üstelik üç yönlü bir kaybı söz konusu:

1-Afganistan’dan göç eden İslamcıların Pakistan’ın kültürel-siyasal dokusunda açtıkları yara ülkenin bugünkü çürümeye yüz tutmuş yapısının belki de en başta gelen nedenidir. İslamcı gericiliğin boğduğu ülke insan sermayesini büyük ölçüde kaybetti. Her anlamda geri gitti ve gittikçe ağırlaşan bir yoksulluğun pençesine düştü. Son 5-8 yıl içinde Çin ile kurduğu ekonomik ilişkiler sayesinde biraz nefes alabildi.

2-El-Kaide, CIA taşeronu olan Pakistan istihbaratı tarafından kuruldu, desteklendi ve büyütüldü. Afganistan-Pakistan sınırı El-Kaide ve Taliban tarafından adeta lojistik üssü olarak serbestçe kullanıldı. SB’nin dağılmasının ardından ABD, Afganistan’ı ve dolayısıyla besleyip büyüttüğü İslamcı grupları terk etmesine rağmen, Pakistan bu grupları desteklemeye devam etti. Pakistan (istihbaratı) ile bu terörist gruplar arasında ideolojik yakınlık içeren-yakınlıktan kaynaklanan ilişkiler ABD-Pakistan ilişkilerinin bozulmaya başlamasının asıl nedeni olarak gösterilir. Çin ile giderek gelişen ekonomik-siyasi işbirliği ilişkilerdeki bu bozulmayı daha da derinleştirdi. İlişkilerdeki bu bozulmanın sonucu Pakistan için dünyadan kredi bulamamak ve Suudi Arabistan’ın cömert hibelerinden mahrum kalmak oldu.

3-İslamcı gruplara verdiği destek mevcut Afganistan hükümetinde ve hükümeti destekleyen Taliban karşıtı halkta ağır bir Pakistan karşıtlığına hatta nefretine yol açtı. Bu insanlar Pakistan’ı “Afganistan’ın mahvından” sorumlu tutuyorlar.

ABD Afganistan’dan çekilirken Çin -1: Oluşan boşluğu kim dolduracak?

 23.07.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

"ABD'nin Afganistan'da bıraktığı tek miras savaşın parçaladığı bir ülke, utanç ve felakettir.” (Afganistan eski Devlet Başkanı Hamid Karzai)

Karzai, AP'ye verdiği bu röportajın devamında şunları söylüyor: "Afganistan'a aşırıcılıkla mücadele etmek ve istikrarı sağlamak gibi net bir hedefle geldiler. Fakat aşırılık bugün zirveye ulaştı. ABD ve NATO'nun askeri eylemleri aşırılıkçılığı veya terörizmi değil Afganların köylerini ve evlerini hedef aldı. Afganistan'da Afgan halkı için hapishaneler kurdular."

Emekli bir general ve askeri-siyasi analist olan Atequllah Omarkhil, Çin haber ajansı Xinhua'ya verdiği demeçte "Yirmi yıl sonra, ABD, Afganistan'ı ülkeyi kasıp kavuran bir savaş ve şiddete terk etti. ABD önderliğindeki güçlerin Afganistan'daki 20 yıllık varlığının mirası, acımasız bir savaş ve isyandan başka bir şey değil. Devam eden savaş ve yıkım ABD liderliğindeki askeri işgalin sonucu" diyor.

Afganistan hükümetinde görev yapan üst düzey bir yetkili ise şu görüşleri dile getiriyor: "ABD buraya gelirken bize sormadı ve giderken de bize danışmadı. Şimdi Taliban, ABD'yi düşman olarak görürken Afgan hükümeti ise sadece kendi çıkarını düşünen (bencil) bir kaçkın olarak görüyor."

