23 Aralık 2020 Çarşamba

Diktatörün son günleri

 23 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayımlanmıştır


Genel kuraldır; diktatörlerin yakın çevresi dalkavuk ruhlu yanaşmalar, işe yaramazlar, döküntülerle doludur. Çünkü başkasına tahammül edemezler. Fakat, bir istisna olarak, Filipinler devrik diktatörü Ferdinand Marcos’un yakın çevresinde olup biteni anlayabilen, gerçeği görebilen bir kişi varmış: Savunma Bakanı Juan P. Enrile. Bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde döneceğim. Önce biraz kronolojik bilgi:

-16 Ekim 1985 - ABD Başkanı Reagan'ın özel elçisi Senatör Paul Laxalt, Marcos'u ziyaret eder ve ülkedeki krizlerle (ekonomik kriz ve güçlenen komünist isyan vs) baş etme konusunda bir endişe mesajı iletir. Marcos, durumun ve isyanın kontrol altında olduğuna dair güvence verir.

-3 Kasım 85 - Washington'un güvensizlik bildirdiği ve ekonomi politikalarında değişiklikler yapması ve demokrasi, hukuk ve insan hakları alanındaki ağır gerilemenin (çürümenin) giderilmesi için baskı yaptığı Marcos, bu baskı karşısında görev süresinin bitimini (1987) beklemeden erken seçim kararı alır.

-15 Şubat 86 - Filipinler Meclisi Marcos'u seçimin galibi ilan eder.

-16 Şubat 86 - Muhaliflerin Başkan adayı Corazon Aquino, seçim zaferini ilan ederek Marcos’u seçimi çalmakla suçlar. Marcos’u devirmek için bir sivil itaatsizlik kampanyası, grev ve boykot programını duyurur. 

-19 Şubat 86 - ABD Dışişleri Bakanı George P. Shultz, Filipinler seçimlerinde Marcos yönetimi tarafından ''sistematik ve yaygın hile yapıldığını ve şiddet uygulandığını'' açıklar ve bu durumu kınar. 

-20 Şubat 86 - Marcos, bu kınamayı “yabancıların ülkenin iç işlerine müdahalesi” olarak sunar ve kınar. Seçilmesini protesto etmek için sivil itaatsizliğe başvuran muhaliflerin ayaklanma ve isyan ile suçlanacaklarını duyurur ve yabancı güçlerle işbirliği yapmakla suçlar.

-21 Şubat 86 - Marcos, artan baskı karşısında, kendisini eleştiren yabancıları "günümüzün modern emperyalistleri" olarak nitelendirir ve Filipinlilerin yurtdışından gelen emirlere boyun eğmeyeceklerini söyler. İyice köşeye sıkışmaya başlayınca öfkesini kontrol edemez hale gelmiştir. Utanç verici bir dil kullanmaya başlar ve muhalefeti açıktan tehdit eder.

-22 Şubat 86 - Savunma Bakanı Juan P. Enrile ve Gn. Kurmay Başkan Yardımcısı General Fidel V. Ramos, hileli cumhurbaşkanlığı seçimi ve hükümetin yıllarca yaptığı suistimalleri protesto etmek için hükümetten istifa ettiklerini ve Marcos’la yollarını ayırdıklarını açıklarlar. Sonrası malum: Kurduğu suç örgütünün 80 elebaşısı ile birlikte Marcos’un ülkeden kaçışı. (ayrıntılar için 03.06.2020 tarihinde yayımlanan "Diktatörün Düşüşü" başlıklı derlemeye bakılabilir).

Marcos erken seçim kararı aldığında aslında her açıdan bitmişti. İçeride halkın desteğini kaybetmiş (oyu yüzde 30), dışarıda ise kuşatılmıştı. Peki, bu durumdaki bir diktatör neden erken seçim kararı alır? Çalışma Bakanı Blas Ople şunları söylemiş: “Marcos, kuşatıldığını, Washington ve uluslararası topluluğun desteğini kaybettiğini söyleyemedi. Yönetme yeteneğini yeniden tesis etmek ve yurtdışına yönetim gücünü-desteğini koruduğunu göstermek için bir güç gösterisine ihtiyacı vardı. Bize karşı asla dürüst değildi ama nedenini biliyorduk.” 