İmparatorluk mezarlığı

Tarihsel olarak Afganistan, kuzeyden gelenlerin Güney Asya'ya geçmek için kullandıkları ana stratejik koridor olarak bilinir. Bir yüzyıl içinde (1839-1919 arası) Afganistan’la üç kez savaşan (işgale kalkışan) Britanya İmparatorluğunun amacı kuzeye Orta Asya'ya uzanmak ve böylece Hindistan'ın kuzey savunma hattını kurmaktı. Sovyetler Birliği (SB) için Afganistan, güneye Hint Okyanusu'na inmenin en kısa yoluydu. Fakat SB, Afganistan'a bu nedenle değil ABD ile oynadığı stratejik oyunun bir sonucu olarak girdi. Soğuk Savaş döneminde, ABD'nin Yeşil Kuşak Projesi, SB'yi güneyden de yani Afganistan üzerinden kuşatmayı ve bu projeyi Orta Asya'ya doğru genişletmeyi amaçlıyordu. ABD'nin SB'ye dönük bu tehdidi SB'nin 1979'da Afganistan'ı işgal etmesiyle sonuçlandı. Rusya'ya büyük kayıplar verdiren işgal 1989'a kadar sürdü.

SB'nin dağılmasının ardından ABD, Afganistan'dan fiilen vazgeçti, ta ki 11 Eylül saldırısına kadar. Kurduğu, desteklediği, eğitip donattığı İslamcı örgütler terk edilmenin de acısıyla artık düşman saydıkları Amerika'ya saldırınca işin rengi değişti. Prof. Dr. Zhang Jiadong'a göre, "ABD'nin Afganistan'a müdahalesi bu saldırılara karşı bir misilleme olarak görülmelidir. NATO'yu da peşine takarak bu misillemeyi yapmasa, hegemonik bir güç olarak prestiji ciddi şekilde zarar görecek ve uluslararası konumu sarsılacaktı... Oysa, Afganistan, ABD'nin temel çıkarlarını ilgilendirmiyor. ABD'nin stratejik tereddüdü ve orada bulunma amacının-hedefinin belirsizliği, ABD'nin Afganistan'daki başarısızlığının nedenidir."

Savaşın kaybedenleri

Afganistan'ı işgal eden hiçbir ülke ABD gibi çekilmedi. Üç kez işgal eden (işgal etmeyi deneyen) İngiltere her defasında bir anlaşmayla çekildi. Rusya, Cenevre görüşmeleri sonrası imzalanan anlaşma uyarınca çekildi. ABD'nin çekilmesi tası tarağı toplayıp (hatta geride büyük miktarda askeri malzeme bırakarak-imha ederek) arkasına bakmadan kaçmayı çağrıştırıyor. "Peki, ABD çekilme için neden bütün dünyanın utanç verici bulduğu böyle bir yol izledi?" sorusu sanırım bugünlerde üzerinde en fazla spekülasyon yapılan konuların başında gelir. Bu soruya yazının ilerleyen bölümlerinde döneceğim.

Savaşın kaybedeninin ABD ve peşine taktığı müttefikleri (NATO) olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. Afganistan'a müdahale ederken, tıpkı kendinden öncekiler gibi Afganistan'ı kendi dış politika hedeflerine uygun olarak kendi ideolojisi ile yeniden inşa etme niyeti taşıyordu. Yirmi yılın sonunda, gücü kuşkulu yönetimler-hükümetler aracılığıyla Afganistan devletini bir ABD kuklası olarak yeniden inşa etme hedefi karaya oturdu. ABD-NATO açısından sonuç, savaşı ancak pat durumunda tutabilmek oldu. Bir diğer sonuç, Afganistan'ı bütün İslamcı teröristler için savaş-eğitim üssü ve barınak haline getirmeleri oldu. Tıpkı emekli general ve askeri-siyasi analist Omarkhil'in yazının başında andığım demecinde dediği gibi: "2001'de Afganistan'da sadece Taliban ve El Kaide faaliyetteydi. Bugün, IŞİD dahil 20'den fazla İslamcı terörist grup aktif."