Yazının en başında andığım Savunma Bakanı Juan P. Enrile konusuna gelince, bu zat Amerikalı gazeteci Gary Haves’a verdiği bir röportada, “Marcos erken seçim kararı aldığında, ona seçimde aday olmamasını, sakince çekilip Havai’ye gitmesini ve bunun onun için tek çıkış yolu olduğunu söyledim. Ülkede kalırsan mahkemelerin elinden yakanı kurtaramazsın. Seçimi kazansan bile mevcut yönetim krizi ve ekonomik kriz iyice derinleşerek bugünkünden çok daha kötüye gidecek” demiş ve “Marcos ağır kibirli biriydi. Bu kibri ve korkuları onun gerçeklik algısını, gerçeği değerlendirme yetisini bozuyordu. Gerçeği kabullenmek ve yönetimden çekilmek yerine gitmeye-kaçmaya mecbur edilmeyi seçti” diye eklemiş. Gazeteci G.Haves ise Reagan yönetiminin Marcos’a 1986 seçimlerinde yönetimi başkan yardımcısına bırakarak çekilmesini önerdiğinden bahsediyor. 

“20 yıllık iktidarında bütün kurumları yandaşlarıyla doldurmasına rağmen, devrim başlayınca o kurumlar neden Marcos’a sahip çıkmadı?” sorusuna Enrile, “Onun kaybettiğini herkes biliyordu. Hem içeride hem de dışarıda bütün desteğini ve meşruiyetini kaybetmişti. Seçimde zafer ilan etmesi seçim yolsuzluğundan başka bir şey değildi. Meclisteki çoğunluğu, yargı kurumlarına atadığı yanaşmaları ve terfi ettirdiği yeteneksiz generallerin onun yönetimini ayakta tutmaya yeteceğini sanıyordu. Yönetimi çürümüş, kokuşmuş bir suç rejimiydi. Bu kadar çok suça bulaşmış bir kaybedenin yanında durmak işlenen suçları sahiplenmek, ortak olmak demektir. Böyle birinin bekasıyla ülkenin ve devletin geleceğine sahip çıkmak arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında çözülme başlar. Üstelik çözülme en uzaktan değil en yakından, ilk halkadan başlar” diye cevaplamış.

Marcos’un devrilmesine yol açan nedenleri sayarken “Ağır ekonomik kriz-yoksullaşma, yolsuzluk, baskı, insan hakları ihlalleri ve işkencelere ek olarak asla iktidarı bırakmayacakmış, iktidardan gitmeyecekmiş, onu iktidardan göndermeye kimsenin gücünün yetmeyecekmiş gibi davranması” olarak açıklıyor. “Halk bunu iradelerine, onurlarına karşı bu saldırı olarak gördü. Bu da halkın öfkesini büyüttü” diyor.

Enrile, pür-i pak biri değildi. Savunma Bakanı olarak o da rejimin pisliğine bulaşmıştı. Fakat kötücül, halk düşmanı bir rejime isyan bayrağı açan ve devrilmesini sağlayan kişi olması onu kurtardı. Marcos’un kaçtığı Havai’de yaptığı darbe yaygarasını ise dışarıda duyan olmadığı gibi, ülkede de aldırış eden çıkmadı. Ülke bir halk düşmanından ve halk düşmanı bir rejimden kurtulmuştu…

***

Bilimin temelinde bazı sayıltılar bulunur. Bu sayıltılar yoksa bilim de yoktur. Bunlardan biri “Benzer koşulların benzer sonuçlar doğuracağı” sayıltısıdır. Bu uzun yazı işte bu bir cümlelik sayıltının tefsiri sayılabilir.

Şöyle bitireyim: Zamane Marcoslarının çevresinde dünyayı anlayabilen, gerçekleri görebilen bir Enrile’nin olması kendileri için çok hayırlı olabilir.


9 Aralık 2020 Çarşamba

Çin, Türkiye için pazar olabilir miydi?

 09 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

05.12.2020 tarihli BirGün’de yayınlanan “Uğurlama töreni yapılmıştı: Çin'e giden 'ilk ihracat treni' Maltepe'den Halkalı Garı'na geri döndü” başlıklı haberi anlayana kadar epeyce zorlandım. Öyle ya, Çin’e varmak için doğuya doğru yol alması gereken tren tam tersi yönde gidip Halkalı’ya varmıştı. Olup biteni anlamak için biraz düşünüp taşınınca gerçeğe ulaştım: Yıllar önce keşfedilmiş gerçekleri on sekiz yıldır duvara çarpa çarpa yeniden keşfeden iktidar, bu defa Macellan’a kulak vermiş ve hep batıya giderek Çin’e bu yoldan ulaşmayı yeniden keşfetmek istemiş olmalı. Yani herhalde öyle olmalı. Çünkü geri kalan seçeneklerin hepsi akıl dışı. Neyse, niyetim Saray rejimine yol tarifi yapmak değil.