Savaşın zarar göreni ise hiç kuşkusuz Afgan halkıdır. Şimdi Afgan halkı zarar görmekten daha fazlasına maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Taliban (ve işbirliği yaptığı diğer İslamcı gruplar) iktidarı mevcut Afgan hükümetiyle paylaşmayı kabul etmedikleri takdirde -ki eninde sonunda öyle olması bence yüksek olasılık- Afganistan’ı bir felaketin, çok kıyıcı bir iç savaşın beklediği konusunda neredeyse herkes hemfikir. Böyle bir iç savaş için "çok kıyıcı" olacaktır diyorum çünkü bu durumda artık hiç kimsenin müdahale etmeyeceğini düşünüyorum. Kimin kazandığı veya kimin kaybettiği korkarım kimsenin umurunda olmayacaktır. Tıpkı bugün Afganistan’ı terk eden ABD'nin ülkeyi kimin ve nasıl yöneteceği artık hiç umurunda olmadığı gibi...

Çin felaketin farkında

Çin, Afganistan'ın içine düşmesi olası bu felaketin farkında. Geçenlerde Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, "ABD ve NATO güçlerinin aceleyle geri çekilmesi Afganistan'daki güvenlik tehditlerini yoğunlaştırdı. Afganistan için üç önceliğimiz olmalı: Birincisi, savaşın Afganistan'da daha da yayılmasını, özellikle topyekûn bir iç savaşı önlemeliyiz. İkincisi, Afganistan içi müzakereleri mümkün olan en kısa sürede yeniden başlatmalı ve siyasi uzlaşma sağlamayı hedeflemeliyiz. Üçüncüsü, her türlü terörist gücün Afganistan'da zemin kazanmasını engellemeli ve Afganistan'ın bir daha asla teröristlerin sığınağı olmasına izin vermemeliyiz... Bu süreçte Taliban kendisini tüm terörist güçlerden açık bir şekilde ayırmalı " dedi.

Çin ve Rusya için tuzak mı?

"ABD'nin bıraktığı boşluğu kim dolduracak?" sorusu sanırım bu günlerin en popüler yazı konularından biri. Fikir beyan edenlerin çoğu Çin'i işaret ediyor. Bu soruyu soran ve görüş dile getirenler iki sayıltıyla hareket ediyorlar: (1) ABD'nin çekilmesinin bölgede Çin ve Rusya'ya ciddi etkileri olacak bir istikrarsızlık yaratmayı amaçladığını düşünüyorlar. Dolayısıyla, bu çekilmenin ülkede vakum yaratan bir boşluk oluşturacağını ve (2) bu boşluğu başta Çin (ve belki Rusya'nın da) doldurmak isteyeceğini ileri sürüyorlar.

Bence, dile getirilen görüşlerin çoğunun aksine, Afganistan'ın ABD için stratejik bir önemi yok. İslamcı teröristler gerekçesiyle, ABD artık stratejik bir önemi kalmadığı için daha önce terk ettiği bu ülkeye müdahale etti. Orada 20 yıl boyunca bir bataklığa saplandı, müdahale etmeye karar verirken belirlediği hedeflerin hiçbirine ulaşamadı, Afgan halkı ve kendi askerlerinden binlerce insanın canına mal olan savaşın mali bedeli de çok büyük oldu. Buna karşılık, ordunun önemli sayılabilecek bir bölümünü Amerika için stratejik önemi olmayan bir bölgede tutmak zorunda kaldılar. ABD, "büyüyen Çin'in tehdidi" ile başa çıkmak için tüm kaynaklarını kullanmaya, en iyi ihtimalle üçüncü sırada yer alan konulara ise büyük kaynak ayırmamaya karar verdi. Şimdi o askeri ve mali kaynakları (ve NATO gücünü) Çin ve Rusya'yı kuşatmak ve sıkıştırmak için "verimli" şekilde kullanmayı deneyecekler. Ben, Afganistan'dan bu nedenlerle (kaçarcasına) çekildiğini düşünüyorum. ABD'nin önceliği şimdi bu, Afganistan'ın artık umurlarında bile olduğunu sanmıyorum.

Çin'in üç çocuk politikası: Siz yapın, biz bakalım…

21.06.2021 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Devrimin (1949) hemen öncesinde, Çin’de yaşam beklentisi ortalama 35 yıl, nüfus ise yaklaşık 540 milyondu. Devrimden sonra, 1976’da, ortalama ömür 66 yıla, nüfus ise 940 milyona yükseldi. Bebek ölüm oranı binde 227'den binde 55'e kadar düştü. Mao, başlarda artan nüfusun ülkeyi güçlü kılacağına inansa bile sonraları bu düşüncesini esnettiği görülüyor. Deng Xiaoping, Mao’dan farklı bir görüşe sahipti ve bu nüfus artışını Çin için tehlike çanı olarak görüyordu. 1970’lerin başlarında, uzmanlar Çin'in için ideal nüfusun 700 milyon olduğunu belirtmişlerdi. Ayrıca, her ailenin 3 çocuğa sahip olması durumunda, nüfusun 2060'a kadar 3 milyarı ve 2080'e kadar 4 milyarı aşacağını hesapladılar. Çin, bu fazlasıyla büyük nüfusa yetecek kaynaklara sahip değildi. Uzmanlar ülke nüfusunun 20. yüzyılın sonuna kadar 1,2 milyar civarında kontrol altına tutulması gerektiğini söylüyorlardı. Sonunda yetkililer nüfus artışını yavaşlatacak bir aile planlaması kampanyasına karar verdiler. 

Wan, Xi, Shao

Bu Çince ifadeler 1973'te başlatılan ve 1979'a kadar yürürlükte olan “aile planlaması kampanyası”nın sloganıydı. Türkçesi “daha geç, daha uzun, daha az” olan bu slogan "daha geç evlilik yap, daha uzun aralıklarla çocuk yap (en az üç yıl aralık zorunluydu), daha az çocuk yap" anlamına geliyordu. Çocuk sayısı için üretilen slogan ise "Bir (çocuk) az, iki tam karar ve üç fazla" idi. Bu kampanya 1970'de 5,9 olan toplam doğurganlık hızının 1979'da 2,7'ye düşmesini sağladı. Evlilik için kentlerde erkeklerin 25, kadınların 23; kırsal alanlarda sırasıyla 23 ve 21 yaşlarını doldurmuş olmaları gerekiyordu. Kampanya kapsamında, doğum aralıkları ve evlilik yaşları dışında bir yasal zorunluluk yoktu.

Tek çocuk politikası

İlk olarak 1978'de bazı bölgelerde aileler tek çocuk sahibi olmaları için teşvik edildiler. Aslında bu, yakında tüm ülkede uygulamaya konulacak olan politikanın pilot uygulamasıydı. Deng, nüfus artışındaki azalmayı yeterli bulmuyordu. Projeksiyonlar da nüfusun artmaya devam edeceğini gösteriyordu. Deng, o günlerde o meşhur ekonomik reform programını hazırlıyordu ve programının başarısı ve hedeflediği refah artışını sağlayabilmek için nüfusun sınırlandırılmasını gerekli görüyordu. Böylece, on yıllık iki çocuk politikasının ardından, 1980'de (istisnalar dışında) tek çocuk uygulaması ve katı yaptırımlar uygulama konuldu. Deng’e göre,”Çok sayıda çocuk yapmak yoksulluğun kısır döngüsünü kırmak yerine daha fazla yoksulluğa yol açmaktadır”.

İstisnalar

-Başta Uygurlar olmak üzere bütün azınlıklar (kırsal-kentsel alan ayrımı olmaksızın) tek çocuk uygulamasından muaftı.

-1980'lerin ortalarından başlayarak, sadece kırsal kesimdeki ailelere ilk doğan çocuk kız ise, doğum arasında dört yıl olması koşuluyla, ikinci çocuğa izin verildi.

-İlk çocuğu bedensel veya zihinsel engelli olan tüm ailelerin iki çocuk sahibi olma hakları vardı.

-Babanın ölüm riski barındıran işlerde (madencilik gibi) çalışması halinde, aile ikinci çocuğa sahip olabiliyordu.

-Her iki ebeveynin de önceki evliliklerinden tek çocuğa sahip oldukları durumlarda ikinci çocuğa izin vardı.