Şaka bir tarafa, bu acemice mizansen Batı’ya (ABD-AB) “Size mecbur değiliz. Bizi yaptırımlarla sıkıştırırsanız, rotamızı dünyanın doğu tarafına doğru kırabiliriz. O tarafta Çin var, Yol ve Kuşak girişimi var, Şanghay İşbirliği Örgütü var. Orada yer alabiliriz” gibi hiç inandırıcı olmayan bir mesaj verme çabası gibi görünüyor. Üstelik tren Şi’an kentine yani Yol ve Kuşak girişiminin başlangıç istasyonuna gidiyor. Söz konusu habere göre, trenin taşıdığı yük Çin’e ihraç edilen beyaz eşyaymış. Türkiye’nin Çin’e beyaz eşya ihraç etmesi gerçekten büyük bir başarı olurdu. Lakin Çin firmalarının burada üretilen ürünlerle aşağı yukarı aynı kalitede (üstelik daha pahalı) bir malı ithal ettiklerini hiç görmedim. Gördüğüm kadarıyla, burada insanlar sadece iki ülkenin ürünlerini Çin mallarına göre daha kaliteli buluyorlar. Bu ülkeler Almanya ve Japonya, ilk sıra tabii ki Almanya’nın. On beş yıl kadar önce, bu gözler Pekin’de bir dönerci dükkânına asılmış “Alman döneri” tabelasını bile gördü…

Türkiye, Çin’e sanayi ürünleri ihraç edebilir mi, emin değilim. Bu tabii ki imkânsız değil; ama kanımca çok küçük, üstünde durmaya değmez miktarda bir ihracat olabilir. Türkiye, son yirmi yıldır dünyayı anlayabilen, attığı adımın bir adım sonrasını olsun hesap edebilen bir akıl tarafından yönetilseydi şimdi Çin’e yıllık yaklaşık 50 milyar dolar civarında bir ihracat yapıyor olurdu. Böylece, “Çin’den ayrılan yatırımcıların bizim ektiğimiz çalılara takılan yünlerini toplayacağız” ham hayali kurmak zorunda kalmazlardı.

Çin’in en büyük ithalat kalemi enerjiden sonra, tarım teknolojilerinde gösterdiği büyük ilerlemeye ve Afrika kıtasının dörtte birini ekip biçmesine rağmen, tarım ürünleri kapsamındaki ürünlerden oluşuyor. Bu konuda sadece iki örnek vereceğim: Zeytinyağı ve Şarap. Zeytinyağının hangi ülkelerden geldiğine dair yeterli bilgim yok ama şarabın çok büyük bir kısmının geçen 30 yılda dağı taşı üzüm bağlarıyla dolduran Avustralya’dan geldiğini biliyorum. İktisatçı dostum Zhou, Avustralya’nın Çin’e ihraç ettiği şarap ve bazı minerallerden elde ettiği gelirin yıllık 40 milyar dolar civarında olduğunu söyledi. Kalite açısından karşılaştırıldığında, Türkiye’de üretilen orta halli bir şarap buradaki Avustralya şaraplarına birkaç tur bindirir.

Şaraptan bahsedince aklıma geldi: Evsel ve tıbbi (ilaç-eczacılık sektörü) kullanım amaçlı alkol de Çin’e satılabilecek iyi bir ürün olabilirdi. En kaliteli etil alkolün üzümden sonra şeker pancarından elde edildiği söyleniyor. O kadar ayrıntısını bilemem ama kırmızı darı ve şeker kamışından elde edilen alkolün berbat bir şey olduğunu buradaki deneyimlerimden biliyorum. Zeytinyağına gelince, burada belki şarap kadar büyük bir pazara sahip olamazdı ama üreticiye yine de ciddi bir gelir getirirdi. Burada orta sınıf büyüdükçe bu ürünlere olan talep de büyüyor.

Bunları söylerken geçmiş zaman kipiyle konuştuğumun farkındayım. Çünkü Saray rejiminin alkollü içki üretimini zorlaştırmak için elinden geleni ardına koymadığını, yağma-talan projelerine yer açmak için zeytinliklere ve zeytin üreticisine düşmanlık ettiğini biliyorum. Şeker pancarı üreticisinin halini ve şeker fabrikalarının nasıl talan edildiğini ise sanırım bilmeyen yoktur.