Cezalar

Zorla kürtaj haberleri Batı’nın Çin hakkında dezenformasyon yaymak için uydurduğu rezil bir yalandır. Kadınların kürtaja kolay erişiminin sağlanması (ve kırsal bölgelerde çevreden gelen kürtaj baskısı) zorla kürtaj, diğer doğum kontrol yöntemlerini kullanmaya teşvik edilmeleri ise kısırlaştırma haberleri olarak Batı’nın “saygın” basınının sayfalarını süsledi.

“Tek çocuk politikası”na uyulmaması durumunda bir dizi ceza uygulanmaktaydı. Ebeveynler memursa veya kamuya ait işletmelerde çalışıyorlarsa, bu, işlerini kaybetmeleri anlamına geliyordu. Ancak çoğunluk için cezalar, para cezası, çocuk yardımlarının kesilmesini ve hamilelik takibi, doğum ve bakım gibi tıbbi hizmetler için yüksek ücretler ödenmesini içeriyordu.

İki çocuk politikası

Çiftlerin iki çocuk sahibi olmalarına izin veren politika 2013’ten 2015 sonuna kadar iki-üç küçük düzeltme yapılarak 2016 en kapsamlı halini aldı. Peki, 35 yıl boyunca tek çocuk diye direten Çin yönetimi neden iki çocuğa izin verme gereği duydu? Bunun için başlıca şu üç neden sayılabilir:

-Doğurganlık oranlarındaki düşüş ülkenin işgücü avantajını kaybetmesi riskini doğurdu.

-Erkek çocuğa sahip olmak isteyen ailelerin fazlalığı erkek-kadın oranında ciddi bir dengesizlik ortaya çıkardı –kızların kürtajla aldırılması yaygındı. Erkek-kadın oranı 108:100 idi.

-Düşük doğurganlık oranı, yaşlılık oranında artışa yol açtı ve bu da hükümetin sosyal güvenlik harcamalarını artırdı.

“Çocuk berekettir”

Geleneksel olarak Çinliler "daha çok çocuk, daha fazla bereket" derler. Bu kültürel kodun da ruhuna uygun olarak, beş yıldır “iki çocuk" politikası uygulanıyordu ama sonuç pek beklendiği gibi olmadı. 2019 yılında doğan nüfusta ikinci ve daha fazla çocuk oranının yüzde 59,5'e ulaştığı, tek çocuk oranın ise %40,5 olduğu söyleniyor. Amaç hâsıl olmuş gibi bir izlenim uyandıran bu oransal verilerin bulandırdığı suya biraz yakından yani doğum sayılarına bakıldığında beklenen sonuçlara ulaşılamadığı görülüyor. Aile Planlaması Komisyonu’nun öngörüsü, dört yıl içinde (2016-19) yıllık doğum sayısının 2016’da 17,67 milyon, 2017’de 20,23 milyon, 2018’de 20,82 milyon ve 2019’da 19,82 milyon olacağı ve zirvenin 2018'de gerçekleşeceği yönündeydi. Fakat öngörülen gerçekleşmedi. Resmi veriler doğum sayısının 2016’da 17,86 milyon ile zirveye ulaştığını ve 2018’de önemli bir düşüş olduğunu, 2019’da ise sadece 14.65 milyon olduğunu gösteriyor. Bazı uzmanlar ise, otuz beş yılda biriken ikinci çocuğa sahip olma arzusunun tatmin edilmesiyle, zaman içinde ikinci çocuk sayısının düşeceğini söylüyorlar. 