Çin’e yaptığı ihracattan büyük gelir elde eden (en büyük gelir kaynağı) Avustralya açısından son günlerde durum zorlaşmaya başladı. Çin, bu ülkeden ithal edilen şarap, mineral vs gibi ürünlerin gümrük vergisini yükseltti.

ABD’nin Transpasifik koçbaşı Avustralya

Trump, giderayak Çin’e karşı düşmanlığın dozunu artırmaya, Pasifik’te bugüne kadar atmayı ertelediği adımları atmaya başladı. Bunları hangi niyetle yapıyor olursa olsun, yapılanların on yıllık geçmişi olan ABD’nin Çin’i kuşatma politikasından farklılık gösterdiği söylenemez. ABD’nin Transpasifik projesi için sağlam müttefike ihtiyacı var. Pasifik’teki zayıf halka olan Avustralya, bu projenin en sağlam destekçisi yani Çin’e karşı ABD’nin Pasifik’teki koçbaşı olmaya ve böylece dünyanın bu tarafında ABD maşası bir güç olarak yükselmeye çok hevesli görünüyor. Çin’in bu ülkeden ithal edilen ürünlerin gümrük vergisini yükseltmesi Avustralya ekonomisinin başına gelebileceklere karşı ciddi bir uyarı anlamı taşıyor. 

Sanayi devrimi sırasında “Makineler işimizi elimizden alıyor” diyerek makineleşmeye karşı çıkan ve bu yüzden “Ülkeden uzak olsun bu bozguncular” diye gemilere doldurulup Avustralya’ya sürülen tekstil işçisi İngilizlerin torunları bakalım nasıl bir karar verecek.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Distopya anlatısı olarak Çin-4: Kredi düşüren ve yükselten davranışlar

 05 Aralık 2020 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmıştır

Teşvik edilmesi-ödüllendirilmesi ve ceza görmesi gereken davranışları belirleme konusunda her eyalet hatta şehir yönetiminin elleri serbest. Güvenilir-dürüst ve güvenilmez-sahtekâr insanlara ait olduğunu düşündükleri davranışları listeye ekliyorlar ve duyuruyorlar. Ödüllendirilmesi ve cezalandırılması gereken davranışlar listeleri karşılatırıldığında ilk liste (ödül) ikincinin yanında çok kısa kalıyor. Kredi düşüren davranışların listesi geçen yılın sonlarında 300 bini bulmuştu. “Teşvik edilmesi gerekenler” listesi neredeyse bütün ülkede aynı davranışları içeriyor. Listenin başında faturalar, kredi borcu ve vergileri vs ödemek (hem de zamanında) gibi ekonomiyle ilgili konular var. Sonrasında, yaşlılarla ilgilemek, bir gönüllü kamu hizmeti yapmak, bağış yapmak, kan vermek vs diye uzayıp giden (kolayca tahmin edilebilecek) bir liste görüyoruz. Listede siyasi ölçütler (aleni olarak) yok. Örn. birisi Başkan Şi’yi övüp kolay kredi kazanmak amacıyla “Wuhan’da ortaya çıkan salgından haberi yoktu. Ona yanlış bilgi veriliyordu” dese, Şi’ye aslında “Ülke yönetme becerisinden yoksun bir çapsız, kendi kibrinde keramet bulan bir kifayetsiz muhteris, hataları ve verdiği yanlış kararların sorumluluğunu üstlenebilecek özgüvenden yoksun bir kibir abidesi zorba” dediği için başı derde bile girebilir.