Doğum sayılarında düşüş

Peki, doğum sayıları neden artmadı; aksine düştü? Nüfus İstatistikleri İdaresi, doğum yıllarına bağlı üreme dönemine giriş/doğurganlık oranları vs gibi bazı istatistiksel açıklamalar yapsa bile, bence mevzu bu kadar basit değil. Başka bir gerçeği yani tek çocuk politikasının kadınları anlamlı ölçüde özgürleştirdiği gerçeğini görmek gerekiyor. Bu sonuç, bu politikanın başta kimsenin aklına gelmeyen, amaçlanmamış “yan etkileri”nden biri. Kadınları kuluçka makinesi olarak gören ve onlara annelik görevi adı altında ev işlerinin zorunlu hizmetçiliği rolü biçen ilkel erkek aklı bu sürecin kaybedeni oldu (bu ilkellik günümüzde en açık biçimde memlekete musallat olan siyasal İslamcılarda temsil edilmektedir). Geçmişte çok sayıda çocuğa ve aileye bakmak zoruna kalan kadınlar bu ağır yükten kurtuldular ve işgücüne katılmanın avantajıyla (ekonomik özgürlük) kariyerlerini veya hobilerini sürdürmek için zaman bulabildiler. Bu politikanın bir diğer "yan etkisi", geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri kavramını zayıflatması oldu. Çinli kadınlar daha iyi eğitim alabildiler ve kariyer fırsatları için erkeklerle rekabet etmeye başladılar.

Bunlara ek olarak, bence bir diğer etmen insanların çocuk sahibi olma isteğinin önemli ölçüde azalması. Prof. Yang Chenggang'a göre, “Doğurganlık hızı ile sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında ters orantılı bir ilişki vardır. İkame seviyesinin altındaki mevcut doğurganlık oranlarının tümü gelişmiş ülkelerdir. Bu seviyenin üstündekiler çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerdir. Hızlı ekonomik gelişme, sanayileşme ve kentleşmenin artması, nitelikli işgücü gereksinimi, eğitimin yaygınlaşması, kadınların işgücüne katılım oranının artması vb değişiklikler doğurganlık hızının düşmesine yol açmaktadır”. Tam da Birleşmiş Milletler’in “En iyi doğum kontrol yöntemi gelişme”dir sözüne uygun olarak…

ve üç çocuk

İki çocuk politikasına neden gerek duyulduysa, üç çocuk politikasına da o yüzden gerek duyuldu. Daha doğrusu, iki çocuk uygulamasıyla istenilen sonuca ulaşılamamış olması yüzünden. Bence, üç çocuk politikasını çocuk yapma sınırının kaldırılması izleyebilir. 

2019 yılında, hükümet “daha fazla çiftin iki çocuk sahibi olmasını teşvik etmek amacıyla, tüm yerleşim birimlerinin bebek ve 3 yaş altı çocuklar için bakım hizmetleri oluşturmaları veya geliştirmelerinin teşvik edilmesi ve mevcut çocuk bakım hizmetlerinin iyileştirmesine dair” bir belge yayınladı. Şimdi, üç çocuğa izin veren politikayla birlikte, bunlara bazı maddi yardımlar, eğitim ve sağlık gideri yardımlarının ekleneceğini duyuyoruz. 

Ulusal İstatistik Bürosu'nun verileri 1970'den önce ülkenin toplam doğurganlık hızının ortalama 5,8 civarında olduğunu, 1991'den beri düşmeye devam ettiğini, 21. yüzyılda biraz daha düştüğünü gösteriyor. Uzmanlara göre, “Ülkenin toplam doğurganlık hızı uyarı çizgisinin (yani 1,5) altına düştü ve nüfus gelişimi kritik bir noktaya geldi. Genel olarak, toplam doğurganlık hızı 2,1 düzeyinde olduğunda her nesildeki insan sayısı sabit olabilir. Bu seviyenin altına düştüğünde, nüfusta azalma riski oluşur ve bunun sonucunda bir dizi sosyal sorun ortaya çıkabilir”. Bütün bu “iki çocuk”, “üç çocuk politikası”nın özeti işte bu; yani toplam doğurganlık hızını 2,1 düzeyine, belki biraz daha üstüne, çıkarabilmek.

Geçenlerde TV’de gözüme çarpan bir sokak röportajında, muhabir bir kadına “üç çocuk yapacak mısınız?” diye sordu. Genç kadının verdiği “Git buradan! Çocuklara bakmamıza yardım edecek misin? Ev verecek misin?” cevabı bence her şeyi özetliyor.