“Ceza görmesi gereken davranışlar” listesi de ekonomiyle ilgili konularla başlıyor ve uzayıp gidiyor. Aralarında bazı davranışlar var ki, yazıya ilginçlik katması açısından birkaçını yazmak istiyorum: Örn. bir eyalette bir yıl içinde on kez kırmızı ışıkta geçen biri bütün kredi puanını tüketip “güvenilmezler” listesine ekleniyor. İki eyalette ise çöpleri ayrıştırmadan (dört kategoride ayrıştırmak zorunlu) atanların kredi puanı düşürülüyor (takibinden atıkların toplayan ve işleyen kuruluşlar sorumlu). Yakın zamanda bizim şehirde (Wuhan) gıda-yiyecek içecek sektörünün canlanmasına destek amacıyla 500 milyon Yuanlık (yaklaşık 72 milyon dolar) gıda kuponları dağıtıldı. Şehir yetkilileri, bu kuponlarla alışveriş yapmak yerine üçte bir değerine nakte çeviren uyanıklar türediğini fark etmiş. (Dalavere sektörü icat etmekte Çinliler de bizim memleket ahalisi kadar iyidir.) Birkaç hafta önce, şehir yetkilileri “Gıda kuponlarını nakte çevirenler ve bu işe aracılık edenlerin sosyal kredi puanlarının düşürüleceğini” duyurdu. Bir başka eyalette ise (Shanghai) köpeğini tasmasız gezdirenlerin kredi puanı düşüyor. Yüz tanıma sistemli kameralar bu davranışı tanıyor ve puanın düşürülmesi için insan müdahalesine gerek kalmıyor. (devam edecek)

“Çin malı aşı”

Madem Çin hakkında yayılan dezenformasyon ve yazılan distopya hikaylerinden bahsediyorum, aşı konusundan bahsetmezsem olmaz. Çin hakkında Covid-19 aşısını hedef alan taze bir dezenformasyon örneğiyle karşı karşıyayız. Bazı büyük Batılı ilaç firmalarının aşıları piyasaya çıkmaya hazırlanırken, Çin’in geliştirdiği aşı hakkında dezenformasyon yayılmaya başladı (beklendiği gibi). Arada bir şöyle bir bakıp geçtiğim memleket medyasında da bunun yansımaları görülüyor.

Çin, biri Sinovac firmasının, ikisi Sinopharm firmasının projesi olmak üzere üç Covid-19 aşısı projesi yürütüyor. Bir de kapalı kutu Çin ordusu bünyesindeki bilim insanlarının yürüttüğü bir proje var ama onun ne durumda olduğu hakkında bir fikrim yok. Üçüncü faz uygulamasının bir ayağı da Türkiye’de yürütülen proje Sinovac firmasının aşısı. Bu aşı hakkında atıp tutanların bildiğini sanmadığım bir ayrıntı daha var: Bu aşı burada Eylül ayından beri “acil durumlar” için zaten uygulanıyor. En başta sağlık çalışanları olmak üzere, toplu taşıma araçlarının sürücüleri ve metro güvenlik personeli, öğretmenler ve bazı memurlar gibi bir milyon civarında insana uygulandı. Sanırım bu geniş çaplı aşılama üçüncü faz çalışmasının bir parçası olarak kullanılacak. Bu haliyle, Sinovac’ın geliştirdiği aşı, üçüncü fazı en geniş popülasyona uygulanan aşı olacak gibi görünüyor.

Her iki firmanın geliştirmeye çalıştığı aşılarla ilgili bilgiler firmaların web sitelerinde mevcut. Bilimsel araştırma sürecinin nasıl bir şey olduğundan biraz haberdar olan, bilimsel yöntem üzerine birkaç sayfa okumuş olanlar bir bilimsel araştırma sürecinin ürününü-sonucunu Çin’in ürettiği ucuz çakmak veya don lastiği ile kıyaslamak gibi bir ucuzluk yapmazlardı. Batı’da üretilen aşılarla aynı etkililiğe sahip olan bir aşı için “uyduruk Çin malı” yakıştırması yapmak niyetiyle kullandıkları “Çin aşısı/Çin malı” gibi ucuz bir ifade kullananı ucuzlatmaktan başka bir şeye yaramaz.

Aşı-ilaç geliştirme konusunda Çin’in çok köklü bir geleneği vardır. Örn. Artemisinin Çinli bilim insanı Tu Youyou tarafından 1972’de icat edildi ve bu başarısı Youyou’ya 2015 Nobel Tıp Ödülü’nü kazandırdı. Çiçek aşısı da Ming Hanedanlığı döneminde (M.S. 1368 to 1644) Çinliler tarafından MS. 1567-1572 yılları arasında icat edildi. (Bu konuda daha fazla bilgi için kamuraninnotdefteri.blogspot.com adresinden “Çinliler uygarlığa ne kattı” başlıklı çeviriyi okumanızı öneriyorum)

Aşı hakkındaki bilinmezlikler Çin’den ve Sinovac firmasından değil artık (çöküş aşamasını geçip) dağılma sürecine girmiş, ülkeyi karanlığa boğmak isteyen ve o karanlıkta ömrünü uzatabileceğini sanan Saray rejiminin karanlık aklından kaynaklanıyor